Tim Ingold - Çevre Algısı – Notlar
Geçim, mesken ve
beceri üzerine denemeler
The Perception of the Environment, Essays on livelihood,
dwelling and skill, Routledge, New York, 2002
Tim Ingold, bu çalışmasında kültürel çeşitliliğin her şeyden
önce beceri farklılıklarından oluştuğunu savunarak, insanların çevrelerini
nasıl algıladıklarını anlamak için ikna edici yeni bir yaklaşım sunmaktadır.
Giriş
Bir yandan sanat ve beşeri bilimler, diğer yandan doğa
bilimleri arasındaki giderek büyüyen uçurumdan endişe duyarak, bu uçurumu bir
şekilde kapatacak veya aşmamızı sağlayacak, ancak yaşanmış deneyimin
gerçeklerine bağlı kalacak bir disiplin arıyordum.
…nihayetinde Batı düşüncesi ve biliminin tüm yapısının
üzerine inşa edildiği tek bir temel hatadan, yani insanlık ve doğanın "iki
dünyasını" ayıran hatadan kaynaklanıyor gibi görünüyor. Zira bu, bir
yandan insan zihni ve onun çok yönlü dilsel, sosyal ve kültürel ürünleriyle,
diğer yandan maddi dünyanın yapıları ve bileşimiyle ilgilenen disiplinler
arasındaki baskın akademik işbölümünü bize veren şeydir.
James Gibson'ın
yazılarına ve özellikle de 1979 tarihli başyapıtına yöneldim.Görsel algıya
ekolojik yaklaşım. Bu kitabı okumak bir aydınlanmaydı
Gibson'a göre algı, "bir beden içindeki zihnin başarısı
değil, organizmanın çevresi içindeki bir bütün olarak başarısı"dır.
Ingold, antropolojideki 'ilişkisel' düşüncenin,
psikolojideki 'ekolojik' düşüncenin ve biyolojideki 'gelişimsel sistemler'
düşüncesinin birleştirilmesinin güçlü bir sentez ortaya çıkaracağını öne sürer.
Bu yaklaşımın üç temel sonucu vardır: kültürel çeşitliliğin
çoğunun aslında yeteneklerden oluşması; becerilerin nesilden nesile
aktarılmayıp yeniden geliştirilmesi; ve bunun "ikamet perspektifi"
adını verdiği, uygulayıcıyı çevresiyle aktif etkileşim bağlamına yerleştiren
bir bakış açısını gerektirmesi.
Kitap, "Geçim", "İkamet" ve
"Beceri" olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır.
1. Kısım: Geçim
Kültür, doğa, çevre: Yaşam ekolojisine giden adımlar
Ingold, doğa ve kültür ikiliğini "organizma ve çevrenin
dinamik sinerjisiyle" değiştirmeyi amaçlar.
Levi-Strauss için zihin, dünyayı yapısal kalıplara ayırarak
bilgiye ulaşırken, Bateson için bilgi, algılayanın çevresiyle katılımından
oluşan ilişkiler sisteminin açılımıdır ve dünya zihne bir vahiy süreciyle
açılır,.
Yazar, geleneksel ekolojinin organizma ve çevreyi ayrı
varlıklar olarak kurduğunu ve bunun "derinlemesine bir şekilde anti
Ekolojik" olduğunu belirtir. Gerçek anlamda ekolojik bir yaklaşım,
başlangıç noktası olarak çevresiyle bütün organizmayı ele alan bir yaklaşımdır.
Bu görüşe göre yaşam, önceden belirlenmiş formların gerçekleştirilmesi değil,
formların üretildiği ve yerinde tutulduğu sürecin ta kendisidir.
Bilgi, kültürel biçimlerin maddi sembollere kodlanması
yoluyla aktarılmaz. Aksine, bilgi edinimi, deneyimin ham maddesi üzerinde
çalışan bir zihinden ziyade, şeylerin gösterildiği bir dikkat eğitimi
sürecidir.
Zanaatkâr, ham maddesini, tıpkı
çömlekçinin kili veya tornacının ahşabı hissetmesi gibi hisseder ve bu hissetme
sürecinden kabın formu ortaya çıkar. Aynı şekilde, orkestra müzisyeni de şefin
jestlerini hisseder - daha doğrusu izler - ve bu histen seste şekillenmiş bir
cümle doğar. Ya da daha genel olarak, sanat insan duygusuna biçim verir.
En iyi toplayıcı ve ekonomik adam
Evrimsel ekolojinin, tıpkı doğal seçilimin rasyonel seçimin
ayna görüntüsü olması gibi, mikroekonominin tam tersi olduğunu göstermeyi amaçlıyorum.
Bu haliyle, Aydınlanma sonrası bilimin merkezinde yer alan akıl ve doğa
arasındaki ikiliği tersine çevirmiş bir biçimde yeniden üretir.
Bana göre, gerçekten ekolojik bir yaklaşım, insan niyetini
ve eylemini, insanlar ve çevreleri arasında süregelen ve karşılıklı olarak
belirleyici bir etkileşim bağlamında temellendiren bir yaklaşımdır.
Bilişsel algoritma kavramı planlama teorisinden gelir ve
aktörün içinde, alınan bilgiler üzerinde işleyen ve sonraki eylemler için
planlar üreten bir dizi bağlantılı karar kuralı varsayar.
Gerçek bir kişi, nesne ve ilişki dünyasına dahil olma
zemininde ele alındığında, pratik kurallar uygulayıcılara yaptıkları veya
bundan sonra ne yapmayı planladıkları hakkında konuşmanın bir yolunu
sağlayabilir; ancak eyleme bir kez atıldıktan sonra, zorunlu olarak tamamen
farklı bir tür yeteneğe, yani gelişimsel olarak somutlaştırılmış ve çevresel
olarak uyumlu hareket ve algı kapasitelerine başvurmaları gerekir.
Avcılık ve toplayıcılığın bilimsel imajı yanıltıcıdır.
İnsanlar, "çevrelerinin hem insan hem de insan olmayan bileşenleriyle
sürekli bir etkileşim tarihi içinde" kapasitelerini ve özlemlerini
geliştirirler.
Çevreyi algılamanın bir yolu olarak avcılık ve toplayıcılık
…insanların çevreleri kültürel olarak oluşturulmuştur. Bir
çevreye -veya daha spesifik olarak canlı ve cansız şeylerden oluşan kısmına-
"doğa" dediğimizde, bunun da kültürel inşanın bir ürünü olarak
anlaşılması gerekir.
"Doğa kültürel olarak inşa edilmiştir" formülünde,
doğa iki yönlü olarak ortaya çıkar: Bir tarafta inşa sürecinin ürünü, diğer
tarafta ise bu sürecin önkoşulu. Ancak burada bir paradoks yatar.
Avcı-toplayıcılar, çevrelerine "dışsal bir doğa
dünyası" olarak yaklaşmazlar. Dünyayı kavramak, bir inşa etme meselesi
değil, ikamet etme meselesidir.
Tropikal avcı-toplayıcılar, orman ortamını kendilerine
koşulsuz yiyecek sağlayan bir ebeveyn gibi algılarlar. Bu anlayış, dünyanın hem
insan hem de insan olmayan bileşenlerini kapsayan tek ve kapsayıcı bir
"kozmik paylaşım ekonomisi" içinde bütünleştirir. Antropolojik
analizler, bunu metaforik bir inşa olarak görme eğilimindedir.
Bir terim uydurmak gerekirse, dünyalarının kurucu niteliği
öznelerarasılık değil, inter-ajans. / (inter-ajans / karşılıklı-faillik) Ormanı
bir ebeveyn olarak ele almak, nesne ilişkilerini birincil öznelerarasılık
açısından modellemek değil, özünde, çevrenin insan dışı ve insan bileşenleriyle
kurulan yakın ilişkilerin kurucu niteliğinin bir ve aynı olduğunu kabul
etmektir.
Batı Avustralya'daki Gibson Çölü'ndeki Pintupi halkı arasında,
bu manzaranın, geleneksel olarak Rüya Çağı olarak bilinen bir dönemde dünya
yüzeyinde dolaşan, hem insanların hem de diğer tüm canlıların atası olan
teriyomorfik varlıkların faaliyetleriyle, bir kez ve sonsuza dek oluştuğu
söylenir. Aynı fikir aslında Avustralya Aborjinleri'nin tamamında da geçerlidir
Manzara, bir platform değil, "yaşamın kalıcı
anıtıdır"
Güvenden tahakküme: Alternatif bir tarih insan-hayvan ilişkileri
Batı anlatısı, evcilleştirmeyi, "insanların nasıl
yükselip, kendi doğalarını da içeren bir doğa dünyasını kontrol altına almaya
çalıştıklarına dair" daha kapsamlı bir hikâyenin parçası olarak görür.
Avcı-toplayıcılar ise bozulmamış bir çevrenin insan sakinleri olarak tasvir
edilir. Evcilleştirmenin özü, hayvanları yetiştirmede ve "yapay
seçilim" yoluyla kasıtlı ve planlı bir şekilde değiştirmede yatar.
Avcı-toplayıcıların kaynaklarını yönetmekten ziyade,
"çevreyle diyalog halinde kalmayı amaçladıklarını" söylemek daha
doğru olabilir.
Avcılık rejimi altındaki insan-hayvan ilişkisi, güven
ilkesine dayanır,.
Hayvanlar avcıya kendilerini sunar ve avcılar zorla
almamalıdır. Buna karşılık, pastoralizmdeki (çobanlık) insan-hayvan ilişkisi
tahakküm ilkesine dayanır. Çoban, hayvanların kaderi üzerindeki kontrolü elinde
tutar. Tahakküm, antik dünyada kölelik ilişkilerine benzetilmiştir, zira evcil
hayvanlar ve köleler "insan üretim süreci için emek sağlamak üzere
boyunduruk altına alınmıştır".
Bir şeyler yapmak, bitki yetiştirmek, hayvan yetiştirmek ve çocuk
yetiştirmek
Üretim, doğanın insan eliyle dönüştürülmesi olarak
algılanır; bu, fikirlerin/tasarımların maddi alt yapıya yazılması anlamına
gelir.
Locke'un bilgi ekonomisinde, doğal dünya, edilgen insan
gözlemcinin alıcı organlarına çarpan ham duyumların kaynağıdır. Zihin daha
sonra bu alınan duyusal veriler üzerinde işlem yapar, bunları ayırır ve
birleştirerek karmaşık fikirler oluşturur. Aynı şekilde, Fizyokratlara göre
toprak, sakinlerine temel hammaddeler sağlar ve insan aklı bunlara biçim ve
anlam katar. Gudeman'ın ifade ettiği gibi, "bu "entelektüel"
ekonomide, tarım zanaatkârlık için neyse, duyum da zihinsel işlem için
odur"
Çiftçinin rolü toprağın maddi verimini elde etmek,
zanaatkârın rolü ise insanlığın biçimsel tasarımlarını ortaya koymaktır.
Çiftçinin emeği üretkendir, yani insan topluluğuna zenginlik akışı sağlar;
ancak bu zenginliği ortaya çıkarmadaki yaratıcı güç toprağın kendisine ve
ardında da ilahi müdahaleye atfedildiği için yine de edilgendir. Tersine,
zanaatkârın emeği üretken değildir, çünkü insan zenginliğine hiçbir şey katmaz,
ancak akıl tarafından yönlendirildiği için yine de etkindir
Papua Yeni Gine'nin Mount Hagen
bölgesindeki insanlar ekim (mbo) kavramını, bir bitkinin toprağa
yerleştirilmesi ve büyümesi için gerekli koşulları oluşturması anlamında
kullanır.
Kolombiyalı köylü çiftçiler, "İnsan toprağa yardım
eder; toprak meyveyi üretir" der.
Çiftçinin işi, "bitkileri ve hayvanları yaratmak değil,
aksine büyüme ve gelişme koşullarını oluşturmaktır".
Çocuk yetiştirmek, hayvan yetiştirmek ve bitki yetiştirmek
prensipte çok farklı değildir; hepsi birer büyütme sürecidir.
Kutup çevresinde bir gecenin rüyası
…bilimin de ısrar ettiği gibi, insanlar doğanın bir
parçasıdır. Aynı maddeden oluşan ve evrimleşmiş biyolojik organizmalardır.
Tıpkı diğer tüm canlı türleri gibi, aynı ilkelere göre.
Diğer canlılar gibi onlar da doğar, yaşlanır ve ölürler; yaşamak için yemek
yemeli, hayatta kalmak için kendilerini korumalı ve üremek için
çiftleşmelidirler. Peki ya her şey bunlardan ibaret olsaydı, bilim nasıl var
olabilirdi?
Öyleyse bilim insanı bir organizma değil de bir insan mıdır?
Hem doğa dünyasının içinde hem de dışında, hem organizma hem de kişi olarak
aynı anda nasıl var olabiliriz?
Bana öyle geliyor ki, modern bilimin insanlığa karşı
tutumunun içerdiği paradoks ve çelişkilerden kurtulmanın tek bir yolu var. Bu
da, insan da dahil olmak üzere tüm organizmaların nesne değil, varlık olduğu
varsayımına dayanıyor.
Superior Gölü'nün kuzeyindeki ormanların yerli avcıları ve
tuzakçıları olan kuzey Ojibwa halkının dilinde yaşam (bima.diziwa.d),
"hayatta kalma halini sürdürenler" anlamına gelir. Bir taşın canlı
olup olmaması, "yerleştirildiği ve deneyimlendiği bağlama bağlı
olacaktır".
Ojibwa'lar için bilgi, zihinsel
içeriğin birikiminde yatmaz. Dünyayı zihinlerinde temsil ederek değil, ister
rüyalarında ister uyanık yaşamlarında olsun, çevrelerinde hareket ederek,
izleyerek, dinleyerek ve hissederek, onu açığa çıkaran işaretleri aktif olarak
arayarak tanırlar. Burada deneyim, bir tür duyusal katılıma, kişinin kendi
farkındalığının hareketinin dünyanın yönlerinin hareketiyle birleşmesine denk
gelir.
Benlik, bir bedenin sınırları içinde hapsolmak yerine,
"çevreyle süregelen etkileşimi içinde var olur
Elbette bu bilgi, Batılıların bilim dediği şeyden farklı bir
tür.
Totemizm, animizm ve hayvanların tasviri
Sanat, genellikle insanlığın deneyimi sembolik temsillerle
ifade etme kapasitesi olarak görülür.
Totem dünyası özseldir; bir insan kendini kanguru olarak
ilan ettiğinde, kanguruyla aynı özden pay aldığını kasteder.
Animik dünya diyalojiktir; avlanma, insanlar ve hayvanlar
arasında yaşamsal güç dolaşımını etkileyerek dünyayı yeniler.
Animik tasvirler (İnuit), hayvanın duruş, hareket ve
davranışına odaklanır.
Minyatür oyulmuş hayvan figürinleri, oymacının
"malzemenin içsel niteliklerine" tepki verdiği bir süreçle ortaya
çıkar ve düşüncelerin maddi cisimleşmiş halleridir.
Avcı-toplayıcıların resim ve oymaları temsili değildir.
Onların amacı, bilgiyi ortaya çıkarmak ve dünyayı daha derinlemesine
araştırmaktır.
Soy, nesil, öz, hafıza, toprak
Yerli ve aborjin terimlerinin bir araya getirilmesi, sömürge
öncesi dünyanın, tarih başlamadan önce zaten kalıcı olarak sabitlenmiş bir
kültür ve toprak mozaiği olduğu şeklindeki tamamen Avrupamerkezci bir imajı
sürdürmekten başka bir şey değil midir? Ve bir ülkede doğup büyüyen, aynı
şekilde o ülkeyle ömür boyu aşinalığı olan kişilerden, yalnızca nesiller önce
atalarının başka bir yerden gelmiş olması gerekçesiyle yerli statüsünü
esirgemek makul müdür?
…yerleşimciler geldiğinde topraklarda yaşayan insanlar artık
hayatta değiller. Çağdaş nesiller, atalarının "orijinalliğinden"
hangi gerekçelerle pay alabilirler?
Soyağacı modeli, kişiliğin özsel bileşenlerinin
("biyogenetik öz" ve "kültürel bellek") atalardan
"hazır bir şekilde" aktarılması varsayımına dayanır. Bu modelde,
kişilerin yaşam süreci, zaten mevcut olan kimliklerin canlandırılması olarak
kavranır. Bu, geçmişi "cansız veya yok olmuş" bırakan, şimdiki zamanı
geçmişle karşı karşıya getiren bir zaman anlayışını gerektirir. Farklılık,
kuşaklar arası aktarımdaki hatalardan kaynaklanan çeşitlilik olarak yorumlanır.
Toprak ise, "nesilden nesile bireylerin yürüyüş halindeki topluluklar gibi
geçtiği kalıcı bir yüzey" olarak görülür.
Gilles Deleuze ve Felix Guattari / Soybilim modelinin
ağaçsı, dallı imgeleri yerine, alternatif bir figür, yani "Ağaç"
figürü sunuyorlar / köksap.
"köksap" bir karşı soyağacıdır
Çekirdek imgesi ağaç yerine köksap olan ilişkisel bir
modelin, sözde yerli halkların kendileri ve dünyadaki yerleri hakkındaki
hislerini daha iyi ilettiğine inanıyorum.
Ataların rolü, varoluşun temellerini aktarmaktan ziyade,
haleflerin büyümesi ve gelişimi için gerekli çevre koşullarını oluşturmaktır.
Kişiler, içsel nitelikleriyle değil, konumlarına göre
tanımlanır ve farklılık, konumsallık olarak ele alınır.
Bilgi, aktarılan temsillerden oluşmak yerine, yaşanmış
deneyimler sırasında... üretilir.
Yerli halklar, "tüm sanat ve bilimlerinin aynı temel
ilişkilerin tezahürleri" olduğunu düşünerek, varlıklarını toprakla olan
ilişkilerinden alırlar. Ancak yerli statüsünün resmi tanımının soyağacına
başvurması, "yerli grupların kendileri için yaşam biçimlerinin en temel
unsurları olan anlayışlara aykırıdır". Soyağacı modeli, özünde,
"toprağı işgal edilecek bir yüzey" olarak gören sömürgeci bir
modeldir.
2. Kısım: İkamet
Bu bölümdeki bölümler, benim "şey" olarak
adlandırdığım şeyin çeşitli yönlerini araştırıyor / konut
perspektifi. Bununla, organizma-kişinin bir ortama veya yaşam dünyasına
dalmasını kaçınılmaz bir varoluş koşulu olarak ele alan bir bakış açısını
kastediyorum. Bu bakış açısına göre, dünya sürekli olarak sakininin etrafında
var olur ve çok yönlü bileşenleri, düzenli bir yaşam etkinliği örüntüsüne dahil
edilmeleriyle anlam kazanır.
Kültür, algı ve biliş
Farklı geçmişlere sahip insanları alıp aynı duruma
yerleştirirseniz; muhtemelen bundan ne anladıkları konusunda farklı
olacaklardır.
Peki neden böyle olsun ki?
Sosyal antropolojide algı ve biliş üzerine düşünce, Emile
Durkheim'ın çalışmalarına dayanır ve Durkheim, toplumsal olguların bireylerin
psikolojik özellikleriyle açıklanamayacağını savunmuştur. Durkheim, duyumların
geçiciliği ile temsillerin kalıcılığı ve duyumların bireysel olması ile
temsillerin "kamusal ve toplumsal" olması temelinde bir ayrım
yapmıştır.
Amerikan kültürel antropolojisinde (Franz Boas'ın kurduğu
gelenek), kültürün örüntüsel bütünleşmesinin birey düzeyinde gerçekleştiği
varsayılmıştır. Clifford Geertz ve Ward Goodenough'un çalışmalarıyla kültür,
"davranışların yönetilmesi için bir dizi kontrol mekanizması" olarak
davranıştan ayrılmış ve kolektif bir alan olarak yeniden tanımlanmıştır.
Geertz, kültürel sembollerin alanının "psikolojik değil toplumsal, özel
değil kamusal" olduğunu ve bireyin içinde doğduğu toplumdaki mevcut sembolik
anlam yelpazesine bağımlı olduğunu vurgulamıştır. Farklı bireylerin dünyayı
farklı algılaması, aynı duyusal deneyimi organize etmek için farklı sembolik
sistemler kullanmalarından kaynaklanmaktadır.
Bilişsel antropoloji, insanların "kendisine mutlak bir
kaos gibi görünen şeyden nasıl düzen çıkardıklarını keşfetmek" sorusuyla
ilgilenir.
Temelde, bilişsel antropoloji, bilişin duyusal deneyimi
istikrarlı kavramsal şemalarla eşleştirme süreci olduğu varsayımını
sürdürmektedir.
Pierre Bourdieu gibi "pratik teori" savunucuları
bu varsayımları sorgulamışlardır. Bourdieu'nun kavramı olan habitus, kültürel
bilginin zihin tarafından aktarılmak yerine, insanların çevreleriyle pratik
etkinlik ortamlarında etkileşimleri sırasında geliştirilen "belirli eğilim
ve duyarlılıklar" aracılığıyla oluştuğunu savunur. Habitus, "yalnızca
etkinliğin kendisinde örneklendiği gibi var olur" ve beceri gerektiren
pratik ustalıkla ilişkilidir. Biliş, "kafanın içinde" devam eden bir
süreç değil, "kişiler ve dünya arasındaki süregelen ilişkilerin kesiştiği
noktada yer alan... toplumsal etkinliktir".
Bilişsel bilim, dijital bilgisayarın gelişimiyle birlikte
davranışçılığa alternatif olarak ortaya çıkmıştır ve temel aksiyomu, insanların
dünyayı zihinlerinde "zihinsel modeller" biçiminde temsil ederek
öğrendikleridir. İnsan zihninin evrensellerini (doğuştan gelen yapıları)
keşfetmekle ilgilenirken, bilişsel antropologlar algı ve eylemi kültüre özgü
edinilmiş şemalar açısından açıklamaya çalışmışlardır.
Ekolojik psikoloji, algısal etkinliğin, duyusal verilerin
zihin tarafından işlenmesinden değil, "tüm varlığın... çevresinde bilinçli
hareketinden oluştuğu" önermesiyle bilişsel bilim projesine karşı çıkar.
James Gibson'a göre, algı, duyusal dizilimdeki sürekli modülasyonların altında
yatan "sabitlikleri ayıklama" meselesidir. Algı eylem biçimi
olmalıdır, çünkü "Algılayanın o anda içinde bulunduğu eylemin sürdürülmesi
için bir ortamın neler sunduğuna dair bilgidir". Bu nedenle öğrenme,
"bilgi aktarımı değil, ... bir 'dikkat eğitimi'dir".
Heidegger, şeylerin başlangıçta
"erişilebilirlikleriyle" (yani pratik etkileşimlere entegre edilmiş
halleriyle) karşılaşıldığını, "oluş haliyle" (nesnel, tarafsız
özellikleriyle) değil, bu nedenle "bilimsel uygulama, diğer tüm beceri gerektiren
faaliyetler gibi, bilinçsizce erişilebilir olandan yararlanır" demiştir.
Merleau-Ponty'ye göre ise, "Beden, dünyada var olmanın aracıdır" ve
varoluşun temel koşulu "bir ortama tamamen bedensel olarak dalmış
olmamızın varoluşsal koşuluyla verilen daha temel bir farkındalığa"
dayanır.
Zihin ve beden, organizmanın-kişinin çevresel olarak
konumlanmış faaliyetini tanımlamanın iki yolu olarak görülmelidir. Sonuç
olarak, algılama, düşünme ve öğrenme gibi süreçlerin, "insanların
çevreleriyle karşılıklı ilişkilerinin ekolojik bağlamları içinde
incelenmesi" gerektiği savunulur.
İnşa etmek, ikamet etmek, yaşamak: Hayvanlar ve insanlar nasıl inşa ediyor?
kendilerini dünyada evlerinde hissediyorlar
Jakob von Uexkull'un bilinen metni,Hayvanlar ve İnsanlar
Dünyasında Bir Gezinti: "Örümcek ipliklerini örerken, her özne de
etrafındaki şeylerin belirli karakterleriyle ilişkilerini örer ve bunları
varoluşunu taşıyan sağlam bir ağ haline getirir"
İnsanlar, "bilinçli bir karar süreciyle, yani
fikirlerin bilinçli bir seçimiyle inşa edilen kendi tasarımlarının
yaratıcılarıdır".
İnşa perspektifi, dünyaların yaşanmadan önce yaratıldığı
varsayımına dayanır ve "gerçekliğe keyfi bir sembolik anlam çerçevesi
dayatmaktan" ibaret olduğu fikriyle başlar. Mimari, önce planlanıp inşa
edilir, sonra insanlar içine yerleştirilir. Bu bakış açısında, mekânın
"bilişsel organizasyonu maddi ifadesinden önce gelir; mekanlar ve inşa
edilmiş çevreler inşa edilmeden önce düşünülür".
Martin Heidegger'den ilham alan konut perspektifinin kurucu
ifadesi, "İnşa ettiğimiz için oturmuyoruz, fakat inşa ediyoruz ve inşa
ettik, çünkü oturuyoruz, yani oturanlarız... Ancak barınma yeteneğine sahipsek,
ancak o zaman inşa edebiliriz" şeklindedir. Bu perspektife göre, biçimler,
önceden var olan tasarımların aktarılmasından ziyade, "yaşam
faaliyetlerinin akışı içinde ortaya çıktığı" bir bakış açısıdır.
İnşa etmek, "insanlar bir çevrede yaşadığı sürece
sürekli devam eden bir süreçtir".
Manzaranın zamansallığı
Manzara, "içinde yaşamış ve böylece kendilerinden bir
şeyler bırakmış geçmiş nesillerin yaşamlarının ve eserlerinin kalıcı bir kaydı
ve tanıklığı olarak oluşturulduğu 'ikamet perspektifi'" ile
anlaşılmalıdır.
Manzara, "toprak", "doğa" veya
"mekân" değildir.
Manzara bir resim değil, bir deneyim alanıdır
…mekân uzayın yüzeyini haritalama ile ilgilenirken, manzara
"içinde yaşayanların, mekanlarını mesken tutanların ve onları birbirine
bağlayan patikalarda yolculuk edenlerin bildiği dünyadır". Manzara, içinde
yaşanıldığı sürece anlam kazanır ve anlam, "insanların yaşadıkları
çevreyle pratik etkileşimlerinin ilişkisel bağlamlarında içkindir".
Değişim olmadan tarih yoktur; düzenlilik olmadan zaman
yoktur. Zaman ve tarih, kural ve değişim gibi ilişkilidir: zaman, tarihin
kaprislerinin düzenli ortamıdır
"Görev manzarası" (bir topluluğun faaliyet
örüntüsünü oluşturan iç içe geçmiş tüm görevler topluluğu)
Manzara, "bir tarihin kendini gösterebileceği en katı
görünümdür". "Manzaranın bir bütün olarak aynı zamanda somutlaşmış
haliyle görev manzarası olarak anlaşılması gerekir
Manzara, bizim "görmek" ile algıladığımız yerken,
görev manzarası "duymak" ile algıladığımız yerdir.
Arkeolojinin amacı, manzaranın temel zamansallığını kabul
ederek, bu manzaradaki anlamı ortaya çıkarmaktır.
Küreler ve küreler: Çevreciliğin topolojisi
Bu bölümdeki amacım, henüz oldukça gelişmemiş bir fikri
denemekten ibaret. Bu fikir, çevre hakkındaki güncel tartışmaların dilinde küre
imgesinin önemiyle ilgili.
Çevre, elbette, çevreleyen şeydir ve bu nedenle yalnızca
çevreleyenle ilişkili olarak var olabilir
Peki, insanlar veya başka türden varlıklar nasıl bir küreyle
çevrili olabilir?
Küre olarak tasvir edilen dünya, "bir yaşam süreci
içinde ve aracılığıyla var olmaktan çok uzak, adeta yaşamla yüzleşen veya ona
sunulan bir varlık olarak karşımıza çıkar"; bu bir yaşam dünyası değil,
yaşamdan ayrı bir dünyadır.
Küresel bakış açısı, yerel olanı "yanıltıcı ve
eksik" olarak görme eğilimindedir, oysa yerel bakış açısı, "içinde
yaşanılan veya ikamet edilen bir dünyanın bileşenleriyle pratik, algısal bir
etkileşime" dayanır. Küresel imgelerden küresel imgelere geçiş,
"teknolojinin kozmoloji üzerindeki zaferini" işaret eder.
Bir yaşam yolunda yolculuk etmek: haritalar, yol bulma ve navigasyon
Yol bulma, "uzaydaki konumlar arasında değil, ... bir
geliş ve gidiş ağındaki yerler arasında" hareket etme meselesidir. Kişinin
nerede olduğunu bilmesi, "son hareketlerini daha önce kendisi ve başkaları
tarafından yapılan yolculukların anlatılarıyla ilişkilendirebilmesi"
anlamına gelir.
Dünyayı her yerden aynı anda nasıl görebiliriz
James Gibson, dünyayı "yeterli bir süre boyunca ve
yeterince geniş bir yollar kümesi boyunca algılamanın, onu 'sanki aynı anda her
yerde olabilirmiş gibi' algılamakla eşdeğer olduğunu" savunur. Edward
Casey, dikey bütünleşmenin (haritacılık) aksine, zihin ve beden arasında bir
ayrım varsaymayan "yanal" bütünleşme biçimini tercih eder. Bu yanal
bütünleşme, "bölge" adını verdiği, "bağladığı yerler arasındaki
yolculuklarla birbirine bağlanan bir alan" oluşturur.
Modern kartografya, "üretimine katkıda bulunan uygulamaların
ve güzergahların ortadan kaldırılması veya silinmesi" ile karakterize
edilir.
Yol bulma ve navigasyon, temelde farklı süreçlerdir.
Navigasyon, haritalar ve görüntüler arasında "döngüsel bir süreçten"
oluşur (Alfred Gell). Yol bulma ise, "uzaydaki konumunuzu belirlemekle
hiçbir ilgisi yoktur". Yol bulma, "bir hareket olarak zaman"
olarak anlaşılmalıdır.
Dur, bak ve dinle! Görme, işitme ve insan hareketi
Geleneksel felsefi bilmeceler, görmeyi ışık, işitmeyi ses
aracılığıyla algılama olarak ayırır.
Batı düşüncesinde, görme genellikle "dış dünya hakkında
rasyonel, bağımsız, analitik ve atomistik bir bilgi" sağladığı için üstün
görülür. Ancak, işitmenin "birleştirici, öznel, sentetik ve bütüncül"
olduğu ve "ruhsal, duygu ve his veya hayatın 'içselliği' söz konusu
olduğunda, işitmek görmeyi aşar" şeklindeki karşıt görüş de mevcuttur. Bu
karşıtlık, görmeyi mesafeli ve nesnelleştirici, işitmeyi ise bağlayıcı ve
sempatik olarak görme eğilimine yol açmıştır.
McLuhan ve Ong'un görüşüne göre, "sözlü kültürün...
birleştirici, uyumlu ve bütüncül" olduğu, görme kültürünün ise analitik ve
atomistik olduğu varsayılır.
Gibson'a göre ışık, algılanan bir şey değildir;
"Gördüğümüz tek şey... çevre veya çevreyle ilgili gerçeklerdir, asla
fotonlar veya radyant enerji". Ancak Merleau-Ponty'ye göre, görme,
"kendimden uzak olmam için bana verilen araçtır".
3. Kısım: Beceri
Bu bölümdeki amaç, sanat ve teknoloji arasındaki ayrımı,
"sosyal olarak konumlanmış aktörlerin beceri gerektiren
uygulamalarını" başlangıç noktası olarak alarak aşmanın yollarını
önermektir.
eknik işlemlerin doğası gereği mekanik olduğunu varsaymak
yerine, bu bölümde makinenin endüstriyel kapitalizmin büyümesine eşlik eden
üretim güçlerinin tarihsel gelişiminin bir sonucu olduğunu savunuyorum.
Araçlar, zihinler ve makineler: Teknolojinin felsefi gezisi
Teknoloji" kelimesi, zanaatkârlıkla ilişkilendirilen
beceri anlamına gelen tekhne ve aklın uygulanmasından türetilen bir ilkeler
çerçevesi anlamına gelen logos kelimelerinden türemiştir. Modern teknolojinin
anlamı, akıl sanatı yerine sanatın aklıdır. Yapımın yaratıcı kısmı,
"entelektüel bir tasarım süreci biçiminde bu etkileşimin öncesine
yerleştirmektir". Teknik, salt tekniğe ve nihayetinde mekaniğe indirgenir.
Bir makine performansıyla, "insan deneyimi ve duyarlılığının yapım
sürecinde etkin olan belirli bağlamından ayrılabilen" bir cihazın işleyişi
söz konusudur.
Teknoloji tanımları, kavramın modern bilimsel bilgiyle
yönlendirilen alet yapımını mı, yoksa tüm toplumlardaki insan emeği
faaliyetlerini mi kapsadığına bağlı olarak değişir.
Alet, bir etkenin kapasitesini genişleten bir nesnedir,
teknik ise "eserlerin kullanımında ustalık" olarak tanımlanan
beceridir. Beceriyi, "el becerisinin belirli bir uygulaması" (Pye)
olarak bilgiden ayırmak önemlidir.
Leroi-Gourhan, teknik işlemlerin dışsallaştırılmasını,
makinenin "geliştirilmiş yapay bir kopyası" olduğu fikriyle
açıklamıştır. Marx ise, aletin hareketlerinin sorumluluğunun yetenekli ellerden
"mekanik olarak belirleyen bir sistemin ikame edilmesinde" yattığını
savunmuştur.
Elle çalıştırılan aletlerden makineye geçişte, "ileri
geri hareketin döner harekete dönüştürülmesi" önemli bir adımdır.
Kapitalist üretimde, "emek araçları işçiyi
kullanır". Üretimdeki emek, "insan öznelerinin bilgi, beceri ve
deneyimine dayanır". Makine üretimde ise, "tüm süreç nesnel hale
gelir" ve "teknik, yerini teknolojiye... bırakmıştır".
Marx'a göre "üretim güçleri tamamen insanidir".
Teknik evrim, "karmaşıklaşma süreci olarak değil, üretim güçlerinin
nesnelleştirilmesi ve dışsallaştırılması süreci olarak görülmesi" gerekir.
Toplum, doğa ve teknoloji kavramı
Teknoloji kavramı, Batı düşüncesinin doğa üzerindeki
egemenlik kurma fikriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Evrimsel antropologlar,
toplumların karmaşıklığını teknolojilerinin karmaşıklığıyla ilişkilendirmiştir.
Modern öncesi toplumlarda teknoloji diye bir şey yoktur
Teknik, "belirli insan öznelerinin yetenekleri"
olarak, teknoloji ise "genelleştirilmiş, nesnel bir bilgi birikimi"
olarak ele alınır. "Teknoloji, tekniği desteklemek yerine ortadan
kaldırıyor gibi görünüyor".
Araçlar, "bir etkenin belirli bir ortamda faaliyet
gösterme kapasitesini genişleten bir nesnedir". Avcılar ve toplayıcılar
için araçlar, kontrol aracı olmaktan ziyade "bir vahiy aracı olarak görülmesi
daha doğru olur".
İş, zaman ve endüstri
Kapitalizm, emek gücünün metalaştırılması ilkesine dayanır.
Emeğin, "soyut toplumsal emek" olarak görülmesi, işin toplumsallığını
ortadan kaldırır. Emek, "niceliksel ve homojendir". Endüstriyel
kapitalizm, "zaman paradır" ifadesinde özetlenen bir "zaman
tasarrufu" tutumu getirmiştir.
Sepet örmek üzerine
Maddi kültür, "kültür evrenin etrafına sarılır" ve
"maddi şeylerin dış yüzeylerini şekillendirip dönüştürürken, içlerine asla
nüfuz etmezler".
Sepetin biçimi, "onu oluşturan malzemenin hem iç hem de
dış kuvvetlerinin bir oyununun sonucudur" ve "dokuyucunun malzemeyle
karşılıklı ve oldukça kaslı bir diyaloğa girdiği bir tür kuvvet alanı içinde
ortaya çıktığı" söylenebilir.
İp torbalar ve kuş yuvaları: Eserlerde beceri ve yapım
Sanat ve teknoloji arasındaki modern ayrım / "yaratıcılık
ve tekrar, özgürlük ve kararlılık arasındaki daha temel bir dizi
karşıtlığın" ekseni boyunca entelektüel emeği el emeğinden ayırma
eğiliminden kaynaklanır.
Becerinin beş boyutu vurgulanır:
1) Amaçlılık ve işlevsellik, "etkinliğin kendisinde...
içkindir";
2) Beceri, "organizma-kişinin... varlığının oluşturduğu
ilişkiler alanının bir özelliğidir";
3) Beceri gerektiren uygulama "özen, muhakeme ve el
becerisi niteliklerini" içerir ve "duyusal düzeltmelerde" yatar;
4) Beceriler, "formüllerin aktarımı yoluyla değil,
uygulama ortamlarında doğaçlama ve taklitin bir karışımı yoluyla"
öğrenilir;
5) Yapım, "kullanım süreci içinde ortaya çıkar".
Beceriksizlikten el becerisine doğru ilerleme, kuralların ve
temsillerin içselleştirilmesiyle değil, hareket ve algının kademeli olarak
uyumlanmasıyla sağlanıyor
Teknik değişimin dinamikleri
Alt Paleolitik aletlerden Üst Paleolitik aletlere geçiş
insan evriminin öyküsünde bir bölümken, Üst Paleolitik aletlerden modern
endüstriyel teknolojilere geçiş tarihin bir bölümüdür.
Evrimden bahsettiğimizde, aletlerdeki değişimlerin onları
kullanan canlıların biçim ve kapasitelerindeki değişimlere bağlı olduğu ve
dolayısıyla bu değişimlerin göstergeleri olarak alınabileceği varsayılır. Buna
karşılık, tarihten bahsettiğimizde, sanki teknoloji genetik kısıtlamaların
bağlarından kurtulmuş ve bundan böyle doğuştan gelen insan kapasitelerinde
herhangi bir gelişmeye yol açmadan sınırsız bir gelişim gösterebilecekmiş gibi
görünür. Öyleyse, teknolojinin evrimi ne zaman teknolojinin tarihi haline
gelir?
‘Bizim gibi insanlar': anatomik olarak modern insan
Cro-Magnon Adamı, "anatomik olarak modern insan"
prototipidir. Ortodoks teori, bu insanların "biyolojik olarak 'bizim
gibiydiler', ama kültürel olarak değil" olduğunu savunur. Dil kapasitesi
evrim, okuryazarlık ise tarihtir.
Form, "gelişimsel sistemlerin dinamik işleyişinde...
üretilir ve sürdürülür". Formun evrimi, "gelişimsel sistemlerin
türetme tarihi" ile eşdeğerdir.
"Anatomik olarak modern insan" kavramı, bir
başlangıç noktası oluşturmak için evrim ve tarihsel süreçlerin kesişiminde yer
alan "analitik bir kurgudur".
Konuşma, yazma ve Dilin modern kökenleri
Köken fikrinin kendisi... bir kurgu olduğu için dilin
kökenlerini araştırmak boşunadır.
Alet kullanımının şiirselliği: teknolojiden, dilden ve zekâdan zanaat,
şarkı ve hayal gücü
En azından modern öncesi veya Batı dışı toplumlarda
teknoloji, dil veya zekâ diye bir şey yoktur.
Asıl amacım, günlük araç kullanımının teknolojinin
davranışsal bir örneği olduğunu veya konuşulan dilin bir araç olduğunu
söylemenin ne anlama geldiğine odaklanmaktır.
Öyleyse, kelimeler ve insanların kelimelerle yaptığı
faaliyetler (yani konuşma) vardır. Ve araçlar ve insanların araçlarla yaptığı
faaliyetler (yani araç kullanma) vardır.
Öğrenme, "kuralları ve
temsilleri edinerek değil, onlardan vazgeçebildiği noktada ustalaşır".
…