19. Asırda
Osmanlı Türk Düşüncesi
BATI
İLE İLİŞKİLER VE YENİLİK HAREKETLERİ
Türklerin bugün “Batılı” dediğimiz
kesimlerle ilk teması Haçlı Seferleri nedeniyle gerçekleşmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar,
Akdeniz’in doğusunda uzun yıllardır devam eden Ceneviz hâkimiyetini sona
erdirdi. Mısır ve Suriye ile ticari ilişkileri bulunan Venedik, Osmanlılarla
diplomatik temas kuran ilk Batılı topluluklardandır.
Batıya karşı mesafeli tutum takınan
Osmanlılar ancak 17. Yüzyıldan sonra bu coğrafyayı tetkik etmek gereği
duymuştur. 1721 tarihinde Paris’e giden 28 Çelebi Mehmet Efendi,
sefaretnamesinde dönemin Avrupası hakkında detaylı bilgiler derlemiştir. Aynı
gezide yanında bulunan oğlu Said Mehmet Efendi, matbaaları incelemiş ve saraya
döndüğünde bir matbaa kurulması için sadrazamla görüşmüş ve bu işi İbrahim
Müreferrika’ya havale etmiştir.
III. Mustafa (1757-1773) döneminde, askerî
alanda ordunun Batı esasına göre düzenlenmesi üzerinde durulur. Yapılacak yenilikler konusunda, Baron de
Tott isimli Macar asıllı bir Fransız ajan padişaha yardımcı olur. Mühendishane mektebinin kurulması, bu devrin
yenilikleri arasında yer alır.
II. Mahmut (1808-1839) döneminde Yeniçeri
ocağı kaldırılmış yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu
kurulmuştur.
1838’de Rüştiye okulları açılmıştır.
FELSEFÎ
AKIMLAR
Osmanlının 16. yüzyıldan sonraki
dönemlerinde düşünceye itibar edildiğini söylemek doğru olmaz. Ne zamanki atı
alanın Üsküdar’ı geçtiği fark edildi işte ancak o zaman Batılıların neler
yaptığı ve hangi fikirlerle yaptığı merak edilir olmuştur ki bu da düşünceye
önem verilmeye başlandığı algısına sebep olmasın: düşünce, bilmediğini fark
etmekle başlar, Osmanlı’da bu olmadı. Aydın diye nitelenen zevat kendi
meşreplerince Batıdaki fikri akımları nakletmek yolunu tuttu.
Rasyonalizm, aklı yüceltir.
İbrahim
Şinasi
1826’da İstanbul’da doğdu. Küçük yaşta Tophane
kalemine giren İbrahim Şinasi, orada İbrahim Efendi’den İslâmi bilimleri öğrendi.
Fransız uzman Chateuneuf’tan Fransızca dersi aldı. 1849’da Paris’e gitmiş ve
1855’te İstanbul’a dönünce Meclis-i Maarif üyeliğine atanmıştır.
Şinasi, ilk Batı şiiri örneği olan Tercüme-i
Manzume’yi 1859’da yayımlamıştır.
Divan’ındaki Reşit Paşa kasidesi Ali Paşa’yı
kızdırdığından Meclis-i Maarif üyeliğinden alınmıştır. Düşünsel faaliyetlerini
kendisinin çıkardığı Tasvir-i Efkâr’da sürdürür. Görevden alındıktan sonra
Paris’e gitmiştir. 1870’de İstanbul’a
dönen Şinasi, 1871’de ölmüştür.
Ona göre, Batı medeniyetinin temelinde akıl
ve adalet vardır. Kanun, yeni medeniyetin temeli sayılır. O, İslâmiyet’in
bilgisizlik devrini kapattığı gibi yeni medeniyetin akıl ve adalet devrini açtığı
düşüncesindedir. Rejim değişikliği
düşüncesinde olmayan Şinasi, herkese eşit ölçüde yaklaşan bir hükümdar
istemektedir. Hükümet fikri, sorumluluk
fikrine bağlıdır. Hükümet, halkı memleket yönetimine ortak edebilirse,
sorumluluğu o oranda hafifler.
Hoca
Tahsin Efendi
Hoca Tahsin Efendi, 1811’de Arnavutluk’ta
doğdu. 1857’de Paris’te, Mekteb-i Osmani öğretmenliği
yapmıştır. 1868’de yeni açılan
Darü’l-fünûn’un müdürlüğüne tayin edilir. Sanayinin teşvik edilmesi gayesiyle
konferanslar tertip etmiş, bu konferanslar esnasında çıkan tartışmalardan sonra
görevinden azledilmiştir. Ömrünün kalanını küçük bir mektepte tamamlamıştır.
Bu dönemde felsefi anlamda akılcılık
üzerinde en dikkate değer şekilde duran Hoca Tahsin Efendi’dir. O, duyularla
elde edilen bilgiye inanmakla birlikte, insan aklının bu bilgileri oluşturmasında,
genelleştirmesinde ve bütünü kavramada, duyulara üstünlüğünü kabul etmektedir.
Bütün ilimlerin aletinin anlama kuvveti olduğu
düşüncesindedir.
Bizim beynimiz, duyumlarımız vasıtasıyla, dış
dünyadaki cisimlerden etkilenerek birtakım izlenimler alır ve bu izlenimler
neticesinde de ruhumuzda bilinç meydana gelir. Ruhumuzda meydana gelen bu
durumdan biz, vicdanımızla haberdar oluruz.
İnsan, ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Ruh,
kendi başına varlığını devam ettirebilir, ama beden varlığını ruha borçludur.
Ruh, gelip geçici değil, beden ise gelip geçicidir.
Pozitivizm
Pozitivizm, bilgide deney ve gözlemi esas
alan felsefedir. Pozitivistler, din ve metafiziksel bilgileri, bilgi olarak
kabul etmezler.
Beşir
Fuad
1852 veya 1853’te doğduğu tahmin edilen
Beşir Fuad ilköğrenimini Fatih Rüştiyesi’nde yapar. Burada Arapça ve Farsça’yı
öğrenmiştir. Kur’an’ı, Fransızca çevirisinden öğrenmiştir. Öğrenimini Suriye’de
Cizvit Mektebi’nde sürdürmüştür. 1867-1870 yılları arasında Askerî İdadî öğrenimini
yaptıktan sonra, 1871’de Harbiye Mektebi’ne girmiştir. Harbiye’den mezun
olduktan sonra, Yaveran-ı Hazret-i Şehriyarî görevinde bulunmuştur. 1875-1876 Sırp
savaşlarına, 1877-1878 Osmanlı Rus savaşına, Girit isyanları sırasında oradaki
eşkıya hareketlerini bastırmaya fiilen katılmıştır. 1881-1882 yıllarında İstanbul’da
kolağası olarak, Harbiye Levazımat-ı Umumîyesi dairesi teftiş heyeti
komisyonunda üyelik yapmıştır. Askerîyedeki son görevi, Haydarpaşa Hastanesi
hesaplarının incelenmesine memur olarak tayin edilmesidir. 5 Şubat 1887’de
intihar ederek ölmüştür.
Çeşitli gazetelerde yazıları yayınlanan
Beşir Fuad’ın İki Bebek, Binbaşıyı Davet, Birinci Kat, Beşer, Mebhas-ı Kıhıf ve
Netayici, Mektubat, İntikad ve Voltaire isimli telif eserleri ve çevirileri vardır.
Yazılarında materyalist ve pozitivist düşünürlere çokça atıf yapmıştır.
Gerçeğe uygun olmayan bir şeyin yanlış kabul
edilmesi gerektiğini düşünen Beşir Fuad hayallerle beslenen düşünce ve edebiyat
akımlarına değer vermez. Beşir Fuad düşünce çevrelerinde takipçi bulamadı.
Servet-i Fünun döneminin moda akımlarından olan parnas ekolünün de etkisiyle
bazı edebiyatçıların ona ilgi duyduğu söylenebilir (O halde müfredatı niçin bu
isimlerle meşgul ediyoruz, yokluktan ötürü).
Materyalizm
Materyalizm, her şeyin yegâne sebebinin
madde olduğunu, maddenin dışında zihinsel ve doğaüstü hiçbir gücün bulunmadığını
kabul eden felsefe anlayışıdır.
1826’da, Avrupai nitelikte açılan Tıbhane
Mektebi’nin kütüphanesi, o sıraların fikrî modasına uygun olarak zamanla
materyalist anlayıştaki kitapları içeren bir kütüphane haline gelmiştir.
Ludwig Büchner’in Madde ve Kuvvet isimli
eseri o dönemde pek çok kalem sahibini etkilemiştir.
AHMET
CEVDET PAŞA
1822’de Lofça’da dünyaya gelmiştir. İlköğrenimini
burada yapmıştır. 1839’da öğrenimini tamamlamak üzere İstanbul’a gitmiştir.
Fatih Camiinde derslere devam etmiştir. 1845’te
müderris olmuştur. Murat Molla tekkesine giderek Farsça dersleri yanında Murat
Molla’dan mesnevi okumuştur. Tavsiye
üzerine Reşit Paşa’nın çocuklarına ders vermek üzere konağa devama başlamıştır.
Ali ve Fuad Efendilerle yakın dost olmuştur. Reşit Paşa, onu bazı devlet işlerinde
kullanmıştır.
1850’de Meclis-i Maarif üyeliğine ve
Darülmuallimin müdürlüğüne atanmıştır. 1851’de Kavaid-i Osmaniye isimli
eserinin Padişah Abdulmecid’den basılması emri alınmıştır. 1855’te Tarih’in ilk
üç cildini yazması üzerine Süleymaniye rütbesine geçmiş ve vakanüvis olmuştur.
1855’te, Kitabü’l - Buyû yazmaya başlamıştır. 1856’da Galata mollası olmuştur.
1857’de Mekke payesi almıştır.
1861’de, iki meclisin birleştirilmesiyle
kurulan Meclis-i Vala’ya üye olmuştur. 1866-1868 arasında Halep valiliğinde
bulunmuştur. 1868’de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye reisliğine atanmıştır. 1873’te Maarif-i Umumiye nazırlığına atanmıştır.
İdadiler için Miyar-ı Sedat ve Kavaid-i Türkiye isimli eserlerini yayınlamıştır.
1876’da tekrar Suriye valiliğine atanmıştır.
1879’da adliye nazırı olmuştur. 1885’de Rumeli-i Şarkî komiserliğinde
görevlendirilmiştir. 1886’da tekrar Adliye nazırı olmuştur. Girit Fermanı
komisyonuna reislik yapmıştır. 1890’da azledilmiştir. 1895’te vefat etmiştir.
Cevdet Paşa, kurucu, yapıcı ve uzlaştırıcı
bir kişiliğe sahiptir. Avrupa’ya hayran ve medeniyetçidir. Tarih anlayışı, çevirisini yaptığı İbn-i
Haldun’un Mukaddime’sine dayanır. Onun eserleri arasında en önemlisi hiç şüphesiz,
Mecelle’dir. Bu kitap, Hanefî fıkhını esas alan Arapça fıkıh kitaplarının muamelat
yani, medeni hayata ait hükümlerine dayanılarak yazılmış bir kanun kitabıdır.
Bütün halinde 73 bab ve 1851 maddeden
ibarettir. Mecelle, Türk Medeni
Kanununun 17 Şubat 1926’da yürürlüğe girinceye kadar Türk mahkemelerinde
önemini sürdürmüştür.
ALİ
SUAVİ
1839’da İstanbul’da doğmuştur. Davutpaşa Rüştiyesi’nde
ve ardından Medresede öğrenim görmüştür. İlk görevi yoklama kaleminde kâtipçiliktir.
Sonra Bursa Rüştiyesi’yle, Simav ve Filibe Rüştiyesi’nde öğretmenlik, ayrıca Filibe’de
ticaret mahkemesi reisliği yapmıştır.
M. Philippe’le Muhbir gazetesini çıkarmıştır.
Yeni Osmanlılarla birlikte Avrupa’ya gitmiştir. Londra’da Muhbir, Paris’te
Ulum, Bab-ı Ali gazeteleriyle Fransızca olarak République’i çıkarmıştır. Bir İngiliz
kadınla evlenmiştir.
Abdülhamid döneminde Galatasaray
Sultanisi’ne müdür olarak atanmıştır. 1878 yılında Çırağan Sarayı baskınında
öldürülmüştür.
Kur’an’ı Türkçe okumak gerektiğini ileri
sürer. Hatta hutbelerin Arapça okunmasına karşı çıkar. Hilafet kurumunu kabul
etmeyen Suavi, halife unvanının sadece Hz. Ebu Bekir’e ait olduğunu söyler.
İslam’da ruhbanlık diye bir kurum bulunmadığından,
teokratik yönetim şekline karşıdır.
Bu nedenle o, mutlakiyet idaresi yerine meşrutiyet
idaresine geçmenin zorunlu olduğunu düşünür. O, dinsel kanunlara karşı laikliği,
mutlak idareye karşı cumhuriyeti, Osmanlıcılığa karşı da Türkçülüğü savunur.
NAMIK
KEMAL
1840’da Tekirdağ’da doğdu. 10 yaşında dedesi ile birlikte Kars’a gitti.
İstanbul’a döndükten sonra dönemin şairleriyle tanıştı; Hersekli Arif Hikmet’in
evinde şair toplantılarına katıldı. Gümrük kalemine memur olarak girmiştir.
Şinasi’yle tanıştıktan sonra onun tesiriyle geleneksel şiir tarzından
uzaklaşmaya başladı. Fransızca ve hukuk dersleri aldı. Arkadaşlarıyla birlikte Fransa’ya
kaçtı. Diyojen gazetesine fıkralar yazdı, Ebuzziya’yla birlikte Tasvir-i Efkâr’da
gazetecilik yaptı.
Vatan Yahut Silistre adlı oyununun gösterimi
yasaklandı kendisi de Magosa’ya sürgün edildi. Abdülhamid devri başında İstanbul’a
döndü. Mithat Paşa ile tanıştı ve Devlet Şûrası üyeliğine getirildi. Kanuni
Esasî encümeninde çalışmıştır. Encümen çalışmaları sırasında muhalefeti
nedeniyle Midilli’ye sürgün edildi. Rodos ve Sakız adalarında devam eden sürgün
günlerinde sağlığı bozuldu ve 1888’de zatürreden vefat etti.
İbret gazetesindeki yazılarında Avrupa
medeniyetini örnek almak gerektiğinden dem vurur. Döneminin siyasal salgını
olan milliyetçiliğe rağmen Osmanlı toplumunun yüzyıllardır farklı milletlerin
bir arada yaşayabildiğine dikkat çekerek bu birlikteliğin pekala devam
edebileceğinin altını çizer. Bunun için ortak çıkarlar etrafında birleşilen bir
vatan kavramı ortaya atar.
Namık Kemal, bir toplumda bireylerin
derecelerine göre, yönetici ve memur olarak bulunmasının hakların korunması
için olduğunu belirtiyor. Ona göre, yönetici ve memur sınıfları dışındaki
bireylerin birbirlerine ve genele karşı sahip olduğu yapma gücünün manevi
ifadesine kamu sanısı denir. Siyaset biliminde kamu sanısı, halkın bir
problemde birleştiği genel kanaattir.
İnsanın ortaya koyduğu gelişmeler medeniyet
sayesinde olduğundan, medeniyet asla ihmal edilemez. Her şeyden önce insanın en
önemli hakkı, hürriyetle yaşamaktır. Hürriyet ise medeniyetle korunur.
---TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ
Editör: Prof. Dr. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2638
2. Baskı, Nisan 2013, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder