Ebû Bekir Râzî - (865-925)
Batılıların Rhazes diye andıkları Râzî Tahran
yakınlarında bulunan Rey şehrinde doğdu. Kuyumculuk mesleği erbabıdır.
Kuyumculuk yaparken kimyaya merak saldı. Kimya deneyleri yaparken gözleri
rahatsızlanır ve rahatsızlığı nedeniyle tıbba yönelir. Tıp ilmine yaptığı
katkılardan dolayı “Arapların Galen’i” olarak anılır.
Otuzlu yaşlarındayken Halife Müktefî
Billah’ın daveti üzerine Bağdat’a gitti. Katıldığı bir sınavdan sonra başhekim
oldu. Hastanın müracaatından başlayarak tedavinin bitimine kadar geçen her
aşamanın kaydının tutulduğu bir hastane düzeni tesis etti. Râzî’nin önemli
katkılarından biri kimyayı tıbbın hizmetine sunmasıdır.
Râzî’nin kaleme aldığı 200’den fazla eserden
ancak elli dokuzu günümüze ulaşabilmiştir.
RÂZÎ’NİN
VARLIK ANLAYIŞI
Değişmeyen ezeli bir ile sonradan yaratılan
arasındaki ilişkinin açıklanması konusunu Râzî beş ezeli ilke (el-kudemâû’l-hamse) adını verdiği bir sistemle açıklamaya
çalışır: Yaratıcı (el-bâri), nefis (küllî nefis), heyûlâ (şekilsiz
ilk madde), hâlâ (boşluk, mutlak mekân)
ve dehr (mutlak zaman).
Tanrı âlemi yaratırken yaratma anının
belirlenmesi için bir başka ezeli ilke olan külli nefsi yaratır. Külli nefs
âlemi meydana getirmek üzere heyulayı harekete geçirmeye çalışır, başaramaz.
Tanrı, heyulaya biçimini verir, âlem oluşur.
Râzî’nin sisteminde âlemin yaratılması için
iki aktif ilkenin yanında bir de pasif ilkenin bulunması kaçınılmazdır.
Heyûlâ (ilk madde), Râzî’nin sisteminde son
derece küçük olan fakat hacmi bulunan düzensiz parçacık yahut atomları işaret
etmektedir. Bu parçacıkların düzene girmesiyle madde ve cisimler âlemi meydana
gelir.
Râzî biri küllî-mutlak diğeri cüz’î-izafî
(göreli) olmak üzere iki ayrı mekândan söz eder. “İçinde hiçbir nesne
bulunmayan boşluk” demek olan mutlak mekân, ezelî olan heyûlânın varlığıyla
birlikte düşünülmek durumunda olan uzaydır (fezâ). Mutlak mekân yalnızca akıl tarafından düşünülebilir. İzafî
mekân ise yer kaplayan nesneyle ilişkili olup nesnenin varlığıyla var, yokluğuyla
yok olur.
Râzî mekân anlayışında olduğu gibi mutlak
ve izafî olmak üzere iki ayrı zamandan söz eder. Mutlak zaman ezelden ebede doğru
akan sürekliliği işaret etmektedir. Mutlak
zaman ölçülemez ve sınırsızdır.
RÂZÎ’NİN
AHLAK ANLAYIŞI
Râzî’ye göre Allah’ın verdiği akıl gücü ve
adalet duygusu sayesinde insan, peygamberin ya da herhangi bir ruhanînin
önderliğine gerek kalmadan iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayırt
edebilir.
Râzî’ye göre insanları bir dine bağlanmaya
yönelten şey taklit duygusu, atalara ve geleneğe saygı, devletin bünyesinde yer
alan din bilginleri ile dinî âyin ve törenlerin halk üzerindeki etkisidir.
Ahlaki içerikteki metinlerinin hepsinde
akla yaptığı vurgu dikkat çeker. Bununla beraber ahlaki davranış için akıllı
olmanın yeterli olmayacağını da belirtir. Aklın önündeki engelleri kaldırmada
iradeye görevler düşer. Akıl ve irade, canlılar arasında insana mahsus
hasletlerdir. Buna rağmen insanların geneli davranışlarını akıl ve iradeye göre
değil, hırs ve ihtiraslarına göre tayin eder. Bunun da nedeni insanların
çoğunluğunun o an içinde oldukları koşullara göre hareket etmeye meyyal
oluşudur.
Râzî, insanda üç çeşit nefis bulunduğunu
belirtir. Bunlar düşünen nefis, hayvanî nefis ve nebâtî nefis olup ilkine
ilahî, ikincisine gazabî, üçüncüsüne de şehevî nefis adı da verilir. Bedenin
beslenip gelişmesini ve üremeyi sağlayan nebâtî-şehevî nefis ile öfkenin kaynağı
durumundaki hayvanî nefis, düşünen nefse yani akla hizmet ve destek için vardır.
Filozofa göre bu nefislerin her birinin işlevini
yerine getirmesinde ortaya çıkan aşırılık (ifrat)
veya eksiklik (tefrit) ahlak açısından
olumsuzluk doğururken, denge ve itidal durumu olumlu davranışlara kaynaklık
eder.
Ona göre bencillik ve alışkanlıklar, insanın
kendi hata ve kusurlarını görüp eleştirmesinin önündeki en büyük engellerdir. Davranışlara
çekidüzen verilmesi konusunda sağduyulu ve akıllı dostların uyarı ve
tavsiyeleri ile düşmanlar tarafından yöneltilen eleştirilerden yararlanılması
gerektiği kanaatindedir.
Râzî’ye göre üzüntü ya sevilen bir şeyin
kaybedilmesi veya bir beklentinin gerçekleşmemesi neticesinde ortaya çıkar.
Sevilen ve beklentiye konu olan şeyin büyüklüğü üzüntünün yoğunluğunu da
belirler. fiu halde akıllı kimseler, bu dünyadaki her şeyin sürekli değiştiğinin,
dolayısıyla her an üzüntüyle karşı karşıya kalabileceğinin bilinciyle yaşar.
---Ortaçağ Felsefesi II
Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2359
Ocak 2013, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder