Mümtaz Turhan ve
Cemil Meriç
Mümtaz Turhan
1908 yılında doğdu. Felsefe öğrenimi gördü.
Yükseköğrenimine Berlin ve Frankfurt’da devam etti. 1935 yılında Frankfurt
Üniversitesinde Psikoloji doktorasını tamamladı. 1944 yılında Cambridge Üniversitesinde
sunduğu bir araştırma ile ikinci doktorasını aldı. İstanbul Üniversitesinde Tecrübi
Psikoloji Kürsüsü başkanı ve Tecrübi Psikoloji Enstitüsü müdürlüğü görevlerinde
bulundu. 1969 yılında vefat etti.
Mümtaz Turhan “Kültür Değişmeleri” adlı
eseri ile Türk tarihinin çeşitli dönemlerini “serbest” ve “zorunlu kültür değişmeleri”
kavramları ekseninde değerlendirmeye çalışmış ve sosyal psikolojinin verilerini
tarihe uygulamıştır.
Mümtaz Turhan ülkemizde teknik konularda
bile duygular ve basmakalıp düşünce kırıntılarının baskın olduğundan şikâyet etmektedir.
O, bütün alanlarda bilimin ve bilimsel zihniyetin hâkim olmasını istemektedir.
Millî kültürün kurulmasına çalışması bakımından
Ziya Gökalp çizgisinin devamı olduğu kabul edilmektedir.
Kültür
Değişmeleri
Kültür
Değişmeleri, henüz köyden
kente hızlı göç hareketinin ortaya çıkmamış bulunduğu bir zaman diliminde hazırlanmıştır.
Ona göre, kültür değişmeleri esas olarak ya
“iktibaslar” (alıntı) veya çeşitli kültürlerin birbiriyle teması ve karışması sonucunda
meydana gelir.
Kültür; Bir toplumun sahip olduğu maddi ve
manevi değerlerden oluşan bir bütündür. Toplum mensuplarının çoğunda ortak olan
ve onu diğer toplumlardan ayırt eden özel bir hayat tarzı sağlar.
Mümtaz Turhan’da öne çıkan kavramlar
serbest, zorunlu kültür değişmeleri ve alıntıdır. Zorunlu kültür değişmesi,
farklı kültürlere sahip iki toplumsal grup veya toplumdan biri kendi kültürünü
veya belirli bazı unsurlarını kabul etmesi için diğerne baskı yapar. Alıntı
kavramı ile bir grup veya topluluğun başka kültürlerden belirli unsurları aynen
alması anlatılmaktadır. Bir kültür diğer
bir kültürden alıntı yaptığı zaman aldığı unsurlar ister birer cisim, ister örf
ve adet olsun, bunları daima değiştirir, kendisine uydurur.
Mümtaz Turhan kültür değişmeleri kavramları
ekseninde Türk toplumununu tarihî sürecini üç kısma ayırarak ele alır. Bunların
ilki serbest değişmeler devri; yani ondokuzuncu yüzyıla kadar olan dönem. İkinci
safha ise onun geçiş devri olarak nitelediği Üçüncü Selim zamanıdır. Üçüncü
safha ise kapsamlı ve köklü kültür değişmelerinin ancak zorunlu bir şekilde
meydana getirilebileceği düşüncesinin belirmeye başladığı devirdir. Mümtaz Turhan
bu devri İkinci Mahmud’la başlatmakta ve çeşitli kısımlara ayırmaktadır.
Garplılaşmanın
(Batılılaşmanın) Neresindeyiz?
Mümtaz Turhan’a göre, Batı medeniyetinin ana
unsurları bilim, teknik, insan haklarını teminat altına alan hukuk ve
hürriyettir. Hakiki Batılılık ise bu prensiplere bağlılıktır.
Bütün dava, taklitçi bir aşamada kalmadan ve
toplumsal çözülmeye uğramadan yaratıcı bir sentezle kendimize has özgün bir
kültür meydana getirmektir. Bu da ancak Batıdan alacağımız unsurlarla,
kendimizden katacağımız değerlerin uyumu ile mümkün olacaktır.
Biz insanımızın genel mesleki, teknik bilgisini
artırmadan, ona yeni maharetler kazandırmadan, yeteneklerini geliştirmeden ve
dünya görüşünü, zihniyetini bilimsel ilkelere göre değiştirmeden, yani ona ilim
zihniyetini aşılamadan sadece fabrikalar, geniş caddeler açmak, parklar,
barajlar, limanlar yaptırmadan, lüks otomobiller, tarım araçları, radyolar,
buzdolapları vs. almak ve Batılı kanunlar, nizamlar vazetmek suretiyle Batılılaşacağımızı
zannetmişiz. 150 seneden beri hep bu kanaat ve bu batıl itikatle hareket
etmekteyiz.
İlk
Eğitim ve Batılılaşma
Batılılaşmayı, kalkınmayı, ilk eğitime ve
okuma yazma oranına bağlayan akım mensupları Mümtaz Turhan’ın en fazla eleştirdiği
kesimi oluşturmaktadır. Geri kalmışlığın nedeni olarak okuma yazma bilmeyen
köylüleri suçlama eğiliminden dolayı kalemşörlerimiz bu noktada dönenip
durmuşlardır.
Milletler arasında kültür ve medeniyet
farklarını doğuran, onların halk tabakaları değil, aydın zümrelerdir. Türkiye’nin geri kalışının sebebi, halkının
cehaleti değil, aydınlarının gerek nicelik, gerek nitelik bakımından yetersiz
oluşudur.
Mümtaz Turhan iki yüz yıldır süren batılılaşma
hareketinin beklenilen başarıyı sağlayamamasının aydınlar arasında meydana
getirdiği aşağılık duygusu üzerinde durur. Batının yaşam tarzını şekil olarak
almaya, kendisine uygulamaya çalışan taklitçi/kopya tiplerin nedeni de bu
aşağılık duygusudur.
Mümtaz Turhan köylerin küçük ve sayıca çok
olmasının getirdiği zorluklardan ve Türkiye’nin gerçeklerinden yola çıkarak bu
konudaki projesini kitaplaştırmıştır. Buna göre “Kültür ve Sanayi Merkezleri”
adını verdiği kuruluşlar Türkiye’nin her bölgesinde, her kırk köyün bulunduğu
alanın ortasında kurulmasını önermiştir. Bu merkezlerde okul, hastane, sinema
ve küçük çaplı sanayi unsurları bulunacak ve bunlar aracılığıyla köylünün
şehirleşmesi, şehir kültürüyle tanışması sağlanacaktır.
Toprak Reformunun tartışıldığı dönem
içerisinde Mümtaz Turhan bu konuda ayrıntılı bir kitap yazmıştır. Mümtaz Turhan
bu eserinde toprak reformu gibi ekonomik, teknik, toplumsal ve kültürel
boyutları olan bir meselenin bilimsel çalışmalarla değerlendirilmesi gerektiğini
savunmaktadır.
Toplumsal ve millî eğitim bir toplumun, bağımsızlığını,
barış ve sükûn içinde yaşamasını temin eden, topluluk hayatını düzene koyan değerleri,
değer ölçülerini ve sistemlerini genç nesillere aşılaması, benimsetmesi ve yetiştirmesi
şeklinde tanımlanır.
Ahlak eğitiminin küçük yaşlarda verilen bir
din ve estetik eğitimi ile birlikte ele alınmasının gerektiğinden söz eden
Mümtaz Turhan bunun sınırlarını ve tarzını iyi tayin edebilmek için din hakkında
açık ve objektif bir fikrimizin olması ve önyargılardan kurtulmamız gerektiği
kanaatindedir.
“Üniversite
Problemi” adlı 1967 yılında hazırladığı kitabında Mümtaz Turhan Üniversitelerin
ana fonksiyonlarını şu şekilde sıralar:
1. Bilim adamı, araştırmacı yetiştirmek ve
bilimsel araştırmalarda bulunmak,
2. Üniversite de dâhil olmak üzere bütün eğitim
kademeleri için eğitim elemanı yetiştirmek.
3. Kaliteli yönetici ve iş adamı yetiştirmek.
Gerçek bir üniversitenin yokluğu bir ülkenin
kalkınmasına, ilerlemesine mani olabilir, fakat seviyesi düşük bir üniversite
memleketi muhakkak mahva götürür.
Mümtaz Turhan’a göre Türkiye’nin ana ve
hayati davası millet olma ve millî bir kültüre ulaşma davasıdır. İktisadi kalkınma
bu ana davanın küçük bir parçasıdır.
Türkiyenin tarihi ve toplumsal süreci takip
edildiği zaman Atatürk inkılâplarının gayesinin çağdaş medeniyet seviyesinde
bir millet olma ve millî kültüre kavuşmadan başka bir şey olmadığı da anlaşılır.
Mümtaz Turhan’a göre ülkemizde iki kültür
bulunmaktadır: şehir kültürü ve halk kültürü. Bu iki kültür arasındaki derin farklara rağmen her iki topluluğun
temsil ettiği kültürler arasında ortak bağlar vardır. Millet bünyesine ve millî bir kültüre kavuşamamış
bir toplumda demokrasiyi gerçekleştirmek güçtür.
Mümtaz Turhan bilimin bir yöntemden ziyade
bir zihniyet meselesi olduğu düşüncesindedir. Bilimin olmadığı yerde bilgi kırıntıları, kanaatler, batıl
itikatlar, hurafeler bilim sayılmakta, bu yüzden insanlar itham ve hatta mahkûm
edilmektedir.
Cemil Meriç
1912 yılında Balkan Savaşı esnasında ailesi
Yunanistan Dimetoka’dan Hatay’a göç eden Cemil Meriç 1916’da doğdu. 1936’ya
kadar Hatay Fransa’nın mandası altında olan Suriye sınırlarının içerisindeydi.
Ortaöğretimini tamamladığı Reyhanlı Rüştiyesi ve Antakya Sultani’sinde eğitim
Fransız kültürü ağırlıklıydı. İstanbul’da Yabancı Diller okulunda 2 yıl eğitim
aldı. Öğrenimini tamamladıktan sonra Elazığ Lisesi Fransızca öğretmenliğine
atandı.
1946 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’nde Fransızca okutmanı oldu. 1954 yılında uzun zamandır şikâyetçi
olduğu gözlerindeki rahatsızlıktan dolayı birkaç başarısız ameliyat geçirdi.
1955 yılında Paris’te bir hastanede gerçekleşen ameliyattan sonra gözlerinin
iyileşemeyeceği anlaşıldı ve görme yeteneğini tamamen kaybetti. 13 Haziran 1987 tarihinde vefat etti.
Cemil Meriç cumhuriyet tarihimizin en büyük
fikir adamlarından biridir. Batı ve Doğu toplumlarının özellikleri,
sosyolojinin Batı Avrupa’da doğuşu, gelişmesi, önemli sosyolog ve düşünürler,
ideolojiler, toplumsal tabaka ve sınıfar gibi konular üzerinde değerlendirmelerde
bulunulur.
Akademisyen olmadığı halde 1965- 1969 yılları
arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğrencilerine
ders vermiştir.
Cemil Meriç, tenkitçi (eleştirel) sosyologlar
çizgisine mensuptur. Eleştiri
tutumunu benimseyenler ise Batı sosyolojisini hem kendi içinde hem de Türk
toplumuna uygulanabilirliği açısından sorgulamışlardır.
Cemil Meriç tabu ve kalıpları yıkar, her
türlü düşünce, kurum ve kişileri insafsızca eleştirir.
Cemil
Meriç’e Göre Sosyoloji
Cemil Meriç, sosyolojiyi “İçtimai fizik”
veya “fizyoloji” adları ile temelini Saint Simon’un attığı bir bilgi dalı
olarak kabul eder.
Sosyoloji Cemil Meriç’e göre sosyoloji
bilimi “yeni bir ideoloji” ve “buhranların çocuğu”dur. Comte, Fransız
ihtilalinin ölüme mahkûm ettiği Katoikliği, “insanlık dini” ismi altında
hortlatan bir yarı delidir. Le Play kiliseyi temsil eder. Durkheim, sarsılan
düzeni rasyonalizm rayına oturtmak isteyen bir haham torunudur. Sosyoloji aynı zamanda mevcut düzenin
savunmasını üzerine alan yeni bir “teoloji”dir.
Cemil Meriç Amerikan sosyolojisi hakkında da
şu kanaate sahiptir. Bu bilimsel sosyolojinin ilk amacı, Amerikan iş
çevrelerinin mutlak egemenliğini sağlamaktır. Cemil Meriç’e göre o günün Sovyet
sosyolojisi ise sosyolojinin sadece bir karikatürüdür.
Taraf tutmayan insan şahsiyeti felce uğramış
insandır. Kimse tarafsız değildir ve tarafsız sosyoloji de yoktur. Sosyal
bilimler kadar yalanın cirit oynayabileceği saha yoktur. Bütün sosyal bilimler
insanın suç ortaklığını yapmaktır.
Bilgi
Sosyolojisi
Bilgi sosyolojisinin II. Dünya Savaşı’ndan
sonra Amerika’da itibar kazanması Cemil Meriç şu şekilde açıklıyordu: “Bir
parça beyin göçüyle izah edilebilir; ama asıl sebep insanların birbirine
güvenmemesi, reklamın ve propagandanın insan şuurunu bulandırmasıdır. Müselsel
(art arda sıralanan) yalanlardan şuuru bulunan Amerikalı karşısındakinin niçin
böyle söylediğini araştırmak ihtiyacını duymuştur. Oysa bilimsel bir terbiyeden
geçenler düşüncelerini bir altyapıya bağlamak ihtiyacını duyarlar. Ancak
cemiyetin içinde birçok sınıfar doğduğu, yani birçok bilgi doğduğu zaman, bilgi
sosyolojisi kurulur.”
Türkiye’de
Sosyoloji
Cemil Meriç Türkiye’deki ilk sosyolojik
yaklaşımlar hakkında çok olumsuz kanaate sahiptir. Fransa’da liselere alınmayan
sosyolojinin bizde kürsüsünün bulunmasını çok sert ifadelerle eleştirir. Ziya
Gökalp’ın, Mehmet İzzet’in, Necmeddin Sadak’ın temsil ettiği sosyolojinin
hedefinin Türk zekâsını kendisini zerre kadar ilgilendirmeyen konularla meşgul
etmek, gelecek nesillerin uyanmasını engellemek olduğunu iddia eder.
İdeoloji
Ona göre, hiçbir bilim hakikatin bütününü
sunmaz. İnsan bilimlerinin hepsi de bir yanıyla ideolojidir. İdeoloji, yani
belli bir medeniyetin, belli bir inancın, belli bir cemaatin müdafaa silahıdır.
İlkel toplumlar dış dünyayı açıklamak için
mitlere başvururlar, gelişmiş toplumların sosyal ve politik dünyada pusulası
ise ideolojilerdir.
Sosyolojinin
ve Tarihin Kâşifi: İbn Haldun
Çağdaş düşünce Batı’da Machiavelli ile Doğu’da
İbn Haldun’la başlar. Ortak yönleri o zamana kadar teoloji ve ahlakın emrindeki
sosyal bilimleri onların emrinden çıkarmaları, totem ve tabuları yıkmalarıdır.
İbn Haldun içinde yaşadığı çalkantılı
devirleri anlamaya çalışmıştır. Buhranı ne Tanrı’nın iradesiyle izaha kalkışmıştır,
ne dış güçlerle. Çöküşün sebebi toplumun iç yapısıdır.
İbn Haldun tarihi teolojiden temizler,
ölçüsü akıldır. Toplumsal olaylarda tesadüf yoktur. Darwin’in, Marks’ın, Adam
Smith’in birçok görüşleri çekirdek halinde onda mevcuttur. Toplumsal olayların
kanunlarını ele alır ve bilimde değer yargılarına yer vermez. İnsanı belirli
bir coğrafya içinde değerlendirir ve her olayın kendi akışı içerisinde
incelenmesi gerektiğini savunur.
İbn Haldun yeni bir bilim kurduğunun farkındadır.
Umran’la asabiyet, yeni bir bilimin iki anahtarı. Ümran, geniş manasıyla
medeniyet, yani: bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, toplumsal ve
dini düzen, adetler ve inançlar.
Çağdaş
Toplumsal Bilimin Kurucusu Olarak Gördüğü Machiavelli
Gündelik ahlak çok mukaddestir, ama politikada
sökmez. Tabiatta tek kanun var: en kuvvetlinin hakkı. Bütün diğer kanunlar zayışarın
ezilmemek için yarattıkları suni kanunlardır. Machiavelli Prens adlı kitabıyla
politikacıya yalan öğretirken, yalanı, riyayı ortadan kaldırmıştır.
Saint
Simon İlk Sosyolog İlk Sosyalist
Saint Simon’un çıkardığı “Organisateur” adlı
dergide işlenen başlıca konular endüstriyel rejimin nasıl kurulacağıdır. Saint
Simon’a göre, Avrupa’nın iktisadi hayatı beylerin, fikir hayatı rahiplerin
elindeydi. Birinciler üretimi düzenliyordu, ikinciler imanı. Saint Simon’dan
sonra toplum ikiye ayrıldı: Çalışanlar aylaklar. Tembellik bir imtiyazdı
eskiden, bir asillik belgesiydi. Saint Simon için aylak yani eşek arısı, çalışmadan
yiyendir: Rahip, asker, toprağa alın terini katmayan mülk sahibi.
Cemil
Meriç’e Göre Karl Marks ve Max Weber
Marx da politikadan ahlakı kovmuş, ahlakı
bir burjuva yalanı olarak vasışandırmıştır. Marx bir bakıma Machiavelli’nin
devamıdır.
Avrupalıya göre, Marksla Weber, sosyolojinin
iki düşman kardeşidir. Ama Doğu söz konusu oldu mu, rakipler anlaşmazlıklarını
unuturlar, coğrafi kaderciliği “bilimsel” bir hakikat gibi sergiler Marks;
“Ülkedaş”larının Doğuyu sömürürken vicdan Azabı duymamaları için bir kurt masalı
uydurur: ATÜT.
Temel kabul ve varsayımları birer dogma
olarak benimsenen her doktrin bilim olmaktan çıkar, mitoloji olur. Weber, gerçeğin
topyekûn yorumunu yapmak iddiasını güden tarih felsefelerine düşmandır. Sosyolojinin
görevi ne toplumu ıslah etmektir, ne de ihtilalciler yetiştirmek. O da bütün
bilimler gibi, realite hakkında ancak kısmi açıklamalar sunabilir.
Toplumsal
Sınıflar
Burjuvazinin özelliklerini Cemil Meriç şu şekilde
sıralar: a. Rasyoneldir. b. Evrenseldir. Bütün insanlık adına hareket ettiğini
söyler. c. Hürriyeti savunur, çünkü fikirlerini yaymak için hürriyete ihtiyacı
vardır. Burjuvazi kendi sınıfının aristokrasiyle
mücadelesinde mutlak hürriyete taraftardır, halk sınıfları söz konusu olunca
susar.
Sınıfsız bir hürriyet yani havada hürriyet
sadece cemiyetin çöküşünü gösterir. Cehaletin hürriyeti. Söylenecek sözü olan her
zaman ve her yerde hürdür. Var oldukça hürdür.
Entelektüel, toplumsal bir sınıfın parçasıdır.
Düşman sınıfla dövüşerek gelişir ve olgunlaşır. Türkiye’de toplumsal sınıflar
mevcut olmadığından entelektüel de yoktur.
Belli sınıf ilişkileri, belli bir içtimai
yapı, belli edebiyat türlerini yaratır.
---
Türk Sosyologları
Editör: Prof. Dr. M. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2915
2. Baskı, Ağustos 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder