18 Kasım 2016 Cuma

Ortaçağ Felsefesi II: Fârâbî

Fârâbî (872-950)
Tam adı Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed el-Fârâbî et-Türkî olan filozof, Türkistan’ın Fârâb şehri yakınlarındaki Vesiç’te doğmuştur. Batıda Alfarabius ve Abunaser adıyla anılır.
Fârâb’da iyi bir eğitim gördüğü tahmin edilen Fârâbî, kısa bir süre kadılık yaptıktan sonra hayatı boyunca sürdüreceği seyahatine başladı (bunun nedenini bilmiyoruz). Buhara, Semerkant, Merv ve Belh gibi önemli şehirleri gezdikten sonra kırklı yaşlarında Bağdat’a ulaştı. Burada ünlü dil bilgini İbnü’s-Serrâc’dan Arapçanın inceliklerini öğrendi. Şehirdeki karışıklıklardan dolayı önce Dımaşk ardından da Halep’e geçti.
Kaynaklar Fârâbî’nin hep Orta Asya Türk kıyafeti giydiğini belirtir. Hiç evlenmedi, mülke heves etmedi.
Fârâbî’ye göre, felsefe yapan kimsenin nihaî amacı kendi ahlakını düzeltmek, hatta bununla da yetinmeyip yakın çevresi ve toplumun da ahlaken iyileşmesine katkıda bulunmak olmalıdır. 100’e yakın eserinden 43’ü günümüze ulaşmıştır. Özellikle mantık alanındaki üstün başarılarından ötürü, “Muallim-i Evvel” Aristoteles’ten sonra “Muallim-i Sânî” unvanıyla anılır.

FÂRÂBÎ’NİN VARLIK ANLAYIŞI
Fârâbî’ye göre “varlık” insan aklının ulaşabildiği en genel kavram olup tanımlanamaz. Çünkü tanım, cins ile fasıldan oluşur.

Fârâbî varlığı, en yetkin olandan yetkinliğin en alt düzeyinde bulunana doğru inen bir sıradüzeni içinde yorumlar.
Buna göre en üstte en mükemmel olan “İlk Sebep” (Tanrı) en altta ise “ilk madde” (heyûlâ) bulunmaktadır.
İlk Sebep’ten sonra filozofun “ikinciler” (es-sevânî) ve “maddeden ayrık akıllar” (el-ukûlü’l-müfârıka) adını verdiği, ayrıca ruhanîler ve melekler mertebesinde gördüğü akıllar gelir ki sayıları dokuz gökküresinin (felek) sayısına denk düşer.
Bu dokuz akıl hem gökkürelerinin hem de üçüncü varlık mertebesini oluşturan “faal akıl”ın varlık sebebi olmaktadır.
Dördüncü varlık düzeyinde “nefis” bulunmakta olup gök cisimlerinde dairevî hareketi; insan, hayvan ve bitkilerde ise her türlü biyolojik, fizyolojik ve psikolojik aktiviteyi ifade eder.
Beşinci düzeyde yer alan “suret” (form) ile altıncı varlık mertebesini oluşturan “madde” yalın (basît) birer varlık olmakla birlikte yetkinlikten uzak olup birbirinden ayrı olarak bulunamazlar.
Aktif suret ile pasif maddenin birleşmesiyle, ay-altı âlemde öncelikle her biri ikişer nitelik taşıyan toprak, su, hava ve ateşten ibaret dört unsur (element) oluşur.

Zorunlu Varlık-Zorunsuz Varlık
Zorunlu varlık (vâcibü’l-vücûd) var olması ve varlığını devam ettirmesi için hiçbir sebebe muhtaç olmayandır. Bir an için onun var olmadığı varsayılacak olsa bu durum mantıkî imkânsızlığa yol açar; yani onun yokluğu düşünülemez. Özü gereği (bizâtihî) var olan ve yokluğu düşünülemeyen bu varlık Tanrı’dır.
Zorunsuz varlık (mümkinü’l-vücûd) ise sebepli, yani varlığını bir başkasından alan varlık olup yok sayılması, mantık bakımından herhangi bir çıkmaza yol açmaz. Çünkü o, bir sebebe bağlı olarak varlık kazanmıştır; yani hem var hem de yok olabilir. Şu halde Tanrı’dan başka bütün varlıklar zorunsuz varlıklar kategorisine girmektedir.
Ay-altı âlemdeki varlıkları “mümkün varlıklar” olarak adlandırır.
Fârâbî, ay-altı âlemdeki her varlığın bir tür arkesi olup onları ay-üstü âlemdeki varlıklardan ayıranın “ilk madde” (el-mâddetü’l-ûlâ) olduğunu söyler.

Sudûr Teorisi
Allah mutlak irade ve kudretiyle kâinatı sonradan yaratmıştır. İlk defa Fârâbî dinî geleneğin dışına çıkarak Tanrı-varlık ilişkisini “sudûr yahut kozmik akıllar teorisi”yle yorumlamıştır. Fârâbî’ye göre Allah, âlemi amaç edinmiş olamaz. Şu halde âlem, O’ndan bir tür zorunlulukla ve “taşmak” (sudûr, feyezan) suretiyle var olmuştur. Mutlak varlık olan Allah, salt akıl olması itibariyle kendi özünü (zât) bilir; yani O, hem “akıl” hem “âkil” (akleden) hem de “ma’kûl”dür (akledilen). İşte bu “mutlak bilinç”ten kaynaklanan aktivete neticesinde O’ndan “ilk akıl” “sudûr” etmiştir. “İlk akıl” Allah’a nispetle “zorunlu”, fakat özü bakımından “zorunsuz” (mümkin) varlık olup kendisi bu durumun bilincindedir. İlk aklın, ilkesi olan Allah’ı bilmesinden ikinci akıl, kendi özünü bilmesinden birinci gökküresinin (felek) nefsi, özünde zorunsuz olduğunu bilmesinden ise birinci gökküresinin maddesi meydana gelir. Bu süreç ve işleyiş aynı şekilde, ay-feleğinin aklı olan ve ay-altı âlemdeki her türlü değişmenin ilkesi sayılan onuncu akla kadar devam eder. Onuncu akıl, kozmolojik işlevi dolayısıyla “sûretlerin vericisi” (vâhibu’s-suver) olarak da adlandırılan “fa’âl akıl” olup Fârâbî’nin bilgi, ahlak ve vahiy anlayışında merkezî konuma sahiptir. Bu bakımdan filozof onu vahiy meleği Cebrâil ile özdeş sayar.

FÂRÂBÎ’NİN İLİMLER TASNİFİ VE MANTIK ANLAYIŞI
İlimlerin Sayımı (İhsâ’ü’l-ulûm) adlı eserinde kendi dönemindeki ilimleri sınıflandırarak her birinin tanımı, teorik ve pratik açıdan değeri ile eğitim öğretimdeki önemini belirtmiştir. Filozof bu eserinde ilimleri beş ana başlık (fasıl) altında sınıflandırır:
Birinci fasılda dil ilmi ve buna bağlı olarak dil (lügat), kelime bilgisi (sarf), cümle bilgisi (nahiv), yazı, okuma ve şiir ele alınır.
Mantık ilmine ayrılmış olan ikinci fasılda bu ilmin gerekliliği, faydaları ve yöntem oluşu, konusu ve bölümleri (kategoriler, önermeler, kıyas, ispat, cedel, safsata, şiir, hitabet), eğitim ve öğretimdeki önemi gibi hususlar üzerinde durulmuştur.
Üçüncü fasıl matematik ilimlere (aritmetik, geometri, astronomi, mûsikî, mekanik, kaldıraçlar) ayrılmıştır.
Dördüncü fasılda felsefi ilimler fizik (fizik, gökyüzü ve dünya, oluş ve bozuluş, meteoroloji, basit cisimler, arazlar ve edilgiler, zooloji, botanik, psikoloji, mineraloji, antropoloji) ve metafizik (ontoloji, kanıtların ilkeleri, cisimsiz varlıklar) alt başlıkları altında sergilenir.
Beşinci fasılda ise medenî ilimler olarak ahlak ve siyaset ile fıkıh ve kelâm ilimleri tanıtılır.
Mantığı “kavramlar” (tasavvurât) ve “hükümler/önermeler” (tasdîkât) olmak üzere iki kısma ayırır. Birinci kısım terimler ile tarifi meydana getiren temel unsurları, ikinci kısım ise önermeler, kıyas ve ispat şekillerini konu alır. Fârâbî’ye göre mantık “hata ihtimali olan her konuda akıl gücünü destekleyerek doğruya yönelten ve akılla elde edilen tüm bilgilerde hatadan korunmayı öğreten bir disiplindir.”
Mantık disiplini adını “akıl gücü”, “zihinde oluşan kavram birikimi” ve “bunların dil ile ifade edilmesi” şeklinde üç anlamı bulunan “nutk” kelimesinden almıştır ve iki işlevi bulunmaktadır: Aklı (a) hem kavram üretme ve düşünme sürecinde, (b) hem de söz ve söylem aşamasında hataya düşmekten koruyup doğru olana yöneltmek.
Fârâbî, mantık isminin etimolojisini de dikkate alarak bu disiplinin ilk işlevini “iç konuşma” (en-nutku’d-dâhilî), ikinci işlevini de “dış konuşma” (en-nutku’l-hâricî) olarak değerlendirir.
Fârâbî, genel anlamda “mantık” özel olarak da “kıyas”la ilişkileri bakımından ilimleri “kıyasa dayalı olanlar” ve “kıyasa dayalı olmayanlar” şeklinde ikiye ayırır.
Kıyasa dayalı olmayanlar uygulamaya yönelik olan ilim ve sanatlardır. Kıyasa dayalı olanlar ise ilk defa Fârâbî’nin “Beş Sanat” adı altında değerlendirdiği felsefe, cedel, safsata, hitabet ve şiir sanatıdır.
Beş sanatın özellikleri:
1) “Burhan” (kanıtlama/ispat) adıyla da anılan “felsefi söylem”, kanıtlanmış önermelere dayanır ve kesin/güvenilir (yakîn) bilgiye ulaştırır.
2) Diyalektik (cedelî) söylemden beklenen, yaygın olarak bilinen ve genel kabul gören önermelere dayanarak üstünlük sağlamaktır.
3) Sofistik söylem, hayal ve kuruntu ürünü önermeler kullanarak muhatabı yanıltma amacına hizmet eder.
4) Retorik (hatâbî) söylemin hedefi kesinlik taşımayan önermelerle muhatabı ikna etmektir.
5) Şiirsel (poetik) söylem ile yapılmak istenen de bazı şeylerin duygu ve hayal dünyasında canlanmasını sağlamaktır.

FÂRÂBÎ’NİN BİLGİ ANLAYIŞI
Bilgi, çeşitli aşamaları olan psikolojik bir süreç sonunda insan zihninde gerçekleşen bir olgudur. Bu bakımdan Fârâbî bilgi problemini nefis ve akıl kavramları çerçevesinde temellendirmeye çalışır.

Fârâbî, bilginin kaynağı konusunda bir “duyumcu” (sensualist) gibi davranır.
Fârâbî’ye göre düşünce ile varlık arasındaki bağlantı suret üzerinden gerçekleşir. Tür düzeyinde belirlenmeyi ifade eden suret bir bakıma tanımla aynı anlama gelir; dolayısıyla bir varolanın zihindeki karşılığı da suret olmaktadır.
Fârâbî’ye göre suretin dış dünyada ve zihinde olmak üzere iki tür varlığı söz konusudur: Bunlardan ilki suretin cisimde bulunuşudur; zaten cisim suret almış maddeden ibarettir.
İkincisi ise duyuda, hayalde ve akılda olmak üzere üç aşamada veya üç şekilde ortaya çıkar. Duyu aşamasında doğrudan tikel varlıkların sureti algılanırken, hayal gücünde tam bir soyutlama gerçekleşmez, tikel nesneler burada türsel boyutları ile idrak edilirler. Son aşama olan akılda ise suret tikel özelliklerden bütünüyle arındırılmış yahut soyutlanmış bir tümel olarak tasavvur edilir. fiu halde bilme, duyu ve hayal gücünden geçerek akılda gerçekleşen bir soyutlama işlemidir.
Psikolojik akıllar teorisi: Aristoteles’in güç-fiil ayrımına dayanır. Ona göre güç halindeki bir şey kendiliğinden fiil alanına çıkamayacağı için insan nefsinin bir gücü olan edilgin akıl da kendiliğinden soyutlama yapamaz ve bilgi üretemez. Dolayısıyla onu güç halinden fiil alanına çıkaran sürekli fiil halindeki bir etken bulunmalıdır. Aristoteles’e göre, güç halindeki insan aklına dışarıdan etki eden ve daima aktif durumda bulunan, etkin yahut aktif akıldır.
Ona göre akıl öncelikle amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayrılır. Amelî (pratik) akıl, insana özgü her türlü dengeli davranışı ortaya koymada etken olan akıldır.
Nazarî (teorik) akıl ise nefis cevherinin gelişip olgunlaşarak akıl cevherine dönüşmesinden ibaret olup insan iradesi ve yapıp etmesinden bağımsız olan matematik, fizik ve metafizik gibi teorik disiplinler ile bu alanlarda kesin bilgiye ulaştırır.

Özne-nesne ilişkisinde duyulardan gelip hayal gücünde kısmen soyut hale gelen izlenimler nazarî akıl tarafından üç aşamalı bir işlemden geçirilir ki Fârâbî her aşamadaki bilgiyi akıl olarak adlandırır. Bu aşamalardan ilki (a) “güç halindeki akıl”dır (el-aklü’l-heyûlânî, el-akl bi’l-kuvve). Bir bakıma nefis veya nefsin bir cüzü ya da gücü olan bu akıl varlığa ait suretleri soyutlayarak kavram haline getirme gücüne sahiptir. Filozofun üzerine damga basılmamış pürüzsüz muma benzettiği güç halindeki akıl, faal aklın etkisi olmadan kendiliğinden harekete geçip soyutlama yapamaz ve bilgi üretemez.
İkinci aşamada (b) “fiil halindeki akıl” (el-akl bi’l-fi’l) yer alır ki bu, güç halindeki aklın aktif duruma geçmesidir. Bu aşamada akıl soyutlama yaparak bütünüyle maddeden yahut tikellikten bağımsız kavram ve bilgilere ulaşır. Bu sayede insan kendini bildiği gibi tümel (küllî) ve önsel bilgileri elde ederek, adeta üzerine damga basılan mumun da bir damgaya dönüşmesi gibi, onlarla özdeşleşir. Filozofun (c) “kazanılmış akıl” (el-aklü’l-müstefâd) dediği üçüncü aşama insanın ulaşabileceği en yüksek düzeydir. Duyu algılarıyla hiçbir ilişkisi bulunmayan kazanılmış akıl, sezgi ve ilhama açık olduğu için artık faal akılla ilişki kurmaya (ittisâl) hazır durumdadır. İnsan, teorik düşünme ve akıl yürütme imkânına ancak kazanılmış akıl aşamasında kavuşur.

FÂRÂBÎ’NİN DEVLET VE SİYASET ANLAYIŞI
İnsanların örgütlü toplum yapısı ve devlet fikrine nasıl ulaştığını irdeleyen Fârâbî, bu konuda çeşitli ihtimaller üzerinde durur.
1) ontolojik teoriye göre, genel varlık planından esinlenen insanları devlet fikrine götürür.
2) biyo-organik teoriye göre insanlar kendi biyolojik düzenlerinden hareketle devlet organizasyonuna ulaşabilirler.
3) fıtrat teorisine göre, doğuştan toplumsal bir varlık olan insan, çok çeşili ihtiyaçlarını gidermek üzere kurduğu ilişkiler neticesinde devlet düşüncesine ulaşmıştır.
4) adalet teorisine göre ise sevgi ve adaleti en yüksek insani hasletler olarak gören insanlar bunu gerçekleştirebilmek için devlet organizasyonuna ihtiyaç duyarlar.
İnsan topluluklarını (el-ictimâ’âtü’l-insâniyye) önce “yetkin” (kâmile) ve “yetkin olmayan” (gayrü’l-kâmile) diye ikiye ayıran filozof, yetkin yahut gelişmiş olanları küçük (şehir), orta (devlet) ve büyük (birleşik devletler); yetkin olmayan yahut az gelişmiş olanların da ev, sokak, mahalle ve köy şeklinde sınıflandırır.
Fârâbî’nin ortaya koyduğu bir diğer sınıflandırma da “erdemli devlet” (el-medînetü’l-fâzıla) “erdemsiz devlet” yahut “cahil ve sapkın devletler” (el-müdünü’l-câhileve’d-dâlle) ayırımıdır.
Filozofa göre erdemli devletin bir tek şekli bulunurken onun zıtları konumundaki erdemsiz devletler “cahil devlet” , “sapkın devlet”, “fâsık devlet”, “değişebilen devlet” olmak üzere dörde ayrılır. Bunlardan cahil devletin de altı ayrı şekli olup bunların belirlenmesinde devlet başkanının zihniyet ve ahlak yapısı, yöneticilerin insanlık, hayat, ahlak, adalet ve hukuk, anlayışlarının önemli rolü söz konusudur.
Erdemli devleti sağlıklı bir organizmaya benzeten filozofa göre devlet mekanizmasının baş düzenleyicisi olan devlet başkanının durumu/tutumu devletin karakterini ve kaderini belirler.
Fârâbî’ye göre erdemli devletin başkanında bulunması gereken on iki temel nitelik şunlardır:
(a) Eksiksiz ve sağlıklı bir fizikî yapı,
(b) kendisine söylenen her şeyi doğru anlayıp sağlıklı değerlendirme yeteneği,
(c) keskin zekâ ve aylayış,
(d) güçlü hafıza,
(e) düşüncelerini açık ve anlaşılır bir üslûpla ifade edebilme yeteneği,
(f) öğrenme ve öğretmeyi sevme, bu uğurda her zorluğu göğüsleme iradesi,
(g) yeme-içme, oyun-eğlence, mal-mülk, cinsel ilişki gibi geçici ve kaba hazlara düşkün olmama,
(h) doğruluk ve dürüstlüğü sevip yalandan ve yalancıdan nefret etme,
(ı) haksızlık ve zulümden nefret eden ve adaleti gerçekleştirme tutkusuyla davranan bir kişilik,
(i) insanlık onuruna düşkün olma,
(k) yapılması gerekeni uygulama azim, kararlılık ve cesareti ile
(l) gönül zenginliği ve tok gözlülük.

Bu kadar çok niteliği bir bünyede bir arada görmek çok düşük bir olasılıktır. Bunun farkında olan Fârâbî, hükümdar için olmazsa olmaz altı hasleti sıralar: Bilge olmalı, kanunları ve töreyi bilmeli, gelenekten kopmadan yeni meseleler hakkında hüküm çıkarabilmeli, geleneğe bağlı kalarak yeni yasalar yapabilmeli, liderlik edebilecek kadar ikna gücü kuvvetli olmalı ve savaş halince savaşabilecek kadar cesur ve sağlıklı olmalı.

Bu niteliklerde biri bulunamıyorsa devlet, biri bilge ve diğeri de geri kalan niteliklere sahip olan iki kişiyle yönetilir. Bu dahi bulunamıyorsa her bir niteliğe sahip altı kişi devleti birlikte yönetir. 
---
Ortaçağ Felsefesi II
Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2359
Ocak 2013, Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder