8 Haziran 2015 Pazartesi

Korku Sineması Ansiklopedisi

Korku Sineması Ansiklopedisi
60’lardan Günümüze


Korku sineması kadar popülaritesini her dönem koruyan ve izleyicinin ilgisini sürekli ayakta tutan bir film türü yok gibidir.

Diğer türlerin aksine zengin bir alt tür menüsüne sahip olan korku her on yılda bir farklı ürünlerle kendini yenilemiştir.
Sessiz sinema döneminin dışavurumcu şaheserleri (Nosferatu, Dr. Caligari’nin Muayenehanesi), 30’ların Universal filmleri (Drakula, Frankenstein…), 40’ların RKO logolu psikolojik korkuları (Kedi İnsanlar, 7. Kurban), 50’lerin bilim kurgusal gerilimleri (Ceset Yiyenlerin İstilası, Onlar), Hammer yapımevinin klasikleri (Frankenstein’ın Laneti, Drakula), 60’ların “Psycho” (Sapık), “Night of the Living Dead” (Yaşayan Ölülerin Gecesi) ve “Rosemary’s Baby”leri (Rosemary’nin Bebeği), 70’lerin “The Exorcist” (Şeytan), “The Texas Chainsaw Massacre” (Teksas Elektirikli Testere Katliamı), “Suspiria”ları; 80’lerin şok edici gore ürünleri, gençlik düşmanı slasher’ları ve dönemin diğer zombili, psikopatlı, şeytanlı, filmleri ilham verici özelliklerini bugün de korumaktadır.
…türün kaderini William Friedkin’in “The Exorcist”i (1973) değiştirmiştir.

KORKU SİNEMASININ TARİHÇESİ
…korku türünün ilk esin kaynakları (…) gotik romanlardır.
1896 yılında Georges Méliès sadece 2 dakika süren bir film çeker. “Le manoir du diable” (Şeytanın Şatosu) adlı bu film bir vampir yarasanın şeytana dönüşmesini konu almaktadır ve sinema tarihçilerinin bir kısmına göre ilk korku örneği olarak kabul görmüştür.

Murnau (1881-1931) bütün zamanların en iyi vampir filmlerinden “Nosferatu, eine Symphonie des Grauens”la (Nosferatu, Dehşetin Senfonisi- 1922) adını korku sineması tarihine altın harflerle yazdırmıştır. Murnau, gölgemsi figürlerle ürpertici bir atmosfer yakalar; mekânlar otantiktir, görüntüler zamanının çok ötesindedir.

30’larda sesli sinemaya geçişle birlikte Avrupa’da sular durgunlaşırken Nazi rejiminin baskısıyla pek çok yetenekli yönetmen, oyuncu ve kameraman ABD’ye göç etmiştir. Universal yapımı korku filmlerinin başlangıcı tam da bu yıllara denk düşer.

“Dracula” (1931) Universal’in ilk iddialı korku projesidir.
Boris Karloff’un oynadığı “Frankenstein” yine bu yıllarda çekilir.

40’larda savaşın dehşetini yaşayan sinema dünyası korkuya daha mesafeli bir duruş sergilemiştir. Bu dönemde RKO firmasının filmleri dikkat çeker.

Mark Robson’un ilk filmi “The Seventh Victim”(Yedinci Kurban, 1943) korku klasikleri “Rosemary’s Baby” (şeytana tapınanlar) ve “Psycho”nun (duş sahnesi) öncülüdür. Ayrıca, cinsel eğilimlerin sadece ima edildiği o yıllarda lezbiyen altmetniyle dikkat çekmiştir.

İlk hayaletli ev filmi “The Uninvited” Paramount Pictures tarafından bu dönemde çekildi.

50’li yıllar soğuk savaşın paranoya atmosferinde geçer.

Hitchcock’un ilk korku filmi olan “Psycho” (Sapık-1960) slasher ve psycho thriller olarak adlandırılan alt türlerin öncülüdür; defalarca taklit edilmiştir.
Daha kötümser bir film olan “The Birds” (Kuşlar), 70’lerde popüler olacak saldırgan hayvan temalı alt türün rehberidir.

Polanski’nin şeytanlı filmlerin yolunu açan “Rosemary’s Baby” (1968) bu yıllarda çekilen bir diğer kilometre taşı filmdir.

George A. Romero’nun çığır açan “Night of the Living Dead”i (Yaşayan Ölülerin Gecesi, 1968) sahte bilimsel referanslarıyla 50’lerin bilim kurgu korkularını temel alan bu mini bütçeli film görülmemiş bir gişe hasılatı elde etmiştir.

Bu dönemde Japonya’da Kaneto Shindo ülkenin iç savaşlar yaşadığı Orta Çağ yıllarında geçen erotizm yüklü doğaüstü bir drama (Onibaba, Çukur, 1964), Masaki Kobayashi ise hayalet ziyaretleri anlatan 4 bölümlü bir dönem filmi (Kwaidan, Hayalet Hikâyesi, 1964) yönetmiştir.

Georges Franju (1912-1990) tarafından çekilen “Les yeux sans visage”la (Yüzü Olmayan Gözler, 1960) yeni bir alt türün (manyak cerrahlar) doğuşuna vesile oldu.

“Village of the Damned” (Lanetli Kasaba, 1960) şeytani çocuk izlekli filmlerin ilk yetkin örneğidir; küçük bir İngiliz kasabasında aynı gün dünyaya gelen, birbirlerine su damlası gibi benzeyen üstün zekâlı çocukların hain planlarını konu alır.

Korku sineması 70’lerde altın çağını yaşamıştır.
70’lerin ilk bombası “The Exorcist” (Şeytan, 1973) William Friedkin’in usta işi anlatımıyla beyazperdeye taşınmıştır.
“The Omen” (Kehanet, 1976) 70’lerin ikinci popüler şeytanlı filmidir; konusu, evlatlık aldığı çocuğun kıyamet habercisi bir iblis olduğunu fark eden aileden zengin bir büyükelçinin çevresinde şekillenir.

“Alien” (Yaratık, 1979) 50’lerin paranoya eksenli bilim kurgu-korkularıyla benzeşir; sanat yönetimi ve özel efektleri eşsizdir.

Steven Spielberg’in yönettiği “Jaws” (Denizin Dişleri, 1975) saldırgan hayvan izlekli filmlerin en ünlüsüdür

Tobe Hooper’ın nekrofil seri katil Ed Gein’ın cinayetlerinden esinlenerek hayata geçirdiği “The Texas Chain Saw Massacre” (Teksas Elektrikli Testere Katliamı, 1974) gösterildiği dönemde tam bir şok yaratmıştır.

Brian De Palma’nın ilk korku filmi “Sisters” (Kızkardeşler) kanlı bir “Arka Pencere-Sapık” çeşitlemesidir (hemen her filminde Hitchcock referansları göze çarpar).

Wes Craven ucuz vahşet gösterileri sunan istismar ürünleri “Last House on the Left” (Soldaki Son Ev, 1972) ve “The Hills Have Eyes” ile (Tepenin Gözleri, 1977) dikkat çekmiş, Sharon Stone ve Johnny Depp’i sinemaya kazandırmıştır.

“Halloween” (1978) John Carpenter’ı korkunun önemli isimlerinden biri yapmıştır.

David Lynch büyüleyici “Eraserhead”le (Silgi Kafa, 1977) geleneksellik karşıtı tavrının ilk sinyallerini vermiştir; tek odalı izbe evinde yeni doğmuş deforme bebeğiyle yaşayan bir adamın tuhaf bir fantezi dünyasına sürüklenmesini anlatır; filmde tek bir normal karaktere rastlamak olası değildir.

David Cronenberg “Shivers” (Parazit Katiller, 1975) ve “Rabid”le (Kuduz, 1977) bedensel korku diye anılan yeni bir alt türün mimarı olmuştur.

Dario Argento’nun filmleri “Profondo rosso” (Derin Kırmızı, 1975) ve “Suspiria”da (1977) şiddet çok daha yoğun ve abartılıdır; büyücülerin hüküm sürdüğü bir bale okulunda geçen “Suspiria” bütün zamanların en popüler Avrupa korkusudur; renk ve müziğin aşırı kullanımıyla görsel-işitsel bir ziyafet sunar izleyenlere; cinayet sahneleri absürd ve vahşidir…

80’lerde vahşet dalga dalga yayılmış ve beyazperdeler kana bulanmıştır.
“The Evil Dead” (Şeytanın Ölüsü, 1981) dönemin simge filmlerinden biridir.

“Friday the 13th” (13. Cuma, 1980), yoz gençler bilinmeyen katiller tarafından kesici aletlerle katledilir.

…cinayete kurban giden bir çocuğun hayaletiyle karşılaşan dul bir bestecinin hikâyesini anlatan “The Changeling” (Dehşet, 1980) 80’lerin ve bütün zamanların en iyi Kanada korkularından biridir.

“The Fog” (Sis, 1980) Carpenter’ın ilk doğaüstü korkusudur; yeni çevrim “The Thing”de (Şey, 1982) müthiş makyaj efektleriyle gövde gösterisi yapmıştır.

Wes Craven “A Nightmare on Elm Street”de (Elm Sokağında Kâbus, 1984) korku sinemasının en belalı karakterlerinden Freddy Krueger’le tanıştırır izleyiciyi.

Michael Mann 80’lerde çarpıcı görsellikleri ve şahane elektronik müzikleriyle baş döndüren iki korku-gerilim yönetmiştir: “The Keep” (1983) ve “Manhunter” (1986). Dahi seri katil Hannibal Lecter’ın ilk kez huzurlara çıktığı “Manhunter”da emekli bir FBI ajanı çocuklu aileleri katleden bir manyağın izini sürer…

Tobe Hooper 80’lerin başlarında ilk stüdyo filmi “Poltergeist”la (Kötü Ruh, 1982) iddialı bir şekilde piyasaya çıkmıştır

Stanley Kubrick’in “The Shining” (Cinnet, 1980) adlı filmi kış boyunca kapalı kalan lüks bir dağ otelinin bakıcılığını alan alkolik bir yazarın deliliğe sürüklenişini anlatır; romanındaki doğaüstü motiflerin Kubrick tarafından bertaraf edildiğini düşünen Stephen King filmi sevmemiştir ama “The Shining” kısa zamanda korku sinemasının unutulmazları arasındaki yerini almıştır.

Clive Barker’ın sado-mazo fantezilerle süslediği “Hellraiser” (1987), “Alien” taklidi “Xtro” (1983), “Gothic” (1986) ve “Paperhouse” (1988) adlı filmleri dönemin ses getiren İngiliz yapımlarıdır.

80’lerde İtalyan piyasa yönetmenleri çılgın gore filmleri üretmişlerdir; Lucio Fulci kan ve vahşet sattığı filmleriyle 80’lerin parlayan yıldızıdır

İtalyan korku sinemasının 80’lerdeki en sabıkalı filmi “Cannibal Holocaust”dur (1980). Filmin yönetmeni Ruggero Deodato gerçek cinayetlere yer verdiği sanısıyla ülkesinde hâkim önüne bile çıkmıştır.

90’lar.
“The Silence of the Lambs” B sineması kökenli Jonathan Demme’nin ilk korku filmidir. Film 5 dalda Oscar kazanarak korku sinemasının prestijini yükseltmiştir.
“Bram Stoker’s Dracula” (1992) ve “Mary Shelley’s Frankenstein” (1994) ihtişamlı setleri ve yıldız oyuncularıyla klasik korkuların izini sürmüşlerdir.

Hideo Nakata’nın “Ringu”su (1998) tüm zamanların en popüler Japon korkularından biridir; seyredenlerin 7 gün içinde ölümlerine neden olan bir video kasetin esrarını araştıran bir kadın gazetecinin hikâyesini anlatır. Aşırılıkların yönetmeni olarak nam salan Takashi Miike’nin “Odishon”u (Ölüm Provası, 1999) finaldeki dayanılmaz ayak kesme sahnesiyle hafızalara kazınmıştır.

Daniel Myrick ve Eduardo Sánchez’in yönettiği “The Blair Witch Project” bulunmuş film materyali konulu, belgesel havası verilmiş (mockumentary) filmlerin moda olmasını sağlamıştır.

“Scream” (1996), “The Sixth Sense” (1999), “The Witches” (1990), “Misery” (1990), “Seven” (1995), “The Bone Collector” (1999) ve “Lost Highway” (1997) 90’lı yılların diğer önemli korku filmleridir.

2000’ler
David Lynch enigmatik ve kasvetli başyapıtı “Mulholland Drive”da (Mulholland Çıkmazı, 2001) izleyenleri yine çetrefili bir düş âleminin içine sokmuştur

“Final Destination” (2000), yaşamları tehlikeye giren seksi genç kızların, yakışıklı erkeklerin serüvenleri işlenmiştir.

Kurbanlarına terk edilmiş mekânlarda ölümcül tuzaklar kuran zekâ küpü bir psikopatla ilgili olan “Saw” (Testere, 2004) ve kötücül bir ruhun musallat olduğu bir çiftin hikâyesini anlatan “Paranormal Activity” (Paranormal Faaliyetler, 2004) “Final Destination” gibi kârlı bir seriye dönüşmüştür

Eli Roth, uçkuruna düşkün 3 gencin Slovakya’da dehşet verici bir organizasyonun tuzağına düştüğü “Hostel”de (2005) kan ve sadizm meraklılarının ekmeğine yağ sürmüştür.

Şeytanlı, şeytan çıkarmalı ve ruh zapt edilmeli filmler 2000’lerde yeniden moda olmuştur. Post apokaliptik zombi salgını (“Resident Evil”, “Underworld” ve “World War Z” gibi) bu dönemin bir başka modasıdır.

Richard Gere’lı “The Mothman Prophecies” (2002) karısı öldükten sonra kendini açıklanamaz paranormal olayların içinde bulan bir Washington Post muhabirinin hikâyesini anlatır.

“The Others” (2001) 2000’lere damgasını vurmuştur; neredeyse tüm karakterleri ölülerden oluşmaktadır; Alejandro Amenábar yönetmiş, Nicole Kidman ışığa duyarlı çocuklarıyla dev bir malikânede yaşayan dindar bir kadını oynamıştır; eve, geçmişten gelen gizemli ziyaretçileri almasıyla ailesiyle ilgili korkunç bir keşifte bulunacaktır.

Takashi Shimizu, kötücül ruhlara ev sahipliği yapan lanetli bir evde geçen “Juon” (2002) serisiyle meşhur olmuştur.

Kiyoshi Kurosawa “Kairo”yla (2001) ruhlar âlemini modern teknolojinin karmaşasıyla bağdaştırmıştır; bir web sitesi aracılığıyla ölülerle iletişime geçen bir grup gencin yaşadığı doğaüstü deneyimleri konu edinen filmin Amerikan (Pulse-2006) ve Türk (D@bbe-2006) versiyonları yapılmıştır.

Kim jee-woon’un doğaüstü dokunuşlu aile trajedisi “Janghwa, Hongryeon”u (2003) ve şiddetin tavan yaptığı seri katil filmi “Akmareul Boatda”sı (2010) etkileyicidir.

“Oldeuboi”yle (2003) kültleşen Park Chan-wook alışılmışın dışında bir vampir filmi (Bakjwi, 2009) yönetmiştir. Joon-ho bong’un “Gwoemul”u (2006) Seul şehrini birbirine katan bir deniz canavarıyla ilgilidir; son yılların ses getiren Güney Kore korkularından biri olmuştur.

İngiliz korku sinemacıları 2000’lere fırtına gibi girmişlerdir; Danny Boyle’un çıldırtan virüslü distopyası “28 Days Later” (2002) bu furyada ortaya çıkmıştır.

Balagueró-Plaza ikilisinin ortak yönettiği “Rec” (2007) en popüler İspanyol korkularından biridir.

Guillermo del Toro’nun İspanya İç Savaşı’nı fon alan “El espinazo del diablo” (2001) ve “El laberinto del fauno”su (2006), Juan Antonio Bayona’nın “El orfanato”su (2007) ödüllere boğulmuştur.

Günümüzde hem kitlesel ürünlerle, hem de bağımsızların katkılarıyla varoluşunu sürdüren korku sineması yaratıcılık krizi yaşamaktadır; konu sıkıntısından nereye saldıracaklarını bilemeyen Hollywood stüdyolarının en büyük silahı yeni çevrimler (remake), devam filmleri (sequel), öncesini anlatan filmler (prequel) ve çizgi roman uyarlamalarıdır.

---

Tuğrul Sezer
Cinius Yayınları

Mayıs 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder