Osmanlı Düşüncesi / Osmanlı Düşünce Geleneği
Osmanlı toplumunda bir felsefe geleneğinin
olup olmadığı eksenindeki tartışmalar, yalnızca bilinen eserlerden hareketle
bir genelleme yapma şeklinde cereyan etmektedir.
Osmanlı dönemindeki şartlarla günümüz şartlarının
oldukça farklılaşması anakronizm denilen bir
düşünme hatasına da yol açabilmektedir. Bizler bugün daha ziyade Batı
düşüncesinin etkisinde tarih, felsefe, kültür, siyaset, bilim anlayışlarına
sahibiz. Bu anlayışlara göre Osmanlı döneminde felsefe olup olmadığını
araştırmak ve bir sonuca varmak bugünün değerlerini geçmişi anlamanın bir
kriteri haline getirmek yani anakronizme düşmektir.
Osmanlılardaki felsefi düşünceyi yalnızca kendi
şartları içinde algılamaya çalışmak ise tarihselcilik
adı verilen bir başka yöntem sıkıntısına yol açmaktadır.
Kendimizi Osmanlı dönemine veya Osmanlı
dönemini günümüze transfer etmeden Osmanlıyı nasıl anlayabiliriz? İşte hem bizi
hem de Osmanlıyı aynı anda ilgilendirecek sorular sormak bir şekilde Osmanlı
düşüncesi ile belli sorular ekseninde yüzleşmek, karşılaşmak, aramızdaki
benzerlik ve farklılıkları görebilmek demektir.
Bazı dini hassasiyetlerle felsefi
düşüncenin uzlaşmayacağı kanaatinde olanlar felsefeye dini anlam
yüklemektedirler. Kimileri için felsefe daha çok bir eğitim sorunudur. Günümüz
Türkiye’sinde felsefeye felsefi bir anlam yüklenip yüklenmediği sorusu aynı
zamanda Osmanlı dönemindeki felsefenin konumunu anlayabilmek için bir imkân
sağlamaktadır.
Estetik İmar Kaygısı
Dini düşünce, Osmanlı pratik hayatının en
genel çerçevesini oluşturduğu için, felsefe ancak bu genel çerçeve içinde
konumlandırılarak anlamlandırılan bir husustur.
Osmanlı bilginlerinin şerh ve haşiye
geleneğini de bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bu şerh ve haşiyeler mevcut bir
genel dünya görüşü içinde metinlerin ve metinlerde ele alınan konuların yeniden
konumlandırılması olayıdır. ‘Osmanlı düşünürü’ sıfatını hak eden felsefeci,
mutasavvıf, kelamcı, fıkıhçı vs. bilginlerin genel tutumu mevcut bir genel
dünya algısı ya da çerçevesi içinde sentezleme yoluyla fikir üretmektir.
Bu sentezleme işlemi kural ya da ilkelerini
mantıktan alır. Bu nedenle Osmanlı düşünce tarzında en fazla önem arz eden
disiplinlerden biri mantıktır.
Mantık, her şeyden önce Allah’ın varlıkları
yaratma tarzının yani âlemdeki düzenliliğin açığa çıkma tarzıdır. İslâm’daki
tek Tanrı inancı en büyük desteğini âlemin düzenliliği fikrinden aldığı için,
bu düzenliliğin tecellisini en fazla yakalama imkânını veren disiplin
mantıktır.
Osmanlı düşünürlerinin temelde bir mimar anlayışıyla
hareket ettiklerini görebiliriz. Bu anlayışın en önemli kaygısı ‘estetik’tir.
Beşeri faaliyet alanının Allah’ın kâinatta kurduğu nizama, düzene göre estetik
bir ahenk içinde imar edilmesidir.
Estetik imar bilincini yönlendiren temel
unsur dini bir dünya görüşü olduğundan, Allah’ın kâinatta kurmakta olduğu
düzenin bir tür yansıması, izdüşümü ya da benzerini üretmek temel hedeftir. Beşeri
alanda oluşturulması gereken düzen (sentez)’in temel ideası, fikri, orijinali
zaten Allah tarafından kâinatta (asıl) yaratılmıştır. Bu durum Osmanlıların
fizik ve metafizik araştırmalarına neden hikmet adını verdiklerini de gösterir.
Hikmet, Allah’ın düzenine uyum sağlayarak beşeri alanı düzenleyebilmektir. Hikmetin
açığa çıkarılma tarzı temelde mantığa dayandığı için soyutlayıcıdır. Eserler,
anlamlarını açıkça ‘göstermekten’ çok, muhatabın, okurun, bakan veya dinleyen
kişinin düşünme süreci içine girmesini talep ederler.
Bölünmüş (Yatay) Bilinç
Dünyanın iç-dış mantığıyla estetik açıdan
ikiye ayrılması kendi içine kapanmayı da beraberinde getirdiği için Osmanlı
düşünürlerinin, dış dünyadan ve özellikle
Avrupa’daki gelişmelerden zamanında
yeterince haberdar olamadıkları anlaşılmaktadır.
Osmanlı düşünürlerinin kısmen eğitim,
bilim, askerlik, hukuk gibi alanlarda yenilik arayışları içine girmeleri ve
kendi dünyalarını eski ve yeni şeklinde iki farklı açıdan algılamaya başlamaları
(bu duruma bilincin kendi içinde bölünmesi sorunu adını vermekteyiz) ıslahat
hareketleriyle birlikte başlar. Duraklama dönemi Osmanlı düşünürlerinin
ayrıcalıklı özelliği bölünmüş bilinç sorunuyla yüzleşmeleridir.
Zemin (Mekân) Kaybı
Osmanlı devleti toprak kaybetmeye
başladığında, güven ve emniyet duygusunda da bir gerileme yaşanmaya başladı. Osmanlı
düşünürleri kaçınılmaz olarak belki ilk kez mekan(sızlık), zemin(sizlik) yani
kaos sorunuyla yüzleştiler. Böylece Osmanlı düşünce
tarihinde felsefe belki ilk kez konumlandırılan bir husus olmaktan çıkıp,
farklı unsurları konumlandırma faaliyetine dönüşmüş, yani çerçeve veya dünya
görüşü haline gelmiştir.
Estetik İmar Sürecine Katkı Yapanlar
Davud
el-Kayserî
Orhan Gazi tarafından İznik’te kurulan
Osmanlı devletinin ilk medresesinde uzun yıllar müderrislik yaptı.
İbn Arabi’nin vahdet-i vücutçu öğretisini
benimsedi. Bu düşünceyi felsefi kavramlarla yorumlayarak sentezledi. Böylece
kelam, felsefe ve tasavvufu ortak bir dilde buluşturdu. Kayserî’nin akli
düşünme ve keşif/sezgi sentezi Osmanlı medreselerinde hâkim olan düşünme
biçiminin nüvesidir.
Kayserî, genel olarak Selçuklu
medreselerinde ortaya çıkmış birikimi Osmanlı medreselerine aktardığı için iki
farklı dönem arasında bir entelektüel köprü şeklinde görülür. Bu bağlamda o, Meşşâî
filozofların varlık ve zaman görüşü ile bu görüşleri eleştiren Ebu’l-Berekat
Bağdadi’nin yaklaşımlarını kendi açısından eleştirerek farklı bir zaman
anlayışı geliştirmiştir. Kayserili Davud, zaman anlayışını Nihayetü’l-Beyan fi Dirayeti’z-Zaman
adlı eserinde dile getirmiştir.
Matla’u Hususi’l-Kilem fî Mâ’âni Fususi’l-Hikem adlı eserinde İbn Arabi’nin Varlığın Birliği öğretisini
felsefi kavramlarla savunmuştur.
Şeyh
Bedreddin Simavî
Düşünür olmanın temel şartını bilgi
aktarımından ziyade şahsi görüş ve içtihatlar geliştirmeye bağladığı için
eserlerinde kendi şahsi yaklaşımı ön plandadır. Hemen
her hususu Allah’ın varlığının zuhuru açısından açıklamaya çalışmıştır.
Felsefe, tasavvuf ve kelam alanlarını kapsayan eserinin adı Vâridat’tır.
Genelde klasik Ehli Sünnet çizgisinin dışına çıkan yaklaşımları nedeniyle
tarihi süreç içinde lehinde ve aleyhinde görüşler ileri sürülmüştür. Ruh-beden
ayrımını, öte dünyada bedenle dirilmeyi, kâinatın zamansal sonluluğunu
reddetmiştir.
Molla
Fenari
Osmanlı Devletinin ilk şeyhülislamıdır.
O hem Şerh-i İsagoci (er-Risaletü’l-Esiriyye fi’l-Mizan
adlı esere yazdığı şerhtir) gibi yakın zamana değin medreselerde okutulan bir
mantık kitabının yazarı hem
Sadreddin Konevi’nin Miftahu’l-Gayb adlı
tasavvufi eserine ve muhtelif fıkıh ve kelam kitaplarına şerh yazan, ayrı bir
fıkıh kitabı telif eden biridir.
Vahdet-i vücud nazariyesine göre alemde
ortaya çıkan her gerçeklik Allah’ın isimlerinin farklı alanlarda zuhuru ya da
teayyünüdür. Kısacası, bilgi yolları tek olan Varlık(lar)ın kendisini bilinçte
ve bilinç dışında açması sürecidir.
Hocazade
Fatih Sultan Mehmet, kendi yönetimi
esnasında akli ilimlere olan düşkünlüğü nedeniyle Gazali ve Meşşai filozofların
fikirlerinin tartışılmasını dönemin entelektüellerinden talep etmiş ve böylece
Osmanlı döneminde Tehafüt geleneğinin devam etmesinde rol oynamıştır. Bu
bağlamda Hocazade Tehafütü’l-Felasife
ve Ali Tusi Kitabu’z-Zahîra adlı
eserler yazmışlar ve Hocazade’nin eseri, devrin bilginlerince daha fazla
onaylanmıştır.
Molla
Lütfi’nin Risale fi Tahkiki Vücudi’l-Vacib
adlı eseri, İbn Sina’nın görüşlerini özetlemesi ve bu bağlamda eski ve yeni
kelamcıların filozofları yanlış anladığını ileri sürmesi dolaylı da olsa
Tehafüt geleneğine bir katkı olarak görülebilir. Molla
Lütfi’nin Mevzuâtü’l-Ulûm
adlı eseri, bilimleri tasnif etmesi ve onları tanımlamaya çalışması açısından
hem klasik ilimler tasnif geleneğini sürdürür hem de yaşadığı dönemde ilim
zihniyetini sergiler. Bu eser, daha çok bizzat ilimlerin anlamının dönüşmeye
başladığını ima etmektedir. Zira bütün ilimlerin anlamını genel bir çerçeve
çizerek vermek, aslında bu genel çerçevenin kendisinin nereden anlam kazandığı
sorusuna yol açmaktadır. Molla Lütfi’nin Harnâme’si ise mizahi yolla ahlaki eleştiri
düşüncesini pekiştirmiştir.
Bölünmüş (Yatay) Bilinç Tecrübesi
Bölünmüş (yatay) bilinç, Osmanlı’nın
yenileşme çabalarında açıkça görüleceği üzere öncelikle mekân algısının
değişmeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Artık üst mekân-alt mekân şeklinde
Batı’yı aşağı görme yerine Batı, ilerleyebilmek, dönüşebilmek için temas
kurulması gereken bir mekândır.
Gelibolulu Mustafa ve Koçi Bey’in
eserlerinde görüldüğü üzere, Osmanlının toplumsal, kurumsal (askeri, mali, ilmi
vs.) yapısında ve idari kararlarında ortaya çıkan büyük zafiyet ve bozulma
öncelikle bu alanlarda düşünürlerin eleştirel görüşler geliştirmesine ve çözüm
arayışlarına girmesine yol açmıştır. İlk olarak çözümlerin eskiye yani
Osmanlının güçlü zamanlarında uygulanan kurallara geri dönüş şeklinde
dillendirilmesi nostaljik bilincin ortaya çıktığını, eski-yeni şeklinde
bilincin ikili bir zamansal görünüm kazandığını göstermektedir.
Kâtip Çelebi’nin Mizanu’l-Hak ve Keşfu’z-Zunûn
adlı eserlerine bakıldığında teşhisin daha bir epistemolojik düzeyde konulmaya
başlandığını görmekteyiz. Kâtip Çelebi için nakli ilimlerin kavranmasının
temelinde akli ilimler vardır. Oysa kendi döneminde yapılmakta olan şey tam
tersidir.
İbrahim
Müteferrika Osmanlı Devletinin
toparlanmasının ancak yeni bir düşünme tarzı ile mümkün olacağına inanır. Bu
düşünme tarzının adına da, Kanun-i Kadim’e nispetle, Nizam-ı
Cedit (Yeni Düzen) adını verir. Bu düşünme tarzında fizik, astronomi ve
coğrafya bilmenin, Amerika’nın keşfini fark etmenin büyük yeri vardır.
Zemin (Mekân) Arayan Düşünürler
Bu bağlamda klasik İslâm inancının
öngördüğü bir dünya görüşü içinde ilimleri, kurumları, insanı, tarihi vs.
konumlandırma çabasının yerini, dinin, dini kurum ve geleneklerin, geçmiş
değerlerin hangi zeminde konumlandırılacağı sorusu almıştır. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı düşüncesinin son tarihsel
dönüşümü klasik metafizikten modern metafiziklere geçişi temsil eder. Metafizik olarak felsefe, bu dönem düşünürleri için aynı zamanda
bir kurtuluş teolojisidir. Materyalizm, evrimcilik, feminizm, ruhçuluk gibi
felsefi akımlar bir felsefi araştırma veya anlamlandırma çabasının ötesinde
kurtuluş teolojisi olarak değer üstlenirler.
---
İslâm Düşünce Tarihi
Editör: Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2070
Eylül 2010, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder