Çağdaş İslâm Düşüncesi
Cemâleddîn
Afgânî (1838–1897)
Hemedan yakınındaki Esedabad’da doğdu.
Anadili olan Türkçeden başka 5 farklı dil öğrendi. Mısır’da evinde dersler
verdi. İstanbul’a gidip vaazlarıyla dikkat çekti. İstanbul’da resmî makamlar
tarafından çok iyi karşılanmasına karşın vaazları ulema kesimini rahatsız etti.
Rahatsızlığın esas nedeni kitle üzerindeki tesiriydi. Karalama kampanyaları
başladı. Afgânî, dinsizlikle dahi suçlandı.
Muhammed Abduh’la birlikte Müslümanları
Batı’nın sömürgeciliğine karşı harekete geçirmeyi hedefleyen Arapça haftalık
bir gazete olan El-Urvet el-Vuskâ’yı çıkardı. Faaliyetleri İngilizler ve diğer
sömürgeci elemanlar tarafından engellendi. İngiliz sultasındaki Müslüman
topraklara girmesi yasaklandı. Afgânî bunun üzerine Avrupa’ya gitti. Fransa’da
bulunduğu dönemde Ernest Renan’ın Arapların ilme karşı oldukları yönündeki
iddialarına cevap verdi.
Afgânî’ye göre Batılılar Doğuda
yurtseverlik ruhunu bastırmak, millî eğitimi sindirmek ve Doğu kültürünü yıkmak
için alışılmamış metotlar kullanmakta ve bu şekilde Doğuluları ülkelerindeki
mevcut her türlü güzelliği, her türlü fazileti ve itibar edilecek türden bütün
değerleri inkâr etmeleri için tahrik etmektedirler.
1892’de II. Abdülhamid Londra Türk sefîri
vasıtasıyla Afgânî’yi İstanbul’a davet etti. O da bu davete icabet ederek
ikinci kez İstanbul’a geldi. Kendisine hem ikametgâh hem de maaş bağlandı.
Kendisini çekemeyenler aleyhine iftira ve
dedikodulara başladılar. 1896'da İran şahı
Nasıreddin Şah’ın öldürülmesinde dahli olabileceği şüphesiyle Nişantaşı’nda bir
konakta göz hapsinde tutuldu. 1897’de kanser nedeniyle vefat etti. Cenazesi
1944 yılında (talep üzerine) Afganistan’a gönderildi.
En önemli eseri materyalistlere karşı
yazdığı “er-Redd ale’d-Dehriyyîn” adlı
kitabıdır. Bu eser, II. Abdülhamid’e takdim edilmiştir.
Afgânî’nin hayatı düşüncesiyle tam bir uyum
içindeydi.
Müslüman halkların bir tek halife altında
birleşmeleri üzerinde duran Afgâni, Batılı yazarların deyimiyle “politik Pan
İslâmizm”in kahramanı olmuştu.
Afgânî aleyhindeki düşünceler; gayesinin
Osmanlı halifesine bağlı Müslüman toplumları, hilafetin zorla Osmanlı
hanedanında bulunduğu ve hilafetin asıl olarak Araplarda olduğu iddiasıyla yola
çıkıp tüm Müslüman toplulukları ayaklandırmak olduğu yönündedir.
Muhammed
Abduh (1845–1905)
Mısırlı bir çiftçinin oğluydu. Bahire’de
doğdu. 1866’da Ezher’e kaydoldu. Hantal eğitim metotlarından rahatsız oldu,
bunalıma girdi. Fakat Şeyh Derviş’in bilgece öğütleri Abduh’un ruhî bunalımdan
kurtulmasını sağladı.
Afgânî, Mısır’a gittiğinde çevresine birçok
öğrenci topladı. Muhammed Abduh da Afgânî’nin derslerini takip etti. Afgânî,
Abduh’ta, milli duygular, özgürlük aşkı ve anayasal sistem düşüncesinin
doğmasına yol açtı.
Abduh, 1877’de el-Alimiyye diplomasını
aldı. Bir süre özel dersler verdikten sonra Ezher’de mantık ve ahlak dersleri
vermeye başladı. Aynı dönemde Mısır’daki resmi gazetenin (Vaka-i Mısriyye) baş
editörlüğünü yapmaya başladı. Islahat düşüncesini gazete aracılığıyla yaymaya
devam etti. Aralarında Herbert Spencer, Gustave Le Bon ve Tolstoy’un bulunduğu
aydın çevrelerle yazışmaları oldu.
Urabi Ayaklanması’na verdiği destek
gerekçesi ile 1882’de 6 yıl boyunca kalacağı sürgüne gönderildi. 1884’te Paris’e giderek akıl hocası olan Afgânî ile buluştu.
Paris’te Urvat’ül Vüska isimli gizli bir örgüt kurdular. 1885’te Beyrut’a gitti,
burada Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığı bir araya getiren dernekler
kurdu. 1888’de Kahire’ye döndü. 1889’da
Kahire Müftüsü yapıldı ve ölümüne kadar bu görevde kaldı.
Abduh, aklî delillerin imanı zayıflatmayıp
aksine güçlendireceğine ve düşünme sanatı ve bilimi olan mantığın değerini tam
olarak kavramanın İslâm kelâmı için zorunlu olduğuna dikkat çekmiştir.
Abduh’a göre dinî ya da felsefi
problemlerin çoğu ahlâkla ilgilidir. Abduh, bütün gayretini bu yüzden ahlakî
reforma yöneltmiştir.
İrade, akıl ve ahlak konularında açıkladığı
görüşleri Mutezile görüşlerine yakın bulunur. Müslümanların banka faizi
almalarında bir sakınca olmadığını belirten bir fetvası vardır.
İsmail
Hakkı İzmirli (1869-1946)
Çocuk yaştayken babası vefat etti.
Eğitimine amcasının himayesinde başladı. Darü’l-Muallimin-i Aliye’ye girdi. Bu
okulun Edebiyat Şubesinden 1892 yılında mezun oldu.
İstanbul’da çeşitli okullarda muallim,
müderris olarak çalıştı. Maarif Nazırlığının bünyesinde olan Encümen-i Teftiş ve
Muayene Heyetinde bulundu. Eğitim programlarını ıslah etmek gayesiyle kurulan
Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye içinde yer alarak çalışmalarına katıldı. 1914 yılında kurulan ve medreselerin ıslahını amaçlayan Darü’l-Hilafeti’l-Aliye
müfettişliğine getirildi. Bir yıl sonra da Süleymaniye Medresesinin Kelam
kürsüsünde İslâm felsefe tarihi müderrisliğine tayin edildi. 1923 yılına kadar
burada hocalık vazifesini sürdürdü. 1931
yılında İlahiyat Fakültesi reisliğine atandı.
Kur’an İlimleri, hadis, kelam, fıkıh,
felsefe ve mantık alanlarında birçok eser kaleme aldı.
Haftalık olarak yayınlanan “Meram” adlı
dergiyi de yayınlayan İzmirli’nin, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’da da
birçok makalesi yayımlandı.
İsmail Hakkı İzmirli, ilim ile dini bir
bütün kabul eder.
Ona göre, İslâm akla büyük değer verir.
Kur’an akıl sahiplerine hitap eder. Nazar ve tefekküre ait ayetlerin sayısı 500’den
fazladır.
İsmail Hakkı İzmirli’nin dinî fikirleri
akılcı ve bilimseldir. Açıklamalarında aklî ve naklî delilleri birlikte
kullanır.
Babanzâde
Ahmet Naim (1872-1934)
Bağdat’ta doğdu. Galatasaray Sultanîsi ve Mülkiye Mektebi’nde okudu. Bir ara
Hariciye Nezâreti Tercüme Kalemi’nde çalıştı. 1908’de
Maarif Nezareti’ne geçti.
Ahmet Naim kültürü geniş, felsefî birikime
sahip ve yaşadığı dönemin sorunlarıyla içli dışlı bir aydındı. Bildiği
doğruları açıklamaktan kaçınmazdı.
Garp ilminin âşığı, fakat maddeciliğin
amansız düşmanı bir felsefe âlimi idi. O yazacağı konuyu Doğu ve Batı
kaynaklarından inceledikten sonra kaleme alırdı.
Darulfünun’daki felsefe grubu dersleri
hocalığı sırasında Fransızca yeni felsefi terimlerin Osmanlıca’ya nasıl
aktarılacağı konusunda önemli çalışmalar yaptı.
Türk dilinin istiklâlinin korunmasına dair
yazılar yazdı.
Ahmet Naim’in en dikkat çeken ve üzerinde
tartışılan eseri “İslâm’da Daava-yı Kavmiyye”dir. O burada bir taraftan İslâm
kardeşliğini zedeleyecek ırkçı bir çıkışı tenkit ederken bir taraftan da
Türkçülüğün Esasları üzerine eleştiriler getirmiştir.
Mehmet
Âkif Ersoy (1873-1936)
İstanbul Fatih’te doğdu, yine İstanbul’da
vefat etti. Babası Fatih Medresesi müderrisi Mehmet Efendi’dir. Nesebi
Arnavuttur. Babasının vefatından sonra meslek sahibi olmak üzere baytar
mektebine gitti. 1908’de Dâru’l-Fünûn’un Edebiyât-ı Osmâniye müderrisliğine
tayin oldu.
1913’te İttihât Terakkîciler, Âkif’in
çıkardığı Sebîlü’r-Reşâd dergisine muhalefet edince hocalık görevinden ayrıldı.
I. Dünya Savaşı’nda Mısır ve Hicaz’da
görevler yaptı. Anadolu’nun birçok yerini gezerek insanların Millî Mücadele’ye
destek vermeleri için büyük gayret sarfetti. I. Meclis’te (1920) Burdur
milletvekilli oldu.
12 Mart 1921’de İstiklâl Marşı TBMM’de
millî marş olarak kabul edildi.
İkinci meclis döneminde kurulan hükümetle uyuşmaması
nedeniyle Ekim 1923’te Mısır’a gitti. Câmiatu’l-Mısriyye’de
Edebiyât-ı Türkiyye dersleri verdi.
1935’te karaciğerinden rahatsızlandı.
1936’da İstanbul’a geldi. Bu rahatsızlık onu ölüme götürdü. Vasiyeti gereği Edirnekapı
Mezarlığı’nda en yakın dostu Babanzâde Ahmet Naîm’in yanına defnedildi.
Sağlığında yedi ayrı kitap halinde basılan,
ölümünden sonra tek cilt olarak yayımlanan ve tamamı aruzla yazılmış 11.240
mısralık 108 manzumeden ibaret külliyatının genel adı Safahaf’tır.
Mehmed Âkif’in makaleleri ve tercüme
yazıları Sırât-ı Müstakim ve Sebîlürreşâd dergilerinde yayımlanmıştır.
Âkif İslâmcı bir düşünürdür. İslâmcı
düşünceye geçişi Muallim Nâci vasıtasıyla olmuştur.
Mehmed Âkif’e göre dinin cevherinde olan
ebedîlik dünün, bugünün olduğu kadar yarının insanına da hitap etmeyi
gerektirir. Çağın güncel meselelerinin nihai çözüm yolu İslam dairesi
içerisinde kalarak bulunabilir.
Âkif İslâmî ananeye uygun danışmaya ve
hürriyete dayalı meşrutî bir rejim taraftarı olarak II. Abdülhamid’in
sıkıyönetiminin aleyhinde bulunmuştur.
Âkif düşünsel manada başlangıçta selefî,
ömrünün sonlarına doğru ise sufî bir düşünsel içeriğe yönelmiştir.
Elmalılı
Hamdi Yazır (1878-1942)
Antalya’nın Elmalı ilçesinde doğdu. 1895’te İstanbul’a geldi. Felsefe, edebiyat ve matematik ile
uğraştı.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Antalya
mebusu seçildi. Görevi olmadığı halde II. Abdulhamid’in tahttan indirilmesi
için hall fetvasını yazdı. Damat Ferit Paşa hükümetlerinde I. ve II.
kabinelerde Evkaf Nazırlığı (Vakıflar Bakanlığı) yaptı. 1919’da Ayan (Senato)
üyesi oldu. İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ilim şubesinde görev yaptı.
Elmalı’nın gerek Kur’an tefsirindeki
yorumları ve gerekse de başka hususlarda (özellikle hilafetin kutsal olmadığı
hakkındaki görüşleri nedeniyle) modern Türkiye’de birçok Müslüman aydını
etkilemiştir.
Elmalılı, İslâm ümmetinin içtimaî vicdanını
kaybetmesinin büyük felâketlere sebep olacağını, Müslümanları
Avrupalılaştırmanın bir hata olduğunu ve kurtuluşun Avrupa’yı içimizde eritip
kendi değerlerimizi korumakla mümkün olabileceğini yazılarında ısrarla belirtmiştir.
Elmalılı’ya asıl ününü kazandıran eseri Hak Dini Kuran Dili adlı meşhur tefsiridir.
Tefsirde hem rivayet hem dirayet metodunu kullanan Elmalılı, belli başlı
müfessirlerin eserlerinden geniş ölçüde faydalanmıştır.
Elmalılı’ya göre gerçeği kavramak için akıl
tek başına yeterli değildir, onun da ötesinde iman alanı vardır.
Elmalılı’nın sanatçı kişiliği daha çok
hattatlığında ortaya çıkar. Sülüs, nesih, ta’lik ve celi türünde çeşitli
levhalar yazmıştır.
Muhammed
İkbâl (1883-1938)
Pakistan’ın Pencap Eyaleti’nin Sialkot
şehrinde doğdu. 1899’da Lahor’un ünlü Doğu Yüksek Okulunun (Oriental College)
Arapça öğretim üyeliğine atanmıştır. Mevlânâ’nın
Mesnevî’sini İngilizceye tercüme ederek ün kazandı.
Eserlerini İngilizce, Farsça ve Urduca ile
kaleme almıştır. Dördü Urduca, yedisi Farsça
olmak üzere 11 şiir kitabı bulunmaktadır. Şiir kitaplarından en meşhuru Esra-ı
Hodî (Benliğin Sırları) adlı eseridir. Şiirlerinde Mevlânâ etkisi açıkça
görülür. Nesir olarak yazdığı en önemli eseri ise verdiği 7 konferanstan oluşan
“İslâm’da Dinî Düşünce’nin Yeniden Teşekkülü”dür.
İkbâl kendi dönemindeki İslâmın dar, katı
ve sert kalıplar içine sokulmuş olduğunu düşünüyordu. Dinî dogmatizm dini zedelemişti. Milliyetçilik ve ırkçılık insanlığı
hasım, mütecaviz gruplara bölmüştü. İkbâl,
temel kavram ve sonuçları insan hayatının arınmasını ve her yönde ilerlemesini
mümkün kılacak bir ideoloji geliştirmeye çalıştı.
İkbâl, Hindistan’daki Müslümanların
bağımsızlık mücadelesini ilk defa dile getiren kişidir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında, zor durumda
Pakistan halkını, Türk halkının milli mücadelesine destek vermek için
örgütlemiş, milli mücadelede kullanılmak üzere Pakistan halkından 1,5 milyon
sterlin toplayıp Ankara hükümetine yollatmıştır.
Hilmi
Ziya Ülken (1901-1974)
Selahattin Eyüboğlu ve Cemalettin Ezine ile
birlikte çıkardığı “İnsan’’ dergisi, bir dönemin aydın dünyasında hümanist
yaklaşımıyla büyük bir etki bırakmıştır.
Ona göre, düşünce, bizde toplumsal
sorunlara çare ararken bulunmuş bir şeydi.
Ülken, bilimi ve bilimsel düşünceyi
uygarlık tarihi içinde ele almak istemekle birlikte, Türk bilim ya da felsefesi
tarihinden çok, bir Türk düşünce tarihi yazmayı istemektedir.
Hilmi Ziya Ülken, toplumsal sorunların
düşünce alanında büyük akademik çalışmalara engel olduğunu savunmaktadır.
O’na göre, sosyoloji ile felsefe birlikte,
beraber, aynı paralelde yürümelidir. Sosyolojinin ancak felsefe temeline
dayanılarak kurulabileceğini kabul eder.
Nurettin
Topçu (1909-1975)
1928–1934 yılları arasında Fransa’da
kalmıştır. Sorbonne da lisans eğitimi ve doktora çalışması yaptı. Doktorasını İsyan
Ahlakı isimli eseriyle verdi.
Fransa’da bulunduğu dönemde Louis Massignon
ve Hareket Felsefesi’nin kurucusu olan Maurice Blondel ile tanıştı. Nurettin
Topçu, hareket felsefesinin etkisinde kalmış, bu felsefenin kavramlarını ve
metodunu kullanarak meselelere kendi kültürümüz açısından yaklaşmıştır.
1935 yılında Galatasaray Lisesi’nde
öğretmenlik görevine başlamış ve 1974’te İstanbul Lisesi’nde yaş haddinden
emekli olmuştur. Ülkemiz, ilminden istifadeyi sınırlamak üzere Nurettin
Topçu’yu lise hocalığına mahkûm etmiştir.
Düşüncelerinin arkasında tavizsiz ve kararlı duruşundan dolayı hakkında
birçok soruşturma açılmış, sürgün edilmiştir. Hatta düğün gününde İstanbul’dan
İzmir’e sürgün edilmiştir.
Nurettin Topçu, İzmir’de bulunduğu yıllarda
Fikir ve San’atta Hareket Dergisini çıkarmaya başlamıştır (1939).
Batı düşüncesini çok iyi tetkik etmiş olan
Nurettin Topçu, Batılılaşma peşindeki Türkiye’nin tek taraflı Batı anlayışının
yanlışlığını gözlemlemiştir. Pozitivist ve maddeci Batı’nın
dışında ruhçu ve maneviyatçı bir Batı da vardır.
Ona göre tasavvuf, dinde dogmatizmi reddeden
felsefi bir tutumdur.
Eserlerinde ahlakî bir sosyalist tutum göze
çarpar. Ahlak nizamını esas alan ve buna dayalı ekonomik paylaşımı gözeten bir
ruhçu sosyalizmdir ondaki.
İslâm dinîn özü ve esası ahlaktır. Müslüman
olmak aynı zamanda İslâm ahlâkına sahip olmaktır, onu kendi hayatında
yaşatmaktır.
O “isyan” kelimesiyle nizam yıkıcı ihtilal
ve anarşiyi değil, iradenin kendi içinde bulunduğu şartlara boyun eğmeyerek
başkaldırmasını kastetmektedir. İsyan,
iradenin mükemmelliğe giden yolda önünü kesen her engele karşı çıkmasıdır.
Topçu’ya göre hakikat yolculuğunda bir
basamak olan sanat, kendisinden daha üst basamakları temsil eden ahlak ve hayrın
yanında anılmalıdır. Sanat insanı, Allah’a yolculukta kendisinden daha ileri
durak olan ahlaki yaşayışa da hamlelere hazırlar.
Roger
Garaudy (1913-2012)
Marsilya’da doğdu. Sorbon’da felsefe
öğrenimi gördü. Kendisini koyu bir Protestan
olarak yetiştirdi. 1933’te Fransız Komünist
Partisine üye oldu. Bu tarihten 1962lere kadar çeşitli dönemlerde milletvekilliği
ve senatörlük yaptı. Zaman zaman da çeşitli fakültelerde öğretim görevlisi
olarak bulundu. Marksizm hakkında araştırmalarda bulundu.
1981 yılında Müslüman oldu. Müslüman
olduktan sonra Reca Carudi ismini al
Batı Medeniyeti’nin, üçüncü dünyanın ve
daha genelde insanlığın temel problemleri ve geleceği hakkında yoğun
araştırmalar yaptı. Ona göre bu büyüme modeli insan
ile tabiat arasındaki ilişkileri asıl mecrasından uzaklaştırmaktadır. Günümüzde
insan, yalnızca üretmek ve yalnızca tüketmek için vardır…
---
İslâm Düşünce Tarihi
Editör: Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2070
Eylül 2010, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder