11 Ocak 2017 Çarşamba

Türkiye'de Sosyoloji: 19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi

19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi

BATI İLE İLİŞKİLER VE YENİLİK HAREKETLERİ
Türklerin bugün “Batılı” dediğimiz kesimlerle ilk teması Haçlı Seferleri nedeniyle gerçekleşmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar, Akdeniz’in doğusunda uzun yıllardır devam eden Ceneviz hâkimiyetini sona erdirdi. Mısır ve Suriye ile ticari ilişkileri bulunan Venedik, Osmanlılarla diplomatik temas kuran ilk Batılı topluluklardandır.
Batıya karşı mesafeli tutum takınan Osmanlılar ancak 17. Yüzyıldan sonra bu coğrafyayı tetkik etmek gereği duymuştur. 1721 tarihinde Paris’e giden 28 Çelebi Mehmet Efendi, sefaretnamesinde dönemin Avrupası hakkında detaylı bilgiler derlemiştir. Aynı gezide yanında bulunan oğlu Said Mehmet Efendi, matbaaları incelemiş ve saraya döndüğünde bir matbaa kurulması için sadrazamla görüşmüş ve bu işi İbrahim Müreferrika’ya havale etmiştir.

III. Mustafa (1757-1773) döneminde, askerî alanda ordunun Batı esasına göre düzenlenmesi üzerinde durulur. Yapılacak yenilikler konusunda, Baron de Tott isimli Macar asıllı bir Fransız ajan padişaha yardımcı olur. Mühendishane mektebinin kurulması, bu devrin yenilikleri arasında yer alır.

II. Mahmut (1808-1839) döneminde Yeniçeri ocağı kaldırılmış yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu kurulmuştur.
1838’de Rüştiye okulları açılmıştır.

FELSEFÎ AKIMLAR
Osmanlının 16. yüzyıldan sonraki dönemlerinde düşünceye itibar edildiğini söylemek doğru olmaz. Ne zamanki atı alanın Üsküdar’ı geçtiği fark edildi işte ancak o zaman Batılıların neler yaptığı ve hangi fikirlerle yaptığı merak edilir olmuştur ki bu da düşünceye önem verilmeye başlandığı algısına sebep olmasın: düşünce, bilmediğini fark etmekle başlar, Osmanlı’da bu olmadı. Aydın diye nitelenen zevat kendi meşreplerince Batıdaki fikri akımları nakletmek yolunu tuttu.

Rasyonalizm, aklı yüceltir.

İbrahim Şinasi
1826’da İstanbul’da doğdu. Küçük yaşta Tophane kalemine giren İbrahim Şinasi, orada İbrahim Efendi’den İslâmi bilimleri öğrendi. Fransız uzman Chateuneuf’tan Fransızca dersi aldı. 1849’da Paris’e gitmiş ve 1855’te İstanbul’a dönünce Meclis-i Maarif üyeliğine atanmıştır.
Şinasi, ilk Batı şiiri örneği olan Tercüme-i Manzume’yi 1859’da yayımlamıştır.
Divan’ındaki Reşit Paşa kasidesi Ali Paşa’yı kızdırdığından Meclis-i Maarif üyeliğinden alınmıştır. Düşünsel faaliyetlerini kendisinin çıkardığı Tasvir-i Efkâr’da sürdürür. Görevden alındıktan sonra Paris’e gitmiştir. 1870’de İstanbul’a dönen Şinasi, 1871’de ölmüştür.

Ona göre, Batı medeniyetinin temelinde akıl ve adalet vardır. Kanun, yeni medeniyetin temeli sayılır. O, İslâmiyet’in bilgisizlik devrini kapattığı gibi yeni medeniyetin akıl ve adalet devrini açtığı düşüncesindedir. Rejim değişikliği düşüncesinde olmayan Şinasi, herkese eşit ölçüde yaklaşan bir hükümdar istemektedir. Hükümet fikri, sorumluluk fikrine bağlıdır. Hükümet, halkı memleket yönetimine ortak edebilirse, sorumluluğu o oranda hafifler.

Hoca Tahsin Efendi
Hoca Tahsin Efendi, 1811’de Arnavutluk’ta doğdu. 1857’de Paris’te, Mekteb-i Osmani öğretmenliği yapmıştır. 1868’de yeni açılan Darü’l-fünûn’un müdürlüğüne tayin edilir. Sanayinin teşvik edilmesi gayesiyle konferanslar tertip etmiş, bu konferanslar esnasında çıkan tartışmalardan sonra görevinden azledilmiştir. Ömrünün kalanını küçük bir mektepte tamamlamıştır.
Bu dönemde felsefi anlamda akılcılık üzerinde en dikkate değer şekilde duran Hoca Tahsin Efendi’dir. O, duyularla elde edilen bilgiye inanmakla birlikte, insan aklının bu bilgileri oluşturmasında, genelleştirmesinde ve bütünü kavramada, duyulara üstünlüğünü kabul etmektedir. Bütün ilimlerin aletinin anlama kuvveti olduğu düşüncesindedir.
Bizim beynimiz, duyumlarımız vasıtasıyla, dış dünyadaki cisimlerden etkilenerek birtakım izlenimler alır ve bu izlenimler neticesinde de ruhumuzda bilinç meydana gelir. Ruhumuzda meydana gelen bu durumdan biz, vicdanımızla haberdar oluruz.
İnsan, ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Ruh, kendi başına varlığını devam ettirebilir, ama beden varlığını ruha borçludur. Ruh, gelip geçici değil, beden ise gelip geçicidir.

Pozitivizm
Pozitivizm, bilgide deney ve gözlemi esas alan felsefedir. Pozitivistler, din ve metafiziksel bilgileri, bilgi olarak kabul etmezler.

Beşir Fuad
1852 veya 1853’te doğduğu tahmin edilen Beşir Fuad ilköğrenimini Fatih Rüştiyesi’nde yapar. Burada Arapça ve Farsça’yı öğrenmiştir. Kur’an’ı, Fransızca çevirisinden öğrenmiştir. Öğrenimini Suriye’de Cizvit Mektebi’nde sürdürmüştür. 1867-1870 yılları arasında Askerî İdadî öğrenimini yaptıktan sonra, 1871’de Harbiye Mektebi’ne girmiştir. Harbiye’den mezun olduktan sonra, Yaveran-ı Hazret-i Şehriyarî görevinde bulunmuştur. 1875-1876 Sırp savaşlarına, 1877-1878 Osmanlı Rus savaşına, Girit isyanları sırasında oradaki eşkıya hareketlerini bastırmaya fiilen katılmıştır. 1881-1882 yıllarında İstanbul’da kolağası olarak, Harbiye Levazımat-ı Umumîyesi dairesi teftiş heyeti komisyonunda üyelik yapmıştır. Askerîyedeki son görevi, Haydarpaşa Hastanesi hesaplarının incelenmesine memur olarak tayin edilmesidir. 5 Şubat 1887’de intihar ederek ölmüştür.
Çeşitli gazetelerde yazıları yayınlanan Beşir Fuad’ın İki Bebek, Binbaşıyı Davet, Birinci Kat, Beşer, Mebhas-ı Kıhıf ve Netayici, Mektubat, İntikad ve Voltaire isimli telif eserleri ve çevirileri vardır. Yazılarında materyalist ve pozitivist düşünürlere çokça atıf yapmıştır.
Gerçeğe uygun olmayan bir şeyin yanlış kabul edilmesi gerektiğini düşünen Beşir Fuad hayallerle beslenen düşünce ve edebiyat akımlarına değer vermez. Beşir Fuad düşünce çevrelerinde takipçi bulamadı. Servet-i Fünun döneminin moda akımlarından olan parnas ekolünün de etkisiyle bazı edebiyatçıların ona ilgi duyduğu söylenebilir (O halde müfredatı niçin bu isimlerle meşgul ediyoruz, yokluktan ötürü).

Materyalizm
Materyalizm, her şeyin yegâne sebebinin madde olduğunu, maddenin dışında zihinsel ve doğaüstü hiçbir gücün bulunmadığını kabul eden felsefe anlayışıdır.
1826’da, Avrupai nitelikte açılan Tıbhane Mektebi’nin kütüphanesi, o sıraların fikrî modasına uygun olarak zamanla materyalist anlayıştaki kitapları içeren bir kütüphane haline gelmiştir.
Ludwig Büchner’in Madde ve Kuvvet isimli eseri o dönemde pek çok kalem sahibini etkilemiştir.

AHMET CEVDET PAŞA
1822’de Lofça’da dünyaya gelmiştir. İlköğrenimini burada yapmıştır. 1839’da öğrenimini tamamlamak üzere İstanbul’a gitmiştir. Fatih Camiinde derslere devam etmiştir. 1845’te müderris olmuştur. Murat Molla tekkesine giderek Farsça dersleri yanında Murat Molla’dan mesnevi okumuştur. Tavsiye üzerine Reşit Paşa’nın çocuklarına ders vermek üzere konağa devama başlamıştır. Ali ve Fuad Efendilerle yakın dost olmuştur. Reşit Paşa, onu bazı devlet işlerinde kullanmıştır.
1850’de Meclis-i Maarif üyeliğine ve Darülmuallimin müdürlüğüne atanmıştır. 1851’de Kavaid-i Osmaniye isimli eserinin Padişah Abdulmecid’den basılması emri alınmıştır. 1855’te Tarih’in ilk üç cildini yazması üzerine Süleymaniye rütbesine geçmiş ve vakanüvis olmuştur. 1855’te, Kitabü’l - Buyû yazmaya başlamıştır. 1856’da Galata mollası olmuştur. 1857’de Mekke payesi almıştır.
1861’de, iki meclisin birleştirilmesiyle kurulan Meclis-i Vala’ya üye olmuştur. 1866-1868 arasında Halep valiliğinde bulunmuştur. 1868’de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye reisliğine atanmıştır. 1873’te Maarif-i Umumiye nazırlığına atanmıştır. İdadiler için Miyar-ı Sedat ve Kavaid-i Türkiye isimli eserlerini yayınlamıştır. 1876’da tekrar Suriye valiliğine atanmıştır. 1879’da adliye nazırı olmuştur. 1885’de Rumeli-i Şarkî komiserliğinde görevlendirilmiştir. 1886’da tekrar Adliye nazırı olmuştur. Girit Fermanı komisyonuna reislik yapmıştır. 1890’da azledilmiştir. 1895’te vefat etmiştir.

Cevdet Paşa, kurucu, yapıcı ve uzlaştırıcı bir kişiliğe sahiptir. Avrupa’ya hayran ve medeniyetçidir. Tarih anlayışı, çevirisini yaptığı İbn-i Haldun’un Mukaddime’sine dayanır. Onun eserleri arasında en önemlisi hiç şüphesiz, Mecelle’dir. Bu kitap, Hanefî fıkhını esas alan Arapça fıkıh kitaplarının muamelat yani, medeni hayata ait hükümlerine dayanılarak yazılmış bir kanun kitabıdır. Bütün halinde 73 bab ve 1851 maddeden ibarettir. Mecelle, Türk Medeni Kanununun 17 Şubat 1926’da yürürlüğe girinceye kadar Türk mahkemelerinde önemini sürdürmüştür.

ALİ SUAVİ
1839’da İstanbul’da doğmuştur. Davutpaşa Rüştiyesi’nde ve ardından Medresede öğrenim görmüştür. İlk görevi yoklama kaleminde kâtipçiliktir. Sonra Bursa Rüştiyesi’yle, Simav ve Filibe Rüştiyesi’nde öğretmenlik, ayrıca Filibe’de ticaret mahkemesi reisliği yapmıştır.
M. Philippe’le Muhbir gazetesini çıkarmıştır. Yeni Osmanlılarla birlikte Avrupa’ya gitmiştir. Londra’da Muhbir, Paris’te Ulum, Bab-ı Ali gazeteleriyle Fransızca olarak République’i çıkarmıştır. Bir İngiliz kadınla evlenmiştir.
Abdülhamid döneminde Galatasaray Sultanisi’ne müdür olarak atanmıştır. 1878 yılında Çırağan Sarayı baskınında öldürülmüştür.

Kur’an’ı Türkçe okumak gerektiğini ileri sürer. Hatta hutbelerin Arapça okunmasına karşı çıkar. Hilafet kurumunu kabul etmeyen Suavi, halife unvanının sadece Hz. Ebu Bekir’e ait olduğunu söyler. İslam’da ruhbanlık diye bir kurum bulunmadığından, teokratik yönetim şekline karşıdır.
Bu nedenle o, mutlakiyet idaresi yerine meşrutiyet idaresine geçmenin zorunlu olduğunu düşünür. O, dinsel kanunlara karşı laikliği, mutlak idareye karşı cumhuriyeti, Osmanlıcılığa karşı da Türkçülüğü savunur.

NAMIK KEMAL
1840’da Tekirdağ’da doğdu. 10 yaşında dedesi ile birlikte Kars’a gitti. İstanbul’a döndükten sonra dönemin şairleriyle tanıştı; Hersekli Arif Hikmet’in evinde şair toplantılarına katıldı. Gümrük kalemine memur olarak girmiştir. Şinasi’yle tanıştıktan sonra onun tesiriyle geleneksel şiir tarzından uzaklaşmaya başladı. Fransızca ve hukuk dersleri aldı. Arkadaşlarıyla birlikte Fransa’ya kaçtı. Diyojen gazetesine fıkralar yazdı, Ebuzziya’yla birlikte Tasvir-i Efkâr’da gazetecilik yaptı.
Vatan Yahut Silistre adlı oyununun gösterimi yasaklandı kendisi de Magosa’ya sürgün edildi. Abdülhamid devri başında İstanbul’a döndü. Mithat Paşa ile tanıştı ve Devlet Şûrası üyeliğine getirildi. Kanuni Esasî encümeninde çalışmıştır. Encümen çalışmaları sırasında muhalefeti nedeniyle Midilli’ye sürgün edildi. Rodos ve Sakız adalarında devam eden sürgün günlerinde sağlığı bozuldu ve 1888’de zatürreden vefat etti.
İbret gazetesindeki yazılarında Avrupa medeniyetini örnek almak gerektiğinden dem vurur. Döneminin siyasal salgını olan milliyetçiliğe rağmen Osmanlı toplumunun yüzyıllardır farklı milletlerin bir arada yaşayabildiğine dikkat çekerek bu birlikteliğin pekala devam edebileceğinin altını çizer. Bunun için ortak çıkarlar etrafında birleşilen bir vatan kavramı ortaya atar.
Namık Kemal, bir toplumda bireylerin derecelerine göre, yönetici ve memur olarak bulunmasının hakların korunması için olduğunu belirtiyor. Ona göre, yönetici ve memur sınıfları dışındaki bireylerin birbirlerine ve genele karşı sahip olduğu yapma gücünün manevi ifadesine kamu sanısı denir. Siyaset biliminde kamu sanısı, halkın bir problemde birleştiği genel kanaattir.

İnsanın ortaya koyduğu gelişmeler medeniyet sayesinde olduğundan, medeniyet asla ihmal edilemez. Her şeyden önce insanın en önemli hakkı, hürriyetle yaşamaktır. Hürriyet ise medeniyetle korunur.
---
TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ
Editör: Prof. Dr. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2638
2. Baskı, Nisan 2013, Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder