9 Haziran 2021 Çarşamba

Paradigmanın İflası

Fikret Başkaya - Paradigmanın İflası, Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş

Türkiye iki yüzyılı aşkın bir zamandan beri Batı gibi olmak için onu taklit ediyor.

Her dönemde iktidarı ele geçirenler, "kurtuluş reçetesinin" ceplerinde olduğunu ve beş-on yılda sorunların çözüme kavuşacağını söylüyorlar. Ne var ki, bu beş-on yılların sonu bir türlü gelmiyor (s. 9).

Cumhuriyet rejimi, Türkiye'nin emperyalist Batı ile olan ilişkilerinde ve kapitalist Dünya sistemi içindeki konumunda köklü bir değişikliği temsil etmiyor (s. 10).

Eğer bir ideolojinin gücü temsil ettiği toplum sınıflarının (burada hakim sınıfların) gücünün ideolojik plana yansımasıysa, emperyalizm çağında bu sınıfların ilerici bir rol oynamaları olanaksızdı. Cumhuriyeti kuran kadroların bu niteliği veri olduğunda, ideolojik boşluğun resmi ideoloji ile doldurulması bir "zorunluluk"tu (s. 11).

Cumhuriyet aydınları resmi ideolojinin üreticisi ve yayıcısı olma misyonuna koşulmuşlardı (s. 11-12).

Bu durum, düşünsel entelektüel alanı kısırlaştırmış, antidemokratik, tektip, bağnaz bir düşünce kalıbının yerleşmesi sonucunu doğurmuştu (s. 12).

Türk özel sermayesi onca yıl "teşvik'', "destek" ve ''vurgun"dan sonra yeni teşvikler, ayrıcalıklar istiyor ve ancak emperyalist sermayenin eteğine yapışarak ayakta kalabiliyor.

Cumhuriyet Türkiyesi

Sovyet Rusya'ya karşı bir ''tampon bölge" oluşturarak Ortadoğu pazarından pay almak isteyen emperyalist devletlerin çıkar çatışmasından yararlanmayı, dış yardım almayı ve dış destekle yaşamayı bir "ilke" haline getirmiştir (s. 12).

 

"iktisat bilimi", ileri sürüldüğü gibi, evrensel geçerliliği olan bir "bilim" değildir. Kapitalizmin ortaya çıktığı özel koşullarda Batı için Batılılar tarafından üretilen, ama bizimki gibi "yeni sömürge" statüsündeki ülkelerde de "tüketilen" "iktisat bilimi", hakim durumdaki ülkelerin elinde ideolojik bir araç işlevi görmektedir.

 

Artık iki yüzyıldır dayatılan (asrileşme, muasırlaşma, batılılaşma, çağdaşlaşma, kalkınma, çağ atlama) ve her seferinde yeni bir şeymiş gibi sunulan paradigmanın iflas ettiğini kabullenmeliyiz (s. 13).

 

II. BÖLÜM

AYDINLAR VE RESMİ İDEOLOJİ

İlkel kabilede büyücü, Firavunun rüya yorumcusu, günümüzün diplomalıları vb. ait oldukları toplumsal formasyonların sosyolojik anlamda aydınlarıdırlar.

 

Eski Uzakdoğu uygarlıklarında bilge, toplumsal hiyerarşide birinci sırada yer alırdı.

…birinci bilge, ikinci çiftçi, üçüncü zanaatkâr, dördüncü tacir denirdi.

 

Osmanlı İmparatorluğu'nda Şeyh-ül İslam, müftü, kadı, müderris, imam vb. den oluşan bir dini hiyerarşi oluşmuştu. l Söz konusu hiyerarşi sayesinde imparatorlukta hem ideolojik (Şeriatın uygulanması) hem de idari fonksiyonlar (yargı) gerçekleştirilirdi. Hiyerarşinin yükseklerinde yer alanlar, büyük servetlerin de sahibiydiler.

 

"ilim iktidardır" atasözü aslında iki şeyi içermektedir; Birincisi, her bilgi doğal olarak bir siyasal iktidar yaratma eğilimindedir; ikincisi de, her iktidar zorunlu olarak bir bilgi donanımına ihtiyaç duyar (s. 18).

 

Entelektüelin ayırdedici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır.

 

…entelektüelin misyonu, gerçeğin çarpıtılmış biçimiyle savaşmaktır. Gerçeğin saptırılmış (ideolojik) bir versiyonunu topluma kabul ettirmeye çalışan devletin ve bu işleve koşulmuş "aydınlar"ın, "aldatıcılar"ın ipliğini pazara çıkarmaktır / s. 19-20

 

(entelektüel yapan) sahip olduğu "bilimsel bilgi" değil, toplumsal, insani, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır.

 

Ortaçağda kilisenin temel öğretisine ve hakim düşüncesine karşı çıkan birine, ne kadar derin bilgin olursa olsun, yaşama hakkı tanınmazdı.

 

1930'1u yıllarda bir Sovyet tarihçisi ölümü göze almadan Çin tarihi üzerine bir araştırmaya girişemezdi (ATÜT nedeniyle).

 

İktidarı ele geçiren her bürokratik klik, kendi çıkarına uygun düşen bir tarih versiyonunu topluma kabul ettirmek istemiştir (s. 22).

 

Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi aydınları, üstlendikleri ideolojik işlev bakımından Batı burjuvazisinin Türkiye'deki "organik aydınları"ydılar.

 

Tanzimatla başlayan dışardan "düşünce" ve "kurum" ithal etme süreci, 1920 ve 1930'lu yıllarda fanatik bir inkârcılıkla sürdürüldü.

Takrir-i Sükun terör rejimi altında insanlara şapka giydirildi. Arapça-Farsça melezleşmesidir diye Osmanlıca bir çırpıda yok sayıldı. Arap alfabesi Latin alfabesiyle değiştirildi. Bütün bunlar "inkılap" sayıldı. Terör rejimi koşullarında gerçekleştirilen bu inkılapların bekçiliğini yapmak da, Cumhuriyet aydınlarına düşecekti. Zora dayanılarak yapılan "inkılaplar"; ancak zora dayanarak korunabilirdi. Aydınların açmazı da buradaydı (s. 27).

 

Oysa asıl yapılması gereken inkar değil, "diyalektik aşma" olmalıydı. Başka bir ifade ile var olanı sürdürme, eleştirme, aşma biçiminde bir yaklaşım gerekiyordu.

 

Sovyetler Birliği'nde proletarya kültürünün yüceltilmesi, burjuva kültürünün toptan mahkûm edilmesi, Stalinist terör rejimi koşullarında tam bir kültürel, entelektüel ve artistik gerilemeye ve kısırlığa neden oldu.

 

İlginç olan bir şey de, Cumhuriyet aydınının Meşrutiyet aydınım, Meşrutiyet aydınının da Tanzimat dönemi aydınlarını suçlamış olmalarıdır. Her dönemde, bir öncekiler yanlış yaptıkları için suçlanmışlardır.

 

Cumhuriyet aydınları için de iktidarlarını sağlamlaştırmanın biricik yolu, kendilerinden öncekileri kötülemekti (s. 29-30).

 

1960'larm başında sosyalist ideoloji, bürokrasinin iktidar ortaklığının sona erdiği bir dönemde, iktidarı yeniden ele geçirmenin bir aracı olarak görülüyordu.

…asıl amaç sosyalizmin kurulması değildi. Bu aşamada görüntüyle gerçeğin birbirinden ayrılması önemlidir. Amaç, sosyalist bir toplum düzeni oluşturmak değil, "sosyalist yöntemler" kullanarak Batı'yı daha hızlı taklit etmekti.

 

(Gramsci) devlet aygıtını ele geçirmek amacıyla hasım sınıflarla mücadeleye girişen yeni (yükselen) sınıf, üretici güçleri dönüşüme uğratacak, toplumun ikincil (egemen sınıf dışında) sınıflarına da bir şeyler verebilecek, son analizde kendi sınıfsal projesini geniş kitlelere kabul ettirirken, zor öğesini değil, ikna ve inandırma yolunu seçecek; böylece kendi ideolojisi aracılığıyla bir entegrasyonu (bütünleşmeyi) gerçekleştirecek.

Cumhuriyetin kurulduğu dönemde tam tersi geçerliydi.

Türkiye'de Cumhuriyetin kurulmasıyla iktidara el koyan "yeni" yönetici sınıflar koalisyonu, emekçi sınıflara bir şeyler vermediği gibi, baskı ve sömürüyü yoğunlaştırmıştı(s. 35).

 

Cumhuriyet iktidarları "büyük devlet" kompleksinden hiçbir zaman kurtulamadılar. Mazlum halkların yanında değil, her zaman onları ezen sömürgeci emperyalist devletlerin safında yer aldılar (s. 36).

 

Türk aydınları, yalan üretip ürettikleri yalanla yaşamak gibi, talihsiz bir konumda bulunmuşlardır.

 

Resmi ideolojinin geçerli olduğu Türkiye gibi sosyal formasyonlarda, devlet politikalarına ters düşen bilgiye izin verilmez. Resmi ideolojiye ters düşmek veya onu eleştirmek cezai yaptırımlarla engellenmek istenir.

İnsanlar, düşünceleri, "iyi ve kötü", "yararlı ve zararlı" diye sınıflandırılır.

Batı Ortaçağı'nda "doğru"ların tespiti kilise adamları tarafından yapılırdı. Bizim Cumhuriyetimizde de yasalar ve uygulayıcılar bu işi yapıyorlar (s. 37).

 

Cumhuriyet dönemi aydınları (…) Kendi ayrıcalıklı konumlarını muhafaza edebilmek için her türlü "farklı" düşünceyi tehlikeli saydılar (s. 38).

 

Gerçek toplumsal dönüşümlerin ortaya çıkmadığı koşullarda, inkilapları idealize edip yücelttiler. Kapalı bir kültür oluşturdular. Her ne kadar yaydıkları resmi ideolojiyle toplumun tamamını temsil ettiklerini ileri sürseler de, aslında palazlanmakta olan bir sermaye sınıfının çıkarlarını meşrulaştırdılar (s. 39).

 

Resmi ideoloji üretmenin yerini resmi ideolojinin eleştirisi almadıkça, gerçek anlamda aydınlanma mümkün olamayacaktır (s. 40).

 

III. BÖLÜM

MİLLİ MÜCADELE'NİN NİTELİĞİ

Resmi ideoloji tarafından Mustafa Kemal'in yaşadığı dönem Cumhuriyet'in "altın çağı", 1950 sonrası da bir çeşit "duraklama" ve "gerileme" dönemi sayılıyor.

 

Bir kere, Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman doğrudan sömürge olmadı. Yıkıldığı güne kadar emperyalist Batı'nın ekonomik-diplomatik bir yarı-sömürgesi durumunu muhafaza etti. İkincisi, Osmanlı İmparatorluğu Birinci Emperyalistler arası Savaşa “taraf” olarak katıldı (s. 46).

 

Emperyalist paylaşım savaşına katılan bir devletin antiemperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı vermesi mümkün müdür? (Yazar şunu hatırlamalı; İstiklal Harbini veren Osmanlı değil Türkler idi).

 

Milli Mücadele Anti Emperyalist Bir Hareket Değildir.

Sovyet Devrimi ve devrimin yayılma potansiyeli, emperyalistlerin savaş öncesi ve savaş içindeki hesaplarını alt-üst etti. Yeni Türk Devleti de bu yeni durumun yarattığı çıkar çatışmalarından yararlanarak varlığını korumuştur (s. 49).

 

1921’den sonra İngiltere’nin temel siyaseti Doğu’da Bolşevizmin yayılmasını durdurmaktı. İngiliz desteği kalktığı andan itibaren de Yunanlıların Anadolu’da barınma şansı yoktu. Bu nedenle Türk-Yunan savaşı abartıldığı kadar önemli bir savaş değildi.

İsmet İnönü 29 Ekim 1973’te Milliyet Gazetesine verdiği demeçte, İstiklal mücadelesinin başarısının esasen İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olduğunu belirtmiş.

 

Bürokrasinin varlığı status quo'nun korunmasına bağlıdır.

Bürokrasiler reformcu göründükleri zaman bile, amaç ortaya çıkan yeni durumda egemenliklerini korumaktır.

Bu amaçla yeni düzenlemelere girişirler. Cumhuriyet döneminin inkılaplarını değerlendirirken bu niteliğin hatırlanması gerekir (s. 52).

 

Tanzimatlara, Islahatlara (Cumhuriyet döneminde bu düzenlemeler inkılap oldu) Cumhuriyet döneminde devam edildiğinde de asıl amaç aynıydı. Amaç yine devleti güçlendirmekti.

Osmanlı döneminde yapılan "kurum aktarmacılığı" Cumhuriyet bürokrasisi tarafından eleştirilmiştir. Ama kendileri daha yoğun bir "ithalat" sürecine girmişlerdir. Kendi aktarmacılıklarını "ilerici" inkılaplar olarak sunmuşlardır. Cumhuriyet döneminin Batı'dan kurum aktarmacılığıyla daha öncekilerin özde hiçbir farkı yoktur. Her ikisinin de ortak yanı, yarısömürgeleşme sürecini hızlandırıyor olmalarıdır (s. 54).

 

Cumhuriyeti kuranlarla 1908 hareketinin yönetici kadroları, aşağı yukarı aynı kişilerden oluşuyordu.

Cumhuriyeti kuranlar sanki İttihatçılardan başkasıymış gibi gösterilmeye çalışıldı.

Milli Mücadele ve sonrasında üretim ilişkilerine dokunulmadı. Komprador burjuvazinin işlevini, Rum ve Ermenilerden "Müslüman tüccara" aktarmak dışında yapısal nitelikte hiçbir dönüşüm söz konusu olmadı (s. 55-56).

 

"Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" demekle hakimiyet milletin olmuyor. "Millet" kavramına herkes istediği anlamı yükleyebilir.

 

İttihat ve Terraki Partisi, iktidara geldikten sonra ve I. Dünya Savaşı boyunca, imparatorluğun yaşayabilmesinin koşulu olarak sermayenin "Müslümanlaştırılmasını" görüyordu.

Nitekim, burjuvazi komprador niteliğinden uzaklaşmadıkça, onun Müslüman, Yahudi, vb. olması sanıldığı kadar önemli değildi.

 

Mütarekeden sonra, göçe zorlanıp da sağ kalanlardan bir kısmının geriye dönmesi için uygun koşullar ortaya çıkmıştı. İngiliz ve Fransızlar tarafından desteklenen bu iki etnik grup kaybettikleri servetlerini elde etmek isteyeceklerdi. İşte Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin asıl ortaya çıkış nedeni bu korkudan kaynaklanıyordu. Aslında öncelikle müdafaa etmek istedikleri şey el koydukları ama şimdi elden çıkma ihtimali beliren servetleriydi... / s. 59

 

Erzurum Kongresinde temsil edilen vilayetlere bakılırsa; Ermeni tehdidinin yüksek olduğu yerler dışından Kongreye· delege gelmediği görülür; Erzurum, Bitlis, Van, Muş ve Erzincan'dan delegeler katılmıştır.

 

Anadolu eşrafının, Müslüman, kısmen de Yahudi tüccarların milli harekete katılmalarının asıl nedeni, emperyalizme bir tepki değil, Rum ve Ermenilerle çıkar çatışmasının sonucudur.

 

Milli Mücadele içinde Duyun-u Umumiye'ye ·dokunulmadığı gibi; bu kurum, topladığı vergilerden devlet payını İstanbul Hükümetine değil, Ankara'ya vermeyi kabul etmişti.

 

I. Dünya Savaşı içinde yapılan gizli anlaşmalarda İngilizlerin üzerinde önemle durduğu bir sorun da, Hilafetin ideolojik etkinliğinin ortadan kaldırılmasıdır.

17 Ekim 1919'da bütün Hindistan'da Türkiye için oruç tutulup dua edilir, genel grevler yapılır (s. 66).

 

Milli Mücadele'de Kitle Katılımı Sınırlıydı

Köylerde erkek nüfus büyük ölçüde erimişti.

1914'ten 1923'e kadar geçen sekiz yılda, Müslüman nüfus %18 azalmıştı (Keyder).

 

Çeşme İlçesinin gençleri askerliklerini Yemen'de yapıyorlardı. 1908'de Çeşme' de 20-30 yaşları arasında bir tek Türk erkeği kalmıştı. O da cüce idi (Taşalan, Ege'de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 36).

 

Milli Mücadele (…) halka rağmen yapılmıştı.

 

Cephelerde ölen asker sayısı 9167

Bazı yazarlar İstiklal Mahkemeleri'nde idam edilenlerin savaşta ölenlerden daha fazla olduğunu ileri sürüyorlar.

 

İktidar güçlendikçe halka daha ağır mükellefiyetler yüklemeyi sürdürüyor. 1920'de köylüye orman dağıtırken, 1937'de angarya usulüyle orman diktirilmeye başlanıyor.

 

Eğer resmi tarihin ve ideolojinin yaymaya çalıştığı gibi, gerçek anlamda bir halk hareketi söz konusu olsaydı, Cumhuriyet bir darbe sonucu kurulmazdı... Milletvekilleri gerçek bir serbest seçimle meclise gelmemişlerdi. Önemli bir bölümü de, Padişah'ın Meclis-i Mebusanının üyeleriydi. Geri kalanlar eşraf, mütegalibe arasından tayin edilmişlerdi (s. 76).

 

IV. BÖLÜM

MİLLİ MÜCADELENİN "ULUSALLIĞI" SORUNU!

Osmanlılar döneminde adı Kürdistan olarak bilinen, tüm resmi yazışmalarda da öyle geçen bölgenin adı, zamanla değişiyor! Cumhuriyetin kurulduğu dönemden 1950'lere kadar bölgenin adı "Vilayet-i Şarkiye"dir. Bu dönemde Kürdistan ve Kürt sözcükleri sözlüklerden çıkarılıyor (s. 83).

 

V. BÖLÜM

KOMİNTERN VE MİLLİ MÜCADELE'NİN ANTİ-EMPERYALİSTLİĞİ SORUNU

…Komintern'in Milli Mücadele'yi desteklemesi, hareketin antiemperyalistliğinden çok, Sovyetler Birliği'nin güvenliği ile ilgili bir sorundu.

 

Milli Mücadele, başından sonuna kadar emperyalizmle uzlaşma yanlısı bir hareketti.

 

VI. BÖLÜM

MUSTAFA KEMAL VE TARİHTE BİREYİN ROLÜ

Tarihsel olayların çarpıtılmasında, bir liderin kişiliğinin arkasına gizlenmek ekseri başvurulan bir yoldur.

 

İlk anıtı 1927'de Sarayburnu'nda dikilmişti.

 

Cepheden İstanbul'a döndükten sonra, etkin bir siyasi mevki elde etmek için uğraştı ve altı ay İstanbul'da kaldı. Hareketin liderliğini bir başkası da üstlense, Anadolu hareketi mutlaka başarıya ulaşacaktı.

 

Her siyasi lider son tahlilde belirli sınıfların çıkarlarının temsilcisidir. Hiçbir lider boşlukta durmaz.

 

vatan kurtarma rantı

 

Milli Mücadele'yle çıkarları tehlikeye giren mülk sahibi sınıfların sömürü olanakları güvence altına alındı. Doğrudan üreticiler (emekçi kitleler) cephesindeyse, sömürü ve baskının derinleşmesinden öteye bir "yönelim" söz konusu olmadı...

 

Mustafa Kemal'in olaylara Makyavelist bir yaklaşımı vardı. Komitacı taktik ve yöntemleriyle amaca ulaşmayı yeğlerdi.

 

Emperyalist Batı neden Mustafa Kemal'e hayran oluyor?

Herhalde emperyalist devletlerin yöneticileri ve sözcüleri, Mustafa Kemal'in mavi gözlerine hayranlık duymuyorlardı. Onu emperyalist çıkarlar açısından değerlendiriyorlardı... Bu açıdan bakılınca da kuşkuya yer yoktu. Zira tutulan yol ''yeni sömürgeciliğin" yoluydu.

 

Cumhuriyet aydınları, Tanzimat ve Meşrutiyet aydınları gibi Türkiye'nin "geri kalmışlığı"nın gerçek nedenini kavrayacak yüksekliğe hiçbir zaman çıkamamışlardır. Bugün de Türkiye'yi yönetmeye aday siyasal partilerin ve onlara akıl hocalığı eden aydınların ve bilim adamlarının çıkmazı da buradadır. Sanılıyor ki, "geriliğin" nedeni İslam kültürüdür. Ve daha genel olarak da, Doğu kültürüdür.

 

Hiçbir kültür bütünüyle geri (gerici) olamaz. Kültür çok uzun bir geçmişin ürünüdür. Mekanik bir anlayışla kültür ithal etmek, bir tüketim malı ithalinde olduğu gibi kültür ithal etmek, bilimsel değildir.

 

…bir ülkede okuma yazma bilmeyenlerin çokluğunu veya azlığını alfabeye bağlamak inandırıcı değildir. Latin harfleri alındıktan sonra da okuma-yazma bilmeyenler büyük bir oran oluşturmaya devam etti. Sorunun çözümü alfabeyle değil, doğrudan eğitim politikasıyla ilgilidir.

 

VII. BÖLÜM

KEMALİST REJİMİN NİTELİĞİ: ORİJİNAL BİR BONAPARTİZM

Türk üniversiteleri Ulu Önder Atatürk'e övgüler yazmanın ötesine geçemiyor.

 

Prof. Nermin Abadan, Mustafa Kemal döneminde yapılan seçimleri (aslında seçim değil tayindir ve 12 Eylül generallerinin Danışma Meclisi'nden bile antidemokratik yöntemler söz konusudur), "örnek denilecek tarzda serbest ve adil bir atmosfer içinde" yapılmıştır diye yazdığı için; önce profesör, sonra senatör tayin edildi.

Bir başka bilim adamı İsmail Beşikçi, Mustafa Kemal döneminde serbest seçimlerin kesinlikle söz konusu olmadığını yazdığı için, önce üniversiteden atıldı, sonra da uzun yıllar kalacağı hapishaneye (s. 168).

 

Bonapartist rejimlerde Bonapart, tüm toplum kesimlerinin ataerkil kurtarıcısı, tüm toplum sınıflarının "iyiliği" için ortaya çıkmış toplum sınıflarından "bağımsız" ve onların "üstündeymiş" gibi görünerek, kitleleri yanıltmayı amaçlar.

 

Mustafa Kemal, Milli Mücadele'yi yürüten kadrolar içinde Birinci Grubu; yani kendi ekibini sürekli olarak ön plana çıkararak, tüm Milli Mücadele'nin mirasını kendi grubuna mal etme amacını gütmüştür (s. 180).

 

Kemalistlerin her yaptığı devrim sayılıyor ve iş kolaylaşıyor.

 

1924 Anayasası ölü doğmuş bir metin olarak kaldı. Yerini CHF’nin tüzüğü aldı. Mebus tayinleri Mustafa Kemal tarafından bizzat yapılıyordu.

 

Hâkimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal'in ve onun yakın çevresinindir / s. 186

 

1935'te parti genel sekreteri aynı zamanda içişleri bakanı oluyordu. İllerdeki  valiler parti il başkanlığı görevine getirildiler.

 

Kemalistler, sadece baskıya dayalı bir iktidarın uzun ömürlü olamayacağının bilincindeydiler. Bunun da yolu değişik toplum kesimlerinden "yandaşlar" bulmaktır.

 

1932'de imparatorluk döneminden beri var olan Türk Ocakları'nın yerini, "Halk Evleri" aldı. Aslında bunlar gerçek anlamda "halk evleri" değildi. Bu evler aracılığıyla yapılmak istenen, emekçi halk üzerinde bir denetim sağlamak, bunun için de halk katlarından Bonapartist rejime yandaşlar yaratmaktı. Halk Evleri'nin başkanları o illerin valileriydi (s. 189).

 

Emin Sazak, 1920-1950 arasında, yani otuz yıl müddetle, devamlı olarak mebusluk yapmıştır

Emin Sazak, Eskişehir yöresinin en büyük toprak ağalarından biridir. Topraklarının 70 bin dönümü bulduğu ileri sürülürdü.

Üzerinden Porsuk çayının aktığı bu verimli topraklarda Emin Sazak 7 tane çiftlik kuruyor. Her çiftlikte bir saray var.

 

Çukurova'nın en büyük toprak ağalarından Cavit Oral 1935, 1939, 1943 dönemlerinde; yine Çukurova'nın başta gelen toprak ağalarından Damar Arıkoğlu, 1920, 1923, 1927, 1931, 1935, 1939, 1943 dönemlerinde milletvekili olarak TBMM üyesidir (s. 195).

 

1931'den sonra Adnan Menderes de sürekli mebusluğa tayin edilenler arasına girmiştir. Menderes ailesinin Aydın'da 60 bin dönümü aşan toprakları vardı.

 

Sürekli olarak "mebusluğa" tayin edilen şeyhler de var. 1920-50 döneminde Vanlı İbrahim Arvas, tayin listelerinde sürekli yeralan bir şeyhtir. Aynı şekilde Hakkı Ungan, 1923 'ten öldüğü 1943 yılına kadar mebus tayin edilmiş bir şeyhtir. Diyarbakır Mebusu Zülfü Tigrel, Siirt Mebusu Şeyh Halil Hulki, Mahmut Soydan, Süreyya Özgeevren sürekli "mebus"' tayin edilen şeyhler arasındadır.

 

VIII. BÖLÜM

ÜRETİCİ GÜÇLER VE İKTİSAT POLİTİKASI

Genellikle ihracattan sağlanan gelir, dış borçlara, "Batı tipi" tüketime alışmış azınlığın tüketim amaçlı gereksinmelerini karşılamaya yönelikti.

 

İstanbul 'un yüzyıllarca en büyük işi olan saraçlık bitmiştir.

Saraçlar ithal malı deri ile çalışmaktadır Fakat deriye 27 kuruş, deriden mamul eşyaya 15 kuruş gümrük konduğu için, saraçlık ölmüştür (s. 204).

 

I. Dünya Savaşı başlamadan önce; "Büyük toprak sahibi ağalar (köy nüfusunun %1 'i) tüm işlenen toprakların %39,3’ünü, küçük toprak ağaları ve zengin köylüler (köy nüfusunun %4'ü) toprakların %26,2’sini ellerinde tutuyorlar, köylü ailelerin-(köy nüfusunun %95'i) payına ise işlenen toprakların %34,5’i kalıyordu." / Rozaliev; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri, s. 23

 

Ermeni tehciri sonucu açığa çıkan topraklar çoğunlukla ağaların eline geçmişti.

 

1920'li yılların sonlarında toprakların yarısının büyük toprak sahiplerinin elinde olduğu söylenebilir. Buna karşılık köy nüfusunun %65-70'e varan bölümü, işlenen toprakların %5 ila 10'una sahiptiler.

Bütçe gelirlerinin en önemli bölümü de köylünün ödediği vergilerden oluşuyordu.

 

1933'de "Türkiye'de tüketilen pamuklu mensucatın ancak %25'ini karşılıyordu. Yünlü mensucatın ancak %24'ü, ipekli mensucatın da %6'sı yerli üretimdi. Türkiye o yıllarda şekeri, çimentoyu, unu, deriyi, sabunu ve sayısız başka malları ithal yoluyla sağlıyordu."

Var olan sanayi, emperyalist ülke sanayicilerinin "ilgilenmediği" alanlarda faaliyet gösteriyordu.

 

Tüm imalat sanayiinin yaklaşık %75'i İstanbul ve İzmir'de faaliyet gösteriyordu.

 

"1920'lerin başında Türkiye'de, sermayelerinin toplamı 91,8 milyon lirayı bulan 23 yabancı banka ile ulusal sermayeye dayalı, toplam sermayeleri 17,8 milyon lira olan 10 banka faaliyet gösteriyordu."

 

Ankara'daki Mustafa Kemal, onlar için 'bu memleketin efendisi', demiş olsa ne çıkardı, bu söz onların kulağına bile erişemezdi.

 

Lozan Barış görüşmeleri 4 Şubat 1923'te kesildi. 17 Şubat 1923'te İzmir'de İktisat Kongresi toplandı.

Kongre, başta emperyalist devletler olmak üzere, yerli "burjuvazi"ye özellikle de İstanbul 'un tüccarlarına güvence vermeyi amaçlıyordu.

 

Kongre'de, Türkiye'nin emperyalist sistem içinde kalmaya devam edeceği açıkça ilan edilmişti.

 

Öncelikle Osmanlı borçlarının ödeneceğine ilişkin güvence veriliyordu.

Osmanlı borçlarının devralınması, hem Milli Mücadele'nin antiemperyalist bir öze sahip olmadığını, hem de Cumhuriyetin imparatorluğun devamı olduğunu gösterir.

 

Mustafa Kemal, Kongreyi açış konuşmasında; " ... Kanunlarımıza uymak şartıyla yabancı sermayeye gereken güvenliği sağlamaya her zaman hazırız," diyordu.

 

Cılız yerli sermayenin emperyalist sermayeyle eşit koşullarda faaliyet göstermesi, ister istemez onun emperyalist sermayenin güdümüne girmesiyle sonuçlanabilirdi.

 

Ne ki, emperyalizmin yapısal bunalımı, ("uzun dalga"nın ikinci aşaması) yüzünden yabancı sermayenin Türkiye ekonomisini biçimlendirip, şartlandırması sınırlı kaldı.

 

(inkılaplar), yabancı sermayenin faaliyetine uygun koşullar yaratılmıştı.

 

Lozan Antlaşması'na göre Türkiye, anlaşmanın imza tarihinden başlayarak beş yıl süreyle gümrüklerini yükseltemeyecekti.

 

1924'te çıkartılan bir yasayla ihracata dönük "sanayilerin" kullandıkları hammaddelerin gümrük vergisinden bağışık tutulmaması sağlanmıştır.

 

1921-27 yılları arasında sanayi kuruluşlarında %30'luk bir artış olmuştur. Bunun büyük bölümü özel kesimde gerçekleşmiştir. Aynı dönemde ücretli işçi sayısında da %60'lık bir artış olmuştur.

 

Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi (25 Temmuz 1922'de şirketin kurulma çalışmaları başlatılıyor)

 

Bu şirketin kurucuları arasında 54 milletvekiliyle 37 de tüccar vardı.

1931 ile 1940 arasında kurulan (ve 1968'de varlıklarını hala sürdüren) şirketlerin %74,2’sinin kurucusu bürokratlardı.

 

25 Temmuz 1922'de şirketin kurulma çalışmaları başlatılıyor

 

IX. BÖLÜM

BONAPARTİST REJİM VE SERMAYE BİRİKİMİ

(Y.K. Karaosmanoğlu) O sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden dünkü Milli Mücadeleler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. / Politikada 45 Yıl, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 86

 

Bürokrasi de dahil, iktidar blokunu oluşturan sınıfların hiçbiri tarihsel olarak "ilerici" bir rol oynayacak durumda değillerdi. Hepsinin ortak kaygısı, tehlikeye düşen çıkarlarının güvence altına alınması ve sömürü olanaklarının derinleştirilip çeşitlendirilmesiydi... / s. 231-232

 

Çoğunlukla "yerel burjuvazi" kavramı yerine ''milli burjuvazi" kavramı kullanılır. Aslında bu yanlıştır. Bir burjuvazininyerelliği, onun "milliliğinin" güvencesi olamaz. Milli burjuvazi çıkarları yabancı (emperyalist) burjuvazilerle çelişen bir burjuvazidir. Burjuvazi (daha genel olarak mülk sahibi sınıfların bir bölümü) yabancı burjuvaziler karşısında kendi sınıfsal çıkarlarını sonuna kadar koruduğu zaman "milli burjuvazi" sayılabilir. Doğal olarak bu durum ona zorunlu bir tarihsel misyon da yükler. Türkiye'de böyle bir misyonu üstlenecek sınıf ya da sınıflar mevcut değildi (s. 237).

 

Zaten derin bir yoksulluk içinde yaşayan kitlelerin yaşam koşulları, krizin etkisiyle daha da kötüleşti (s. 241).

 

(1929 krizinden sonra) Bu dönemde, yabancı şirketlerden zarar edenleri, yüksek fiyatlar ödenerek "millileştirildi." Böylece yabancılar, kriz koşullarında iflastan kurtulmanın yolunu bulmuşlardı.

 

Cumhuriyet rejimi, 1923-1933 yılları arasında uzun yıllar çalışmış olmaktan dolayı önemli ölçüde eskimiş ve ciddi tamir ve yenileme isteyen 1.667 kilometrelik demiryolunu kamulaştırdı. Kilometre başına, kamulaştırma karşılığı olarak, 95 bin Türk Lirası ödendi. Aynı Cumhuriyet rejimi 1923-1939 yılları arasında yeni olarak inşa ettiği demiryolunun kilometresini 115 bin T ürk Lirası 'na mal etti. Bu rakamların karşılaştırılmasından, kamulaştırma bedeli olarak çok yüksek bir ödeme yapıldığı sonucunu çıkarmak mümkün oluyor."

 

Millileştirilen 22 şirketten 20'si kamuya yönelik hizmet üreten şirketlerdi (s. 243).

 

Bonapartist diktatörlüğün bir aracı durumundaki CHP'nin hiçbir zaman tutarlı ilkeleri olmamıştır. Duruma göre değişen uygulamalar, sonradan "ilkeleştirilmek" gibi zorlamalara girişilmiştir. 1937'de devletçiliğin anayasaya girmesi de hiçbir anlam taşımaz. Ölü bir metin olan anayasa CHP tüzüğüne göre biçimleniyordu (s. 248).

 

X. BÖLÜM

"SINIFSIZ," "İMTİYAZSIZ," "HALKÇI" BİR DİKTATÖRLÜK

Milli Mücadele'de Mustafa Kemal halkçılık kavramını meclis içindeki ve dışındaki muhalefeti, özellikle de İttihatçıların "radikal" kanadını etkisizleştirmek için kullanıyordu. 1930'lu yıllarda ise halkçılık, kitlelerin iktidardan kaçışını ve hoşnutsuzluğunu ödünlemek ve kitleleri denetim altında tutmak amacıyla yeniden gündeme getirilmiştir.

…hükümet için halk prensibi…

 

Kemalizmin "halkçılığı" teorik referanslarım Rus popülizmi yerine, A. Comte ve E. Durkheim'in pozitivist felsefesinde buluyordu. Söz konusu ideolojiyi Türkiye'ye taşıyan Ziya Gökalp'ın görüşlerine dayanıyordu. 1930'lu yıllarda "Kemalist halkçılığın" Ziya Gökalp'ten esinlendiği inkâr edilmiştir.

 

Eğer toplumsal yaşamda doğal bir uyum varsa, bunun sonucu olarak toplumsal gelişme insan bilincinden ve bilinçli eyleminden bağımsızdır.

Toplumu dönüştürmeye yönelik çabalar boşunadır ve sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.

 

…sınıfların olmadığı yerde siyasi partilere de yer yoktur. Türkiye sınıfsız bir toplumdur. Sınıfsız topluma da bir tek siyasal parti yeter!

 

Türkiye'de sınıfların bulunmadığını söylemek nasıl anlamsızsa, emekle sermaye arasında çıkar ortaklığının bulunduğuna ilişkin görüşler de aynı derecede anlamsızdır.

 

Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal ve çevresinde "halkçılık" kavramı taktik bir amaçla kullanılıyordu. Bunun böyle olduğunu 17 Şubat 1923 'te toplanan İzmir İktisat Kongresi göstermiştir. Bu kongrede "milli'' bir burjuva sınıfı yaratmaya dönük kararlar alınmıştır (s. 266).

 

Mustafa Kemal, 8 Şubat 1923'te Balıkesir'de yaptığı konuşmada

İzmir İktisat Kongresi'ne davet edilen mülk sahibi sınıfları rahatlatmayı amaçladığı açıktır. Nitekim o dönemde, İstanbul'un komprador çevrelerinde "halk" ve "halkçılık" sözcüklerinden kuşkulanılıyordu. İzmir İktisat Kongresi'nde bu tereddütler giderildi.

 

…halktan gelen tepkiler "gericilik ve "inkılap düşmanlığı", yönetici elitten gelen her şey de "inkılapçılık" sayılıyordu.

 

XI. BÖLÜM

YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİNDE SÔSYO-EKONOMİK FORMASYONUN EVRİMİ

…emperyalist savaş sonrasında tek parti rejimleri (1920'li ve 1930'lu yıllarda pek revaçta olan) gözden düşmüştü.

1910'lu yıllardan beri devam eden hegemonya krizi ABD'nin lehine olarak sonuçlanmış, "Pax Britanica", yerini "Pax Americana"ya bırakmıştı.

Yeni durumda, kapitalist rasyonele uygun düşen çözüm, "bağımsız" ulus-devletlerin varlığını gerektiriyordu.

 

Öte yandan, yeni-sömürgeciliğin araçları olan kurumlar, IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Örgütü etrafında oluşturulan diğer "insancıl amaçlı kuruluşlar", teker teker sömürgeci devletler yerine kolektif bir sömürüye olanak verecek durumdaydı.

 

"Uluslararası" denilen bu kuruluşlar emperyalist devletlerin Dünya ölçeğinde status quo'yu korumasına olanak veren kuruluşlardı.

 

Batı'ya ulaşmayı temel amaç ve tek kurtuluş yolu olarak gören klasik sömürgecilik sonrasının ulus devletleri, Batılılar tarafından önerilen büyüme modellerine (kalkınma reçetelerine) uyum sağlamaya yöneldikleri ölçüde, oyunu daha baştan kaybetmişlerdi.

 

4 Temmuz 1947'de Türkiye ile ABD arasındaki ilk "ikili" anlaşma imzalandı. Bu "ilk anlaşma"yı, 12 Temmuz 1948'de imzalanan ikinci "ikili anlaşma" izledi. Artık ABD yardımları akmaya başlıyordu: Amerikalılar demode olmuş, işe yaramayan, depolanmaları da sorun yaratan silahları, savaş artıklarını Türkiye'ye yardım olarak veriyordu. Ama Türkiye, söz konusu silahları ABD'nin izni olmadan kullanamayacaktı (s. 285).

 

Eski dönemin Fransız, İngiliz, Alman hayranlığı, yerini Amerikan hayranlığına bırakmıştı.

 

Türkiye'nin oldukça gelişmiş demiryolu şebekesini ihmal ederek, ülke gerçeklerine ve çıkarlarına uygun düşmeyen karayolu taşımacılığını ön plana çıkarması, emperyalist şartlandırma ve biçimlendirmenin ilginç bir örneğidir.

 

1930'lu yıllarda ve savaş süresince etkinliğini artıran bürokrasi, DP iktidarıyla ittifak dışına atılmıştı. 1950-1960 dönemi ittifak dışı kalan bürokrasinin "yüksekleri", 1960, 27 Mayıs darbesi sonrasında toprak ağalarının dışlanmasıyla tekrar kısmi bir etkinlik sağlamayı başarmışlardı.

1960 sonrası egemen sınıf ittifakına damgasını vuran sanayi burjuvazisi olmuştur.

 

1923-1946 aralığında Kemalist iktidarlarca milliyetçi ideolojiyi dini ideolojinin yerine geçirme çabaları beklenen sonucu vermemişti. Bu durumun farkında olan DP daha muhalefetteyken, kitlelerin bu rahatsızlığından yararlanma yolunu seçti.

"Laiklik" uygulaması da, dinin baskı altına alınması olarak anlaşıldı. Türbelerin ziyaretinin yasaklanması gibi gariplikler "laikliğin bir gereği" sayılıyordu.

 

NATO ve CENTO'ya bağlılığını darbe bildirisinin en başına koyan 27 Mayıs askeri cuntası, uygulanacak ekonomi politikası hakkında da emperyalistlere güvence vermeyi ihmal etmedi.

 

İthal ikameci model, sadece bağımlılık yaratıp derinleştirmekle kalmıyor (teknolojik ve mali bağımlılık), teknoloji üretimini de gündemden çıkarıyor. Üstelik ülkenin genel gelişmişlik düzeyine denk düşmeyen bir tüketim yapısı ve alışkanlığını da yerleştirerek, bağımlılığı daha kapsamlı hale getiriyor. Üretme yeteneğine sahip olunmayan malların tüketilmesine olanak veren model, ülkeyi Dünya ekonomisi bütünlüğü içinde "gecekondu statüsüne" sokarak, çevrede yer almasına ve bunun süreklilik kazanmasına neden oluyor (s. 302).

 

XII. BÖLÜM

SEKSENLİ YILLAR: UYDULAŞMA SÜRECİNİN DERİNLEŞMESİ

1970'lerin başından beri ardarda gelen "petrol şokları" emperyalist ülkeler için Ortadoğu petrolünün önemini daha da artırmıştı.

 

Dünyada sadece zabıtayı sağlamak amacıyla darbe yapıldığı görülmemiştir.

 

Cunta lideri Kenan Evren, bir taraftan· geleneksel resmi ideolojinin (Atatürkçülük) üretildiği kurumları tasfiye eder, üniversitelere yeni bir biçim verirken, diğer yandan da meydanlarda Kuran'dan ayetler okuyordu. Bununla ikili bir hedef söz konusuydu. Birincisi, İslam'a yumuşak bakıldığı imajını yaratarak, "devlet kontrolündeki İslam'a" göz kırpmak ·ve Ortadoğu'da da devlet kontrolündeki İslam'ın iktidarda olduğu gerici rejimlere hoş görünmek, (onlara hoş görünmek, ABD'ye hoş görünmekle özdeşti); ikincisi de, radikal İslamcı akımın Türkiye'de etkinlik sağlamasını önlemek...

 

Türkiye'nin siyasal krizi aşması, Batılıların istekleri doğrultusunda yeni bir sermaye birikimi modelinin benimsetilmesi ve ülkenin emperyalist hegemonyaya daha fazla sokulması için, devlet terör rejimi gündeme getiriliyordu... Devlet terör rejimi ile, sermaye örgütleri hariç (TÜSİAD vb. ), tüm demokratik odaklar etkisizleştirilerek devlet aygıtı yeni baştan düzenlenerek baskıcı bir yapının kalıcılığı sağlanacaktı (s. 316).

 

XIII. BÖLÜM

PARADİGMANIN İFLASI

Başlangıçta sömürgeciliğin yerleşmesi için askeri planda, ki üstünlük önemli olmakla birlikte, asıl belirleyici olan "Batı düşüncesi", "Batı bilimi ve teknolojisi"ydi.

…sömürgeciliğin, bir aracı olan "modem Batı bilimi" kendini "tarafsız" ve "evrensel" olarak sunmayı da başardı.

Her kim batı düşüncesine, egemen batı ideolojisine karşı çıkarsa, bilim düşmanı ve gerici damgasını yemekten kendini kurtaramazdı.

Hristiyan misyonerlerin başlangıçtaki "uygarlaştırma misyonu", giderek "kalkındırma misyonuna" dönüştü!

 

Egemen batı ideolojisinin önemli yapıcı unsurlarından birini oluşturan "iktisat kuramı"na dayalı politikalar, azgelişmiş ülkelerde büyük yıkımlara neden olduğu halde, tartışmasız kabul görüyor ve üniversitelerde okutulmaya devam ediliyor.

 

…kapitalist toplumda, kapitalist üretim sürecine girmeyen, amacı kar elde etmek olmayan hiçbir şey makbul değildir.

 

"Kalkınma" kavramı, 1940'larda ortaya atıldı.

 

Aslında söz konusu olan dinsizin (paien) Hıristiyanlaştırılması, vahşinin uygarlaştırılması, Batılı olmayanın Batılılaştırılması problematiğinin yeni koşullardaki devamından başka bir şey değildi.

 

…milli gelir hesapları neyin üretildiği, ne pahasına üretildiği, üretimin ekolojik ve sosyal maliyeti ile ilgili değildir. Oysa söz konusu GSMH artışı, yenilenemez doğal kaynakların tahribi ve gelecek kuşakların yaşamını tehlikeye atarak gerçekleştirilmiş olabilir!

 

…liberal oligarşi…

 

İktisat Bilimi: Geçerli Eğilimleri Meşrulaştırma Aracı

 

Aslında 1950 ve 1960'lı yıllarda azgelişmiş ülkelere mukayeseli üstünlükler teorisini esas alan kalkınma stratejileri önermek, bunlara azgelişmişliğe razı olun demekle özdeşti...

 

Batı'dan ithal edilen iktisat kuramının, Türkiye'nin (ve benzer durumdaki ülkelerin) gerçeğini ne açıklama yeteneği vardır, ne de öyle bir isteğe sahiptir. Söz konusu kurama dayalı politikalar da azgelişmişliği yeniden üretmeye yarar.

 

Bize göre "çağdaş toplum"; kimyasal-biyolojik silahlara, F16'lara, nükleer füzelere, otoyollara, uzak tan kumanda aletine, Coca Cola'ya, robotlara vb. sahip olan değil; kendisi hakkında düşünme yeteneğine sahip olan, bugünü n ü ve geleceğini tasarlayabilen toplumdur. Bunun da birinci koşulu Avrupamerkezli Dünya görüşünün, bilim ve teknolojinin işlevi hakkında düşünce açıklığına ulaşmaktır. Başka bir anlatımla, ideolojik köleliği aşmaktır.

 

11. basım, 2006

Özgür Üniversite Kitaplığı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder