11 Ocak 2017 Çarşamba

Türkiye'de Sosyoloji: Meşrutiyet Dönemi Düşünce Akımları

Meşrutiyet Dönemi Düşünce Akımları
Türkiye, Osmanlı Devleti’nin devamı olarak doğmuştur. Bu dönemdeki toplum yapısı ve bu yapıdaki değişmeler bugünkü toplum yapımızı belirlemiştir.
Balkanlarda güçlenen Osmanlı, Avrupa devletleriyle sürekli mücadele içinde olmuştur. Fakat 18. yüzyıldan sonra bu mücadelede şartlar Osmanlının aleyhine dönmeye başlamıştır. Bundan dolayı da ayakta kalmak üzere yenileşme çalışmalarına girişilmiştir. Yenilikçi çalışmaların en önemlileri Tanzimat ve Meşrutiyet olarak göze çarpar. Osmanlı dönemindeki düşünce hareketleri de ağırlıkla bu dönemlerde ortaya çıkar, çeşitlenir.

İkinci Meşrutiyet dönemi fikir akımları Osmanlının dağılmasını önleme kaygısından doğmuştur. Osmanlı toplumunu bir arada tutan en güçlü bağ keşfedilmeye ve geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu akımlardan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük en çok taraftan edinenleridir. Her üç yaklaşımın da sosyolojik bir zemini vardır ancak toplumu bir arada tutmaya yeterlilikleri konusunda fikir birliği olmamıştır.

İkinci Meşrutiyete Kadar Yenileşme Hareketleri
Osmanlı Devleti Batılı devletler karşısında ilk olarak 1699 yılının başında yapılan Karlofça Antlaşması ile resmen toprak kaybetmiştir. Kaybetme duygusu yenileşme hareketlerinin temel hareket noktası olmuştur. Matbaa ve askeri alanda atılan adımlar yenileşme hareketlerinin başlangıcıdır.

Osmanlı devleti 17. Yüzyılın ortalarında duraklamanın farkına varmıştır: Koçi Bey tarafından IV. Murat’a sunulan risalede bunların işaretleri vardır.
Bilginin ve düşüncenin topluma yayılması matbaa ile kolaylaşmaktadır. Ancak matbaa, bilgi ve fikrin yaygınlaşabilmesi için bir araçtır, ortaya çıkmaları için değil.
Osmanlı ordusu düşman karşısında ardı sıra yenilgiler aldıkça orduya da çeki düzen verilmesi gerekli görüldü. 1794 yılında Nizam-ı Cedid ordusunun kurulması bu yöndeki çabaların sonucudur.
Devletin yapısına yönelik yeniliklerin en önemlisi ise 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’dır. Osmanlı tarihinde Tanzimat Fermanı, Batı dünyası karşısında devletin boyun eğmek zorunda kaldığı ve Türk egemenliğinin zayıflamasına yol açan bir dönüm noktasıdır.
Devlet bir taraftan yeniden şekillendirilmeye çalışılırken, bir taraftan da Avrupa’da gelişen hürriyet, eşitlik, demokrasi gibi anlayışlar yayılmaya başlamıştır. Osmanlı yönetimi devleti güçlendirmek ve geri kalmışlığın önüne geçmek isterken ayrılıkçılık hareketlerinin fırsat bulmasına sebep olmuştur. Bunun için İkinci Meşrutiyet aydınlarının en büyük kaygısı devletin bütünlüğünü korumak olarak karşımıza çıkar.

İkinci Meşrutiyet Dönemi Düşünce Ortamı
1876 yılında Kanun-ı Esasi’nin kabul edilmesiyle başlayan I. Meşrutiyet, ülkede hak ve hürriyetler konusunda önemli bir gelişme sağlamıştır. II. Abdülhamit döneminde meşrutiyet rafa kaldırıldıysa da özellikle Jön Türklerin öncülüğündeki çabalar meşrutiyeti geri getirmiştir (1908). Padişahın iradesinden kurtulan ülkede irade artık halkın temsilcilerinden oluşan bir mecliste olacaktır. Bu gelişmeler ilk başlarda heyecan yaratsa da Osmanlının içinde boğuştuğu sorunlar artarak devam etti, devlet yıkıldı ve enkazın içinden Cumhuriyet Türkiye’si doğdu. Bunca olayın yaşanmış olması bakımından II. Meşrutiyet Dönemi sosyoloji için önemli bir laboratuvardır.

İkinci Meşrutiyet döneminde Osmanlı ülkesi 3.272.000 kilometrekare yüzölçüme sahiptir. 30 milyon insan yaşamaktadır. Halkın yüzde sekseni köylerde tarım ve hayvancılık ile geçimini sağlamaktadır. Ekonomi kötü durumdadır. Devlet dış borçla yürütülmektedir.
İlk yapılmak istenen şey Müslim-Gayrımüslim Osmanlı tebaası bütün vatandaşları kuşatan bir siyasi birlik tecrübesidir ki buna İttihad-ı Osmanî/İttihad-ı Anâsır veya Osmanlıcılık diyoruz. Bu düşünce, milliyetçi akımlar karşısında taraftar bulamamıştır. Bunun üzerine Osmanlı tebaası Türk ve Gayrıtürk Müslüman unsurlardan destek alan bir siyasi birlik peşinde koşulmuştur ki buna da İttihad-ı İslam veya İslamcılık denmiştir. Bu hareket da Arap milliyetçileri nedeniyle taraftar bulamamıştır. Nihayetinde Müslüman Türk unsuruna dayalı bir siyasi birlik arayışına girişilmiştir ki buna da İttihad-ı Etrâk, Milliyetçilik ve Türkçülük diyoruz.

Osmanlıcılık
Osmanlıcılık düşüncesi, yüzyıllardır birlikte yaşamakta olduğumuz Osmanlı topraklarının hepimiz için kutsal bir vatan olduğu, bu kutsal vatanda yaşayan bütün halkların bir Osmanlı Milleti oluşturduğu varsayımına dayanmaktadır.
Birinci Meşrutiyet’in ilanında kabul edilen Kanun-i Esasi ile Osmanlı tebasına yasal haklar verilerek yönetimde söz sahibi olmaları yolu açılmıştır. Özellikle Müslüman olmayan Osmanlı tebaasının Müslümanlarla eşit haklara sahip olarak yönetime katılması önemli bir gelişmedir. Bu durum geleneksel Osmanlı Devlet yapısında bir devrimdir.
Osmanlıcılığı savunan aydınlar büyük çoğunlukla Batıcılığın temsilcisidirler. Devletin yönetimini üstlenen İttihat ve Terakki, Osmanlıcılığı temel alarak, unsurlar birliğine (ittihad-ı anasır) önem vermiş, Osmanlı ülkesini bir “vatan-ı umumi” (genel yurt) olarak kabul etmiştir.
Osmanlının son döneminde farklı din ve milliyetteki unsurlar ayrılma hülyasını en üst düzeyde yaşamaya başlamışlardır. Dolayısıyla Osmanlıcılık siyaseti başarılı olamamıştır.
1908 Devrimi, dönemin şartlarından dolayı Osmanlıcılık siyasetiyle İmparatorluğu bütünleştirmek ve geliştirmek yerine, çetin bir siyasi çatışma ve parçalanma sürecine doğru götürdü. Yapay bir vatan ve millet tanımlamasının sosyal gerçeklere uymadığı yaşanan olaylar sonucunda anlaşıldı. Bu sebepten dolayı dönemin en önemli sorunu “millet nedir, milletlerin temel niteliği nedir” üzerinde yoğunlaştı. Devleti ayakta tutacak ve toplumu birleştirecek sosyolojik esaslar arandı. Aydınların İslamcılığa ve Türkçülüğe doğru yönelmeleri büyük oranda bu sebeplerden kaynaklandı.

Batıcılık/Garpçılık
Bu girişim Batı’daki modern gelişmeleri yakalama amacını güden bir fikir hareketi haline gelmiştir. Batılılaşma hareketinde ilk göze çarpan aydınlar arasında, özellikle edebiyat sahasında Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal sayılabilir.
Genç Osmanlılar ilerlemenin yönünü Batı’da görürler. Genç Osmanlılar bütün aydınları etkilemişlerdir. Geri kalmışlığın nedeni olarak da en çok İslamcılık üzerinde dururlar. Aydınlar arasındaki tartışmaların merkezinde de bu tez vardır. Geri kalmışlığı İslam’a bağlayan aydınların hemen tümü pozitivizm ve materyalizme meyyal olmuşlardır. Abdullah Cevdet söz konusu batıcı aydın tipinin bir örneğidir.

İslamcılık
Said Halim Paşa’ya göre dinler hiçbir ilerlemeye engel değildir. Zira örnek gösterile ileri devletlerin de yaslandıkları birer dinleri vardır. Müslümanların ilerlemesine asıl engel, İslam dışı inançların dini inanç gibi yerleşmiş olmasındadır.
İslamcılık, İttihat ve Terakki yönetiminin Abdülhamid’den sonra tekrar değerlendirmeye çalıştığı bir düşünce akımıdır. Önce Osmanlı egemenliğindeki Müslümanlar olmak üzere bütün Müslümanları bir millet olarak birleştirmeyi hedefleyen İslamcılık akımı Osmanlı Devleti’nin bir müddet ümit kaynağı olmuştur. Emperyalizmin öncelikli istila sahası İslam coğrafyası olduğu için bu akımın taraftar bulması da kaçınılmaz görünüyordu. İslam halifesi unvanının Osmanlı padişahında olması, İslamcılık siyasetini ayrıca zorunlu kılıyordu. İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın merkezi Sebilürreşad Dergisi olmuştur. Hatta milli mücadele ve cumhuriyet dönemine kadar devam eden yayın faaliyeti ile İslamcılık düşüncesinin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Türkçülük/Turancılık
Modern Batı toplumlarında ön plana çıkan milliyetçiliğin etkisini burada görmek mümkündür. Etkisi ilk olarak edebiyat alanında, Şinasi ve Ziya Paşa’da görülür. İlmî tetkikleriyle Türkçülük fikrini daha ciddi bir çığır haline getiren Ahmet Vefik Paşa oldu. Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarının başarısızlığı sonucunda Türkçülük son kale olarak öne çıkmıştır.
Türkçülüğün siyasi düşünce hareketi haline gelmesinde Hüseyinzade Ali önemli bir rol oynamıştır. Birlik oluşturulacak Türklerin yaşadıkları coğrafyalar esas alınarak bir vatan tanımlaması yapılarak Turan ismi verilir. Hüseyinzade Ali, Turan ismini Türk kavimleri birliğinin en son hedefi olarak kullanıyor. Daha sonra Ziya Gökalp de bu çizgide yerini aldı.
Türkçülerin önde gelen isimlerinden birisi de Yusuf Akçura idi. Yusuf Akçura ikinci meşrutiyet dönemi düşünce ortamını özetleyen Üç Tarz-ı Siyaset isimli geniş makalesinde aynı zamanda kendi görüşlerini dile getirir. Bu makale adeta üç fikir akımının hem birbiriyle, hem de yaşanan tarihi olaylarla mukayesesi niteliğindedir.
Osmanlıcılığa ve İslamcılığa prensipte karşı olmayan Yusuf Akçura, uygulamada bunların imkân dışı kaldığını düşünür ve Türklerin artık mutlaka milliyetçilik yapmaları gerektiğini vurgular. Akçura, Türkçülük siyasetinin günün şartları bakımından bir ihtiyaç olduğunu düşünür.

FİKİR AKIMLARI VE SOSYOLOJİNİN GELİŞMESİ
Pozitivizmin savunucusu Comte, sosyolojinin de kurucularındandır. 19. Yüzyılda Osmanlı aydınları üzerinde etkili olan pozitivizm dolaylı olarak sosyolojik düşüncenin gelişmesine de katkı yaptı.
İkinci Meşrutiyetten Cumhuriyet’e kadar geçen zaman aralığında hem Gökalp, hem de Sabahattin kendi bakış açılarından memleketin kurtuluşu için sosyoloji bilimini kullanarak öneriler geliştirmişlerdir. Gökalp devletin yönetiminde söz sahibi olan İttihatçıların, Prens Sabahattin ise bu gruba muhalif olan Hürriyet ve İtilafçıların fikir önderliğini yapmıştır.
Gökalp Türkçülük düşüncesiyle de özdeşleşmiştir. Türkçülüğün sosyolojideki karşılığı milliyetçiliktir. Sosyoloji her milletin kendi kültürel özelliklerinden ve tarihi tecrübelerinden ortaya çıkan milli hareketlerini bilimsel bir tespitle “milliyetçilik” olarak adlandırır.
Gökalp’e göre millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan, bir topluluktur.

Gökalp’a göre vatan, uğruna hayatlar feda olunan mukaddes bir ülke demektir. Bu ülkenin vatan olma kutsiyetini mukaddes bir varlıktan alması gerekir. Sosyal gerçekliğin mukaddes olan iki yüzü millet ve ümmettir.
---
TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ
Editör: Prof. Dr. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2638
2. Baskı, Nisan 2013, Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder