11 Ocak 2017 Çarşamba

Türkiye'de Sosyoloji: 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji

1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji
Türkiye gibi yakın tarihi sürekli dış müdahalelere, altüst oluşlara, kesinti ve dönüşümlere sahne olan bir ülkede sosyolojinin gelişiminin düz bir hat üzerinde ilerlemesi düşünülemez.
1980 sonrasında Türkiye’ye dayatılan politikaların özünde liberalleştirme, ulus-devletin düzenleyici ve kalkınmacı misyonunun tasfiye edilmesi gerçeği yatmaktadır.
Türk-İslam sentezi, askerî yönetimin işbaşında olduğu ve etkisini sürdürdüğü 1980’lerin ortalarına kadar ülkede egemen söylemi oluşturmuştur. Bu resmi ideolojik yönelişin en önemli sonuçlarından biri, solun etkisinin azaltılmasına ve İslamcı akımın yükselişine yol açmış olmasıdır.
1980’lerin ortalarından itibaren, askerî yönetimin geri çekilmesi ve sivil yönetimin işbaşına gelmesiyle siyaset arenasında sivilleşme yönündeki talepler güçlenmiştir. Modernleşmenin yolunun devletin küçültülmesinden ve sivil toplumun güçlendirilmesinden geçtiği vurgulanmaya başlanmıştır. Güçlü bir sivil toplum dayanağından yoksun kaldığı için Türk modernleşmesinin Batı’dan farklı bir niteliğe büründüğü öne sürülmüştür.

1980’lerin ortalarından itibaren Marksist tez ve argümanlar sosyolojideki eski cazibesini ve gücünü yitirmiştir. Bunda askeri darbenin etkisini göz ardı etmemek gerekir: 60 darbesinden sonra Marksizm sosyolojiye dahil edilmiş, 80 darbesinden sonra ise tasfiye edilmiştir. Sosyolojide sınıf/tabakalaşma ve toplumsal yapı analizleri yerine varoş, yoksulluk ve toplumsal değişme analizleri; kalkınma/gelişme, sosyal refah, eşitlik, gelir dağılımı vb. sorunlara önerilen çözümler yerine farklılık/kimlik, özgürleşim stratejileri ikame olmuştur.

Pozitivist yöntemin nesnellik anlayışının sorgulandığı bir tartışma furyası açılmıştır. Toplum bilimlerinde nesnelliğin mümkün olamayacağı ilkesi bu dönemde güçlenmiştir.
Sanatsal ifade biçimlerine yaklaşan, şiir, edebiyat, mitoloji ve ritüele açılan, daha esnek, bilgiyi aşırı göreceleştiren, nedensellikten uzak, betimlemeye dayalı bir anlatım tarzı hükümferma olmuştur. Özgünlüğün yerine esinlenme, kolektif bilincin yerine aşırı öznellik geçmiştir.

Ulus-Devletin Sorgulanması
Toplumsal gelişmenin önünde engel olarak görülen başlıca unsurların modern ulus örgütlenmesi (üniter devlet ve onun yekpare toplum tasarımı), devletçi/planlamacı/himayeci siyasetler vb. olduğu düşüncesi siyasal jargonda olduğu gibi sosyoloji çalışmalarında da ifadesini bulmuştur.
AB’ye dahil olmak için hukuki, toplumsal ve siyasal yapısını baştan sona yenileme çabasına girişen Türkiye’de üniter siyasal yapıyı ve toplum birliğini tehdit eden gelişmeler yaşanmaktadır. Başka bir deyişle Avrupa ülkeleri kendi aralarında bütünleşerek küreselleşme sürecinin etkili bir aktörü haline gelirken, Türkiye’de toplumsal çözülme ve parçalanma riskleri giderek güçlenmiştir.

Türkiye’de 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca sosyolojide iktisadi kalkınma sorunları gündemin başlıca konuları arasında yer alırken, 1980’lerden itibaren ana eğilimin siyasal-kültürel sorunlara (özellikle de laiklik, İslami yaşayış, örtünme, demokratikleşme, devlet-toplum ve din-devlet ilişkileri konularına) kaydığı görülmektedir.

Kimlik/Aidiyet ve Din/Laiklik Eksenli Çalışmalar
Kimlik konusunda yeni ilginin odağında Doğu, Batı gibi uygarlık değerleri, ulusal veya toplumsal kimlik özellikleri bulunmamaktadır. Bu durumun meta kimliklerin, evrensel meta anlatıların sona erdiği savıyla bağlantısı vardır. İlgiler parçalanmış, daralmış ve çok daha mikro alanlara yönelmiştir.
1990’larda sosyoloji alanında önemli bir gelişme, siyasal yönelişli etnik-kimlik hareketleridir. 1990’lardan itibaren İslami hareketin kültürel ve siyasal taleplerle ortaya çıkışı da sosyologların giderek ilgilerini bu alana yöneltmelerinde etkili olmuştur. 12 Eylül askerî darbesi sonrasında solun geri çekilişinin yol açtığı boşluk ortamında İslam gündelik tartışmalarda ve toplumsal pratiklerde gittikçe daha fazla göz doldurmaya başlamıştır.
Modern sosyolojide gelenek ile modernlik arasında kurulan kutupsal ve negatif ilişki postmodern sosyolojide pozitif bir bağlama oturtulmuştur. Başka deyişle postmodern sav, melezleşme ve özgürleşim vaadiyle, modernizmin yüz yılı aşkın bir süredir aşındırıp tahrip ettiği geleneği (özellikle modern devletin asimilasyon girişimleri sonucu unutulan azınlık dilleri, dinsel cemaat kültürü vb.) yeniden keşfederek onu istismara yönelmiştir.

1990’lı yılların başları, küreselleşme ve postmodernizm odaklı tartışmalara sahne oldu. Reel sosyalizmin çöküntüsü üzerine kendi meşruiyetini kuran liberal söylem, küreselleşme teorisi ve postmodernizm aracılığıyla, sadece güncel siyasete değil, akademik çalışmaya da damgasını vurmuştur.
Dünya ve toplumsal mekan tekleşmiştir. Melezlik, Soğuk Savaş dönemi sonrasına ait büyük ideolojik bölünme ve kutuplaşmaların sonunu haber veren bir kavramdır. Perspektifler giderek bireyci, tikelci, farkçı ve rekabetçi özellikler sergilemektedir.

Postmodernizm, büyük bir köye dönüştüğü öne sürülen dünyada eski bütünlüklerin parçalanıp içinden sonsuz sayıda (birbiriyle uzlaşması mümkün görünmeyen) alt kültür adacıklarının çıktığı, perspektiften yoksun, kaotik bir tabloyu yansıtmaktadır. Bu yapı bütüncül bir anlamdan yoksundur (maksadı da zaten budur; anlamsızlık).

Türkiye’de özellikle yeni kuşak sosyologların postmodern teorinin çekiminden etkilenerek makro teorilerden, meta söylemlerden kaçındıkları, ağırlıklı olarak mezzo ve mikro teorilere yöneldikleri söylenebilir. Bu durum giderek sosyolojinin ortak kamusal çıkarları ifade ve temsil etme, çözüm getirme kabiliyetini yitirmesi anlamına gelmekte; sosyologların da özel çıkarlara bağlanma eğilimiyle görünürlük kazanmaktadır.

1990’larda tartışmaya sokulan güncel kavramlarından biri de “Batı-dışı modernlik” kavramıdır. Batı-dışı modernlik kavrayışı, Batı-dışı toplumları Batı’dan dışlamaya, farklılaştırmaya ve tecrit etmeye izin vermektedir.

1980-2000 DÖNEMİNDE TÜRK SOSYOLOJİSİNDE ÖNE ÇIKAN BAZI İSİMLER
Cemil Meriç, Sabri F. Ülgener, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu gibi, en önemli eserlerini 1960’lı ve 1970’li yıllarda vermiş olan düşünürler, bağlandıkları dünya görüşleri oldukça farklılaşmış bir okur kitlesinin talepkâr ilgisi sonucu yeniden hatırlanmış ve önemsenerek okunmuşlardır.
Şerif Mardin, Nilüfer Göle ve Ali Akay bu dönemin etkili isimleridir.
Emre Kongar çalışmalarında, Mübeccel Kıray’ın daha önceki dönemde etkili olan ampirist, tümevarımcı ve işlevselci sosyoloji anlayışını benimsemiştir.
Doğan Ergun, hiç kuşkusuz, son dönemde Türkiye’de hâkim sosyolojik metin üretme tarzına karşı sağlam dayanakları olan bir eleştirellik barındıran tavrıyla dikkat çeken bir sosyoloğumuzdur. tarihsel diyalektiği metodoloji anlayışının merkezine yerleştiren az sayıda sosyologdan biridir.
Kurtuluş Kayalı da çalışmalarında tarih-sosyoloji bütünleşmesini sağlayan ender sosyal bilimcilerimiz arasındadır.

Baykan Sezer Sosyolojisi
Baykan Sezer’in temsil ettiği Doğu-Batı çatışması görüşü Türk sosyolojisinde ayırt edici bir konumda bulunmaktadır. Yerlilik iddiasını taşıyan bu yaklaşım, 1960’ların sonlarından günümüze kadar kesintisiz bir biçimde Türk sosyolojisinde varlığını sürdürmektedir.
Çalışmalarının en belirgin özelliği modernleşme teorilerine karşıt bir biçimde eleştirelliği ön plana çıkarmasıdır.
Baykan Sezer öncelikle toplum sorunlarını tarihsel derinliği ve boyutlarıyla ele alan bir yaklaşımın sahibidir.
1970’lerde ideolojik tercih olarak sosyalizm, milliyetçilik gibi akımlara yönelen sosyal bilimciler 1980’lerde tamamen farklı akımlara kapılırken, Baykan Sezer’in dünya görüşünde herhangi bir değişme olmamıştır.

Bugüne kadar Türkiye gibi Batı-dışı ülkelerde sosyologların sergiledikleri başlıca çelişki ve açmaz, kendi toplumlarının Batı’dan kökten farklılığını reddederek tekçi, özcü ve evrenselci bir yaklaşımla türlü iyimser reçetelerin savunuculuğunu üstlenmiş olmalarıydı.
Türkiye’de sosyoloji büyük ölçüde Batı etkisi altında, tek yönlü bir bağımlılık ilişkisi içinde biçimlenmiş ve biçimlenmeye de devam etmektedir.
Bugün postmodernizmin farkçı anlayışına dayalı olarak etnisite, cemaat, cins, azınlık parametreleri, toplumu kendi ontolojik bütünlüğü içinde değil sonsuz tekillikler ve farklılaşmalar itibariyle tasavvur eden, aşırı bireyselliğe dayalı parçalanmış bir toplum algısı giderek geçerlilik kazanmaktadır.


Sosyoloji bir yol ayrımındadır. Ya “toplumun sonu”nu ilan eden güçlerin toplumları çözümsüzlük ve kaosa mahkûm eden yaklaşımları benimsenecek ve sosyolojiye gerek kalmayacak. Ya da sosyolojiyi bambaşka bir tarzda kurgulayarak, bütün dünya toplumlarının mutluluk ve refahı adına yeni bir geleceği tasarlayacak bilgiyi üretmeye çalışacağız. Bunun dışında üçüncü bir seçenek yoktur.

---
TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ
Editör: Prof. Dr. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2638
2. Baskı, Nisan 2013, Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder