İsmet
Özel - Tahrir
Vazifeleri
Dış olmazsa iç olmaz.
Tehlike bütün olan bitenin dıştakinden
ibaret olduğunu kabuldedir.
…diyalektik tuzağı…
Sen ve ben bu tuzağa yakalanmadığımız kadar
insanız.
Diyalektik düşünce birbirine zıt iki tarafı
gösteriyor, katılık ve yumuşaklık gibi. Oysa inan olmak zıt taraftan birine ait
kalmakla mümkün değil. (s. 15)
Düzyazıda yazarın, müellifin, muharririn ne
dediğini önce kendisi bilmesi şarttır. Düzyazıyı ne dediğini bilen kişi
yazmalı, ama şiirde böyle şart yok.
Şiir insanlık durumunun
kaçınılmaz ihtiyacından doğar.
Evet, bizzat kendim bir düşkırıklığıyım,
kırık bir rüyayım ben ve hepimiz öyleyiz.
Her alanda panik yaşanıyor dünyada. İnsan
sürülerinin akla uygun bir yön tutturduklarını ileri sürmek hiç de kolay değil.
Ben merkezcilikten uzaklaşmak, ben’imizin
bağlantı kurduğu gerçekliği merkez saymamız anlamına gelir.
Doğru / doğurucu olan…
Çocuklarla şairlerin derinlere dalan sözler
edişlerinde paylaştıkları şey tedbirsizlik…
Bir insanın anlaşılması onu yalnızlığa
itebilir. Ama aynı yalnızlık tamamen anlaşılma sonucu da doğar. Tamamen
anlaşılmak, anlayanın anlaşılmaya değer bir şey bulmamasına varır çünkü. (s.
47)
Keşke… diyen insanlar bilmiyorlar ki onlara
o anda keşke dedirten de önceki tutumlarının ortaya çıkardığı sonuçlarıdır. Her
keşke düşünceden uzaklaşmak, insanla ilgili asıl endişeyi tanımaktan kaçmaktır.
(s. 53)
Önce yap, sonra açıklarsın.
İktisatçılar niçin insanın istekleri
sınırsızdır demiyorlar da ihtiyaçlar sınırsızdır demek gereği duyuyorlar?
İhtiyaçları merkez alarak tasavvur edilmiş
bir hayat, ölüme sırt çevirmiş bir hayattır ki bunun insan oluşla hiçbir
bağlantısı yok.
İsteklerimiz istencimizin harekete geçmiş
halidir.
“çile her zaman (…) arzunun şartı olmuştur.
Arzuyu düşündüğünüzde her zaman bir çile bulacaksınız.” Deleuze
Sizdiziminde ne kadar usta olursak olalım,
mantık örgümüz ne kadar tutarlı ve ikna edici olursa olsun ifadelerimizin hepsi
avucumuzla havayı yakalamak çabası gibidir.
Uğruna yaşanılan şeyin uğruna
ölünmesi intihar olmaz.
…varolanların Varlık’tan ayrıldığını fark
etme sınırında varoluş başlar.
Varoluşu varlık sağlar ve bu bağ var ile
yok arasındaki ilişkinin ne idüğünü tadılır kılar.
İnsanın varoluş eksenine kendini dâhil
etmesi… (…) yoktan var çıktığını bilerek (…) yokluğun varoluş şartı olduğunu
anlayarak gerçekleşir. (s. 91)
Existance düşüncesi insanın şu anda ne ise
ona mahkûm kalmadığını, yaptığı seçme yardımıyla kendinden çıkıp bir başka
kendiliğe kavuşabileceğini savunur. Varoluş düşüncesi ise insanın ne ise o
olabileceğinin imkânını vurgular. (s. 94)
Hatırladığımız her şey şu anda sahip
olduğumuz yöneliş dolayısıyla anlam kazanıyor.
Hatıralar / hatıra olarak her canlanışında
geçmişi günümüze taşımazlar, bilakis günümüzdeki eğilimlerimizle geçmişe gideriz.
(s. 101)
Hatırlamaya bir başlayan başlangıca doğru
seyretme yolunu önünde açılmış bulur.
…mekanizmayı bilhassa mekanizma durumuna
sokan esas itibariyle iki husustur; bunlardan biri mekanizmanın yalnızca bir
süreci tamam erdirmek üzere kendi kendine kapalı çalışması, diğeri de
parçaların çalışmayı sağlayacak işi yerine getirmek dışında bir yere sahip
olmayışlarıdır.
…bir mekanizmanın hareketi her zaman dıştan
kontrol edilir.
Mekanizma yalnızca harekete geçirildiği için
çalışacak; organizma “bir şey” için harekete geçecektir. (s. 115)
Anlamı kültürel donatımla kavranabilen
bedenimiz sadece insana has bazı özellikler yardımıyla “insan varlığı”
denebilecek bütünlüğe kavuşabiliyor.
Altı özelliğin üçü insanın hükümranlığına
imkân tanır; diğer üçü de tabiatını kaçınılmaz kılar. Düşünce ve duygu,
bağımsızlık ve bağımlılık, ümit ve korku…
İnsanın altı özelliğinden hangisi aşırıya
vardırılırsa vardırılsın sonuç insanın organik işleyişten uzaklaşıp mekanik bir
yapı içinde yer almasına varıyor.
İnsanın altı özelliğinden üçü gökten
geliyor: İnsan / hareket imkânına sahip / insan soyutlama yeteneğine sahip / ve
insan biçimlendirme gücüne sahip.
Diğer üç özellik yerden çıkıyor: İnsan
kural tanımadan edemiyor, insan neyin neye denk düştüğünü anlamadan edemiyor,
insan vermeden ve almadan edemiyor. (s. 118)
…tüketen tükenmeyi peşinen göze almış
demektir.
…çevre korumacılığı anlayışı…
Korunması gerekenin insanın hayat sahası
olduğunu iddia etmektedir.
İnsan eğer yaşamaya bir anlam verebilecek
durumda değilse herhangi bir hatayı düzeltmiş olmayacak.
Çevrenin kirlenmesi, canlı türlerinin yok
olması, tarih mirasının değerinin bilinmemesi zaten yaşamaya bir anlam
verememekten doğan bir sonuç, bir hataydı. (s. 129)
Hafıza bunu ben yaptım der, gurur bunu ben
yapmış olamam der ve her defasında iddiasından vazgeçen hafıza olur.
Yani insanlar olarak bizler gururumuzun
düzenleyici etkisine gerçekleri kabulden doğan katlanma zaruretinden daha fazla
kapılırız.
İnsan olarak temel özelliklerimizden biri
acıları kendimizden uzak tutmaya çabalamamızdır ve bunun en kolay yolunu
acılardan kaçmada buluruz. (s. 141)
İnsanoğlu bir mekanizma içine hapsedilmiş
olmanın acısını yaşıyor.
Acılar açlığın, yoksulluğun, değer
tahribatının önlenip önlenemeyeceğinin sorulduğu noktada değil, şu noktada
başlıyor: Kuşatma yarılabilir mi? (s. 143)
Nedir çilenin amacı? Arzuların kendi başına
değeri olmadığının anlaşılması ve arzuların daha derin daha yüce bir anlam
alanıyla bağının kavranılmasıdır. İnsanın kendini yaşamak neye değer
sorusuyla başbaşa bıraktığı dönem “çile” dönemidir. (s. 147)
…insanlar kolaylıkla “çileden çıkarlar.”
Çileden çıkmak tıpkı baştan çıkmak gibi bir olaydır.
Kurbağa bir gün kırkayağa: Sen nasıl oluyor
da bu kadar çok ayakla yürüyebiliyorsun?
Kırkayak: “Sahi be,” diye düşünmeye
başlamış / düşünmeye başlamış ve bir daha tek bir adım dahi atamamış.
…dil bizim neyimizdir?
Dili sözdizim (syn-taxe) ve anlambilim
(semantique) diye kabaca ikiye ayırıp incelemek dilden öğrenilebileceklerin
yolunu tıkamaktan başka bir işe yaramaz. (s.
160)
…tarih duygusunu harekete geçiren geçmişle
bağlı kalma (kalma!) tutkumuz değil, hangi geleceğe yöneldiğimiz hususundaki
kayyumuzdur.
Biz insanlar söylediğimiz zaman anlamaktan,
anladığımız zaman söylemekten vazgeçiyoruz.
Vahamet bu dünyada bulunmaktan başka bir
şey değildir.
Din savaşları
…baş gösterecekse, çatışma savaşan
tarafların inanç alanında benimsedikleri değerlere sıkıca sarılmalarından
dolayı değil, inancı bahane ederek dünyevi çıkarlarını savunma ataklığına
kendilerini bırakmalarından dolayı doğacak.
Bilinç / bir şeyin bilincidir.
Bir insanın bilinçli olduğunu söylüyorsak o
insanın neyin bilincinde olduğunu da söylememiz zorunludur.
İnanç alanı bir tür özerk ve hatta bağımsız
alandır.
Bu alana girilir veya girilmez.
Girilirse oraya dışarıdan şartlar
getirilmez.
Bilinç alanı ise bilinç sahibi olanla,
hakkında bilinç sahibi olunanın irtibatını bağımlılığını gerektirir.
Sahte bilincin yayılma alanı büyüdüğü
oranda kanma ve kandırma ortaya çıkıyor.
Sahte bilinçle ne dâhil olunabilecek bir
güvenlik alanı ne de ikna oluşun sağladığı doyum var. Sahte bilinç yalnızca
içinde yıkılmış olup da dışındakini de yıkmaya çabalayanların oyalanma ve
oyalama yöntemidir. (s. 185)
“Ben şuna inanıyorum” dediğimiz
zaman asıl meşguliyetimizin o inandığımız şeyin dışında olduğunu, aslında hayat
içindeki uğraşılarımızı hesaba katarsak, henüz inanca sıra gelmediğini zımnen
itiraf etmiş sayılırız.
İnan olarak biz inanmayı hayatımızın bir
parçası kılamayız, bilakis hayatımızı inanmamızla anlamlı kılabiliriz.
Batı medeniyeti / parayla ölçülebilir
olmanın insan hayatının merkezine yerleşmesidir. (s. 189)
İnanmak yerine aldanmak biz insanların
kolayına gidiyor.
Verdiği ders şudur: Astronomi uğruna can
vermeye değmez!
Giordano Bruno
Bir teori uğruna değil, inancım uğruna
ölüyorum.
Bruno / bir inancı olduğunu doğruladı.
İnancındaki sadakati gösterdi.
Ucunda ölüm olan her şeyi ciddiye almak
zorundayız. İnanılan şey bizim için benimsenebilir nitelikte olmayabilir. (s.
193)
Her düşünce adamı düşünce kavramına varmak
istediği yer doğrultusunda bir anlam yüklemiştir. Biz nereye gitmek istiyorsak
düşüncemiz orada odaklanır…
Bir şey çok önemli değilse, hiç önemli
değildir.
Bid’at, bilgide dayanak bulmadığı halde
ihdas edilen hal ve hareket; hurafe ise bilgideki dayanağı ile olan irtibat
kaybedildiği halde hâlâ ifa edilen hal ve harekettir. (s. 211)
Çağımızın en kapalı dünyası, bilim
dünyasıdır.
Bilim dünyasında neler olup bittiğini
kavrayabilmek onlarca yıl süren hazırlığı gerektirir.
Sen, ben, o
“Ben, sen, o” ortaya çıktıktan sonra “ben -
o” yönünde giden, “bilim”e, “ben-sen” yönünde giden, “bilgi”ye ulaşır. (s. 224)
Din ve sanat “sen” alanı yok edilmek
istendiği takdirde asla tecelli edemeyen iki insan faaliyetidir. (s. 230)
“Bilen – özne” felsefenin bir icadından
başka bir şey olamaz.
Bilgiden en az yararlananlar kendilerini
bilme vehmine kaptıranlar osa gerek.
Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen
vardır.
Bilgi insanda mündemiç değildir, insana
ilham veya vahiy yoluyla (…) dışarıdan gelir…
İnsan varlığın çobanıdır
İnsan varlığı güder belki, ama
onun sahibi değildir.
Batılı anlayış içinde tarihî sözü gerçek
olan, doğru olan karşılığı olarak kullanılır.
İslâm insanoğluna hakikatin ne olduğunu
sarahatle ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde kavrayacağı alanı (Kur’an-ı
Kerim’i) verdi. Sarahatin nerede olduğu, hakikatin tecellisinin hangi yolla
vuku bulduğunun alanını da (Sünnet- Seniyye) verdi.
Hangi sofuca gerekçelerle bezenmiş olursa
olsun varlığına kendinde mündemiç bir dayanak bulan insanın dışa vurduğu
“istiğna”dan başka bir şey değildi. (s. 295)
Hakikat bize saadet üreten bir makine temin
etmez, ama ıstırap üreten makinayı işlemez hale getirir, bozar. (s. 303)
Çalışmaya bağlanarak kurtulamayız;
kurtuluşumuz çalışmayı neye bağladığımızda saklıdır. (s. 314)
Sen eğer bir anahtar arıyorsan dövüş için
donanıma ihtiyaç duyuyor, yürüyecek yol konusunda titizleniyorsan ve gözünü
ufka dikme merakı içindeysen beni hesaba katabilirsin. Ben buradayım: Tahrir
vazifesini tamamlamış biri olarak. (s. 337)
---
Şule Yayınları
Ocak 1998
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder