Hans-Jürgen Gawoll –
Friedrich Nietzsche ve Avrupa Felsefesi
Karl May’a göre İstanbul’un da Avrupa’nın en güzel şehirleri
arasında bulunduğu kesindi. Ancak May’a göre bu izlenim sadece İstanbul’a
dışarıdan, yani Boğaz’dan ve Haliç’ten bakıldığında oluşur: “Şehrin içine
girdiğinizde kendinizi, yol diyemeyeceğiniz kadar dar ve çarpık sokakların
içinde bulursunuz. (…) Attığınız her adımda o pis, çirkin sokak köpeklerinden
birine rastlarsınız ve dar sokaklardan gelip geçen hamallar, atlar ve diğer
insan ve hayvanlar tarafından pisliğe itilmemek için her an tetikte
olmalısınız.” (s. 7/8)
Zengin ve yoksuş arasındaki bu muazzam karşıtlık, aynı
zamanda İstanbul’u da ikiye bölmekte.
Ancak İstanbul bunların, karşıtlıkları bağdaştırmayı ve bir
arada yaşatmayı da başarmaktadır. (s. 8)
Kuran’ın Rumeli’ye kadar uzanan etkisini en iyi biçimde
yansıtan İstanbul’un sayısız camileridir. Bu gerçek, İslam’ı “ahlakı tanımayan
Bedevi’nin anlamsız tanrı-öğretisi”ne benzeten Atatürk’ün katı karşı çıkışı ile
de Türk yaşamından koparılıp atılamaz. (s. 12)
Kuran’da sunulduğu biçimiyle İslam dini kendini, öbür iki
tektanrıcı dinlerle dialoğa açık olan, bir “uzlaştırıcı” olarak ortaya
koymakta.
Kant, Hegel ve Nietzsche, aydınlanmanın birer
temsilcileridir.
Kant, Türkleri “konuksever, olarak belirledikten sonra,
eleştirel bir tonla Türklerin kaderciliğini vurguluyor. Hegel’in daha sonra
“Doğu’ya özgü sükunet ve huzur” olarak tanımladığı bu özellik Nietzsche’de ise
bir polemiğe konu oluyor. İnsanc, Çok İnsanca’nın beşinci bölümünde Nietzsche
“kısmete” inanmayı Türk kaderciliği olarak eleştiriyor ve buradaki temel
yanılgının da insanı ve kaderi birbirinden ayırmakta ve onları karşı karşıya
getirmekte yattığını söylüyor. (s. 13/14)
Müslüman ve Hıristiyan, Doğu ve Batı’nın birbirine ihtiyacı
var ve ötekinin varlığını tanıma, kabul etme sürecinin sancıları ardından,
birbirinden bağımsız varolmaları olanaklı değil. (s. 15)
Nietzsche metinlerine ilişkin yorumlarım … benim için daha
çok kültürel, çoğulcu bir kimlik düşüncesini dile getirmemi ve
belirginleştirmemi sağlayan bir araçtı. (s. 16)
Birinci Ders
(09.03.1994)
“Giderek yaklaşanı ve kaçınılmaz olanı betimliyorum:
nihilizmin yükselişini.” (s. 19)
Ona göre Avrupa nihilizmin hastalığına yakalanmıştır.
Avrupa’nın kültürü ve tarihi bitecektir, bitmek zorundadır,
çünkü Avrupa özünde nihlisttir. (s. 20)
“Binlerce öldüler
Hem de en iyileri
Dişleri dökülmüş
Bir uygarlık için.” (Pound) (s. 21)
Nietzsche düşünce yaşamının başlangıcında nihilizm kavramını
kullanmamış olsa da, nihilizm olgusu ile uğraşmakta. Ancak kanımca Nietzsche
nihilizm fenomeninin nedenlerini çözümlemeden ondan sıyrılmaya çalışmakta. (s.
30)
Belki de Nietzsche ile birlikte, nihilizm korkusunu yenmeyi
ve bir tutum, tavır olarak nihilizmin aslında aydınlanmacılığın en iyi
ilkelerinin bir devamı olduğunu göstermeyi başarabilirim. (s. 32)
İkinci Ders
(23.03.1994)
(1789 Fransız Devrimi) o zamana dek bir hiç olan burjuva
adına her şeyi, yani özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği istiyordu. (s. 33)
… L. Sebastian Mercier 1801’de sözlüğü Neologie’de, “Nihilist
ya da Hiçci” maddesi altında buruk ve tutucu bir ironi ile kısaca çöyle dile
getirmekte.
“Hiçbir şeye inanmayan, hiçbir şeyle ilgilenmeyen kimse.
Kötü bir felsefenin büyük ansiklopedide sergilenen güzel sonucu.”
Mercier’in de burada, Diderot ve D’Alambert’in
ansiklopedisine işaret ederek, gösterdiği gibi nihilizm, aydınlanmanın
sonucuydu. (s. 34)
Nihilizm, hangi biçimde karşımıza çıkarsa çıksın, her zaman
insanın somut dünyasını reddetmekte. Nietzsche nihlizm’i “en yüksek değerlerin
değersizleştirilmesi” olarak tanımlamıştı.
Nihilizm, şu bastığımız dünyayı
sadece insanın bir eylem alanı olarak gören ve onu böylece zorunlu olarak
değersizleştiren felsefi bir düşünce biçimidir.
Kant felsefesi insanın dünyasını bütünüyle sarsmış ve onu
boşluğa sürüklemişti.
Schopenhauer “istenç”i evrenin huzura kavuşamayan özü ve
kendinde şey olarak ilan eder. (s. 36)
İnsan, özgürlüğünün bedelini
dünyanın anlamsızlığı ile ödemek zorunda. (s. 38)
Trajedinin Doğuşu
Trajedinin Doğuşu’nda konu edilen de Apollonca olanın
Dionysosca olan karşısındaki işlevidir. (s. 39)
Etimolojik olarak “görünen” anlamına gelen Apollon’da ve
onun ait olduğu düş dünyasında biçim ve armoni egemendir.
Nietzsche’nin sarhoşluk ile karşılaştırdığı
Dionysosca-olanda ise varoluşun temelinin çökmesi ile karanlığa, yeraltına bir
geçiş söz konusu. (s. 40)
Nietzsche’ye göre evrenin asıl özünü oluşturan… Dionysos’dur.
Dionysos, varolma dürtüsünün ve sürekli kendini isteyen bir istencin
simgesidir. Böyle sonsuz bir istek ise ancak, eski biçimleri yok edip,
yenilerinin oluşmasına elverdiği ölçüde tatmin olabilecektir. (s. 41/42)
Dionysos, görünüşte olanın Apollonca bir görüntüler
dünyasına gereksinim duymakta ve onu yaratmakla kendisinin kalıcı bir anlama
sahip olmadığı gerçeğini gözardı edebilmekte ve bu gerçeği böylece yaşanabilir
hale getirmekte. Apollon ise varlığın bu çıkmazını örterek, sanatsal bir ürün,
bir yapıt olarak anlam kazanmakta. (s. 42/43)
Nietzsche’ye göre kendimizi “gerçek yaratıcının oluşturduğu
sanatsal biçimler ve görüntüler olarak görmeliyiz ve bir yapıt olarak en yüce
anlama sahibiz.”
Nihilizmi aşabilmenin tek yolu Nietzsche’ye göre estetik,
yani sanattır. (s. 43)
Nietzsche’nin
varmak istediği poiesis Dionysos ve Apollon ilkeleri gibi iki yönlüdür.
Dionysos ile
özdeşleşerek yaşamın temeline ve kaynağına inmemiz bize yaratıcı olma gücünü,
yetisini kazandıracaktır. Böylece de yaşamın üzerine görütüler ve Apollonca
görünüşte dünyalar yaratmamız olanaklı olacaktır.
Apollon’un Dionysos’a
öykünmesi böylelikle poiesis’in doruk noktasıdır ve bunun dışında bir değeri
olmayan, bir hiç olan yaşam böylece değere kavuşarak, bir tutku elde eder.
(s. 44)
Nietzsche’ye göre Yunan tarihindeki en önemli olgu, Apollon’un
kültür istencinin, arkaik-orientl Dionysos ilkesi ile uzlaşması ve barış ilan
etmesiydi.
Dionysosçu barbarların, cinsel hazdan şiddete varan çılgın
ve taşkın kutlamalarına karşın Yunanlılar, yaşamı ve dünyayı yücelten şenlikler
düzenlemekte. (s. 46)
Bu kültürel uzlaşmanın, barışın doruk noktasını Aiskhylos’un
ve Sophokles’in Attik trajedileri temsil etmekteydi.
Dionysos trajedinin karanlık temellerini, yeraltını temsil
ediyordu. Bunların günışığına çıkarak gerçekleşebilmesi de ancak Apollon’un
yaratıcılığıyla olanaklıydı. Trajik kahramanın başarısızlığa, mutsuzluğa
yargılı eylemleri, güneş tanrısı Apollon ile epik bir biçim kazanıyordu. Koro
ise burada, Dionysosçu bir coşku ve esrimeyi yaşayan kitleyi simgeleştirerek
sahnenin ayrılmaz bir parçasını oluşturuyordu. “Seyirci böylece Apollon’un
maskesinin ardına geçerek doğanın içyüzünü ve korkunçluğunu” ve her şeyin
çökmeye yargılı olduğunu görebilmekteydi. (s. 47)
Üçüncü Ders
(06.04.1994)
“Genç insan böylece yerinden yurdundan olmakta ve bütün
törelerden ve kavramlardan kuşku duymakta. O artık şunu biliyor: Her zaman her
şey başkaydı. Şimdi onun nasıl olduğu önemli değil.” (s. 53)
Hegelci felsefeye karşı
Nietzsche’nin burada özellikle hedef aldığı, dünya tarihinin
şimsi sona erdiği ve son ereğine ulaştığı yolundaki tasarım ve düşüncedir.
Böyle bir teleolojik (erekbilimsel) tarih anlayışının ardında Nietzsche’ye göre
her olgusal başarıyı, yaşanılan gerçeği tanrısallaştırma ve savunma sevdası
yatmaktadır. (s. 55)
Ona göre son kuşak ya da epigon olma gibi Hegelvari bir
bilincin ve anlayışın kaynağı, Hıristiyanlığın temelinde yatan bir mahşer günü
düşüncesine dayanmaktadır.
19. yüzyılın kibirli Avrupalıları da tarihin son noktasında
bulunduklarını sanmaktaydılar.
…böylece insan tamamen bir ümitsizliğe mahkum kılınmakta, bu
anlayış doğrultusunda önemli olan tek şey, belleğin tarihin bu son noktasına
karşı duyarlı kalmasını sağlamaktı. İnsan böylece, hiçbir mirasçısı ve geleceği
olmayan bir şimdiki zamanı yaşamaya bırakılmıştır. (s. 56/57)
Dördüncü Ders (20.04.1994)
Nietzsche’nin düşüncelerinin çıkış noktası,
İnsan yaşamında mutluluğu amaçlar, ancak kendini sürekli
mutsuzluğun içinde bulur.
İnsan unutamayan hayvandır (bu nedenle mutsuzdur)
Kendini “hiçbir zaman tamamlanmayan bir eksiklik” ve “sürekli
bir bitmişlik” olarak duyumsayan insan, her an “kendini olumsuzlayarak,
kendisiyle çelişerek” yaşamak zorunda. (s. 60)
Çeviren: Ayşın Özalp
Afa Yayınları, Aralık 1996
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder