Osmanlı’da Düşünce Hayatı ve Felsefe
İslam dünyasında düşünce hareketi kelâm, tasavvuf
ve felsefe olmak üzere üç ayrı alan ve akım halinde ortaya çıkıp gelişmiştir.
Bir Eş’arî kelâmcısı olan Fahreddin Râzî (ö.1209), felsefeye daima olumsuz
yaklaşıp reddeden geleneksel kelâmcı tavrın dışına çıkar. Önceki kelâmcıların
yaptığı gibi felsefeyi sadece eleştirip reddetmek yerine, ortak problemlere ilişkin
olarak çeşitli kelâm ve felsefe okullarınca ortaya konulan çözümler karşısında
seçici/eklektik bir yaklaşımla tercihler yapacağını ve bu arada kendi görüşlerini
ortaya koymaktan da geri durmayacağını açıkça ifade eder.
El-Mebâhisü’l-meşrıkiyye adlı eserinde felsefe
problemlerini kelâmcı tavrıyla, el-Muhassal’de ise kelâmın meselelerini filozof
tavrıyla irdeleyerek kelâm ile felsefeyi harmanlamıştır.
Kelâm ile felsefeyi yöntem, terminoloji ve
problemleri bakımından iç içe bir arada ele alarak bu iki akımın kaynaşmasını
sağlayan Râzî, bununla da kalmayarak Gazzâlî’nin genel geçer bir yöntem olarak
meşruiyet kazandırdığı mantık disiplinini bağımsız bir ilim konumuna oturmuştur.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tasavvufu kelâm ve felsefe ile birlikte adeta aynı potada
eritip yeni bir kalıba dökerek oluşturduğu “vahdet-i vücut/varlığın birliği” öğretisine
dayalı teosofi, İslam düşüncesinin seyrini etkilediği kadar Osmanlı’nın düşünce
hayatını şekillendiren bir unsur olması bakımından da büyük önem taşır.
Gösterişten uzak, takvaya dayalı bir
dindarlığı ve ahlaki arınmayı ilke edinen zühd hareketi, XI. yüzyılın sonlarına
doğru tasavvuf adıyla anılmaya başlanmıştır.
Orhan Gazi tarafından 1336 yılında İznik’te
kurulan ilk Osmanlı medresesinin başına, İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen
Ekberiyye tarikatının önde gelen simalarından biri olan Dâvûd-i Kayserî
getirilmiştir.
İbnü’l-Arabî’nin üvey oğlu ve öğrencisi
olan Sadreddin Konevî’nin talebelerinden Abdürrezzak Kâşânî’nin yanında yetişen
Dâvûd-i Kayserî, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-hikem adlı eserine şerh yazmıştır.
Mâturidiyye okuluna mensup bir kelâmcı olan
Ebû Hafs Necmeddin Ömer b. Muhammed Nesefî’nin
kaleme aldığı Akâidü’n-Nesefî, İslam inanç ilkelerinin son derece özlü ifadelerle
ortaya konulduğu didaktik bir risaledir.
Taftazânî’nin bu esere yazdığı şerh Osmanlı medreselerinin yanı sıra İslam
coğrafyasının birçok bölgesinde asırlarca temel kitap olarak okutulmuş, bazı
yerlerde hâlâ okutulmaktadır.
Adudüddin Îcî’nin, Fahreddin Râzî çizgisini izleyerek kaleme aldığı el-Mevâkıf
fî ilmi’l-kelâm, başta Osmanlı medreseleri olmak üzere bütün İslam dünyasında yüzyıllar
boyu ders kitabı olarak okutulmuş ve bazı İslam ülkelerinde hâlâ okutulmaktadır.
Taşköprülüzâde’nin Miftâhu’s-sa’âde/Mevzû’âtü’l-ulûm adlı eseri ilim ve düşünce
tarihinin yaşadığı döneme kadar olan devresinde temel disiplinler ve alt dalları
ile sanat, zanaat ve meslek olarak nazarî/teorik ve amelî/pratik düzeyde oluşan
birikimi, 300’ü aşkın bilgi alanı halinde ve her birini “ilim” kabul ederek
kapsamlı bir tasnife tabi tutmuştur.
Yeni sentezlere varıp düşünce üretmek yerine,
“gök kubbe altında söylenmemiş hiçbir şey kalmadığı, dolayısıyla yapılması
gerekenin bunları anlamaya çalışmaktan ibaret bulunduğu” şeklindeki bir anlayışın
kaçınılmaz sonucu, elbette skolastik bir öğretim sistemi olacaktı ve öyle olduğu
anlaşılmaktadır.
---
Ortaçağ Felsefesi II
Prof. Dr. Hüseyin
Sarıoğlu
Anadolu Üniversitesi
Yayını, Yayın No: 2359
Ocak 2013, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder