Yalçın Küçük - Aydın Üzerine Tezler 5
Tekin Yayınevi, 1988
Önsöz
…geçmişi doğru olmayanın
geleceğinin sağlam olacağına inanmıyorum.
Bu çalışmamda da,
restorasyon döneminin yıldızlarıyla savaşıyorum.
Forum Hareketi’ni, bir
Soğuk Savaş demokrasisi arayışı olarak niteliyorum. Gerçekleştiğine inanıldığı
bir sırada Yön Hareketi, şiddet yoluyla sosyal demokrasiyi gerçekleştirmek
üzere harekete geçiyor. Forum’cularda böyle bir anlayış yok; durdurmak
istiyorlar. Tarihin tekerlerinin önünde takoz olmaya bile razı oluyorlar.
Fakir, Dursun, Talip,
Mehmet, başka bir Türkçe bilmiyorlardı
Yazmak, nesnel olmaktır.
Olguların yeniden kuruluşu oluyor; olguların bir bölümü, bu yeni teorik
kuruluşta, başka değerler kazanıyorlar.
Türkiye aydın hareketinin
henüz hiç bir geleneği yok; uzun hazırlığı var.
Türkiye aydınını sığ
düşüncelerin tutkulu fedaileri olarak görüyorum.
Türkiye aydını, düşünce
korkağıdır.
Türkiye’de solcular, her
darbeden sonra, küme küme reklamcı oluyorlar.
Bunu, tekelsi düzenin,
solculuktan aldığı bir intikam olarak görüyorum. Tekeller, en pis ve en
parazitik işlerini, eski solculara yaptırıyorlar.
Birinci Bölüm
REVOLÜSYON VE RESTORASYON
Kopernik, hiç bir zaman
kopernikçi olmadı.
Mustafa Kemal, hiç bir'
zaman kemalist olamadı.
Kopernik / De
Revolutionibus'u yayınlarken, eklediği bir epilog’da, keşfine inanmadığını
söylüyor ve inanılmamasını istiyordu.
…insanın kişiliğinin ve
daha öncesinde beyninin oluşmasında tarihsel eylemlerin taşıdığı ışınların
bombardımanının ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Pratisyen kişilikler
için bu çok daha doğru oluyor.
Sultan Hamit’i, «Büyük
Hakan» veya «Ulu Han» yapan iki çizgidir: Tanzimat Düşmanlığı ve Jön Türk
Karşıtlığı. Sultan Hamit ve yandaşları, Tanzimat Hareketi’ni kötülemede ve
İttihat ve Terakki Siyaseti’ne küfretmede, tek’dir ve öncü rolünü üstleniyor.
Mustafa Kemal, Sultan
Hamit’in bu temel çizgisini, Cumhuriyet Dönemi'ne taşıyan kimsedir.
Geriye gitmek için
önündekini itmek gerekiyor.
Cumhuriyet Dönemi Türkiye
aydınının zavallılığıdır; hem Sultan Hamit düşmanlığı yaptı ve hem de Sultan
Hamit’- in ideolojisinin sahipliğini üstlendi. Cumhuriyet Dönemi Türkiye
aydınının dramı'dır; kemalizmin, hamitizm olduğunu pek anlayamadı.
Mistisizm, agnostisizm
değilse nedir; Kemal, bir restoratör olduğu için Yunus'u bulmak zorundadır.
Kemalizm, ilk fırsatta
kapattığı tekkelerle bir sevgi bağı kurmaya başlıyor.
Yunus, Cengiz istilasının
yıkımında yeşermiş bir renksiz ve cansız çiçektir. Tüm Yunus mensupları,
hedonist, umutsuz ve yapışkandır; Burhan Toprak, Necip Fazıl, Bedri ve
Sabahattin Eyüboğlu Kardeşler, Arif ve Abidin Dino, ümmi ve renksiz şair Yunus
Emre’nin Cumhuriyet dönemi havarileri oluyorlar. Yalnızca tüketmeyi, beyinsiz
tüketmeyi ve özellikle beyinlerini tüketmeyi tercih ediyorlar.
Necip Fazıl / halkla
ilişkiler yöneticiliğini Hürriyet’in kurucusu Sedat Simav'ı ile Cumhuriyetin
kurucusu Yunus Nadi’nin yaptıkları bir kemalist hazcı’dır; bu dönemde
Necip'Fazıl’ın en yakın çevresini, köycü «şair» Ahmet Kudsi Tecer, Güzel
Sanatlar Akademisi Müdürü, Yunus mensubu Burhan Toprak, yapışkan Dino Kardeşler
ile daha çok yapışkan Eyüboğlu kardeşler oluşturuyorlar.
Kısaca şunu
söyleyebiliyorum; Türkiye’de cumhuriyet döneminde İslamcı düşüncede en küçük
bir canlanma ve gelişmenin görünmemesi, kemalizmin islamcı düşünceyi asimile
etmiş olmasından kaynaklanıyor. Kemalizm, İslamcılığı içinde barındırıyor.
Tasavvuf, esnafın,
islamik ideolojisidir.
Esnaf, tasavvufun doğuş
zamanlarında okuyan ve kül-türlü bir katmandır; tacir ile birlikte toplumdaki
kültür birikiminin taşıyıcıları arasında yer alıyor. Yunus ise tüm cehaletiyle
bir kültürsüzlüğü ve cahilleşme sürecini temsil ediyor. Buna köylüleşme demek
daha uygun düşüyor; ümmi Yunus, kemalist restorasyonun ihtiyaç duyduğu
cahilleşme ve köylüleşmeye cevap veriyor.
Köycülük, kapitalizmin
fideliğidir; köylülük kapitalizmin dayanağını oluşturuyor.
Sol düşünce / Yunus Emre
hayranlığı ve köycülük ile tam bir cahilleşme sürecinin içine düşüyor ve
düşünmemeyi öğreniyor.
— Bu millet adam olmaz!
Böyle hüküm verirken, iki
küçük kusurda bulunuyorlardı-. kendilerinin adam olduğunu zannetmek bir, bu
milletten olduklarını unutmak iki!
De Revolutionibus ve Copernicus
Kitap, göksel kürelerin
dönüşü üzerinedir; «revolüsyon» sözcüğüyle hiç bir anlam yakınlığı taşımıyor.
«revolüsyon» sözcüğünü
bilimsel anlamda ilk kez kullanan Koppernik de bu sözcüğe, «restorasyon» anlamı
yüklüyor.
Copernicus türü insanlar
birer uyum mükemmeliyetçisidirler. Bunlar için uyum ne kadar mükemmel ise o
ölçüde güçlüdür; o ölçüde otoriteyi temsil ediyor. Mükemmel uyum, büyük bir güç
ve dolayısıyla Tanrı oluyor.
Münzer
başkaldırısı
Yakalananlardan üç yüzünü
ölüme mahkum ettiler.
Münster’de Leydenli John ve
arkadaşları dayandılar. Bir hain, surların gizli kapısını gösterdi. Açlıktan
halsiz, pazar yerine kaçtılar; başka bir yere gitmelerine izin verilmesi
koşuluyla teslim oldular. Anlaşmaya karşın hepsi katledildi. John ve iki
arkadaşı direğe bağlandılar, ateşin ortasına kondular. John ve’ iki arkadaşının
vücutlarının her yerine ateşte kor haline getirilmiş demir pensler takıldı.
Pazar yeri yanık et kokusundan durulmaz oldu. Sonra dilleri çekilerek
koparıldı. John ve iki arkadaşı dayandılar. Sonra Leydenli John ve iki
arkadaşının kalplerine hançer dayadılar.
Copernicus bunları
duyuyor ve biliyordu.
Burjuvazinin kökü
köylülüktür
Bütün kemalist yazın,
Tanzimat radikalizmi ile İttihat ve Terakki'nin siyasal örgütçülüğünü
belleklerden silmeye uğraştı; bunun için sol ve sağ'ını kendi içinde asimile
etmeyi başardı.
Kemalist Restorasyon’da
bütün sol ve sağ aydınlar, Arif ve Abidin Dino Kardeşler, Bedri ve Sabahattin
Eyüboğlu Kardeşler, Akademi Müdürü Damat Burhan Toprak, Necip Fazıl, Sait Faik,
hiç kuşkusuz Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal Beyatlı hepsi tasavvufta,
dinsellikte, hedonizmde birleştiler. Bunların bir bölümü, daha sonra, Oktay
Rifat, Melih Cevdet, Orhan Veli, zevklerde bayalığı, davranışta laubali olmayı
bir estetik hareket haline getirmek istediler ve Garip Akımı'nı ilan ettiler.
Ali Suavi
Necip Fazıl, Falih
Rıfkı’nın ve ima ettiğine göre karısının o kadar yakını ki, Necip’in
yazdıklarına göre, Falih Rıfkı, karısına şunları bile söylüyor:
«Bir gün gelecek, Necip
Fazıl’ın pijamalarımı giymiş olarak evimde bir koltuğa yaslanmış, bana
‘hoşgeldiniz’ derken göreceğim».
Necip Fazıl Kısakürek, O
ve Ben, İstanbul, 1987, s. 75.
Ali Suavi, tam bir
restorasyon kimliğidir; İki yüzü olan bir kişiliği resmediyor.
Tarih araştırmacısı
Danişmend, Suavi Efendi'nin eserlerinin sayısının yüz yirmi bir olduğunu ileri
sürüyor.
Suavi Efendi'nin
çözümlemesini tamamlamak üzereyim; hakkında söylenenler ya gerçek dışı çıkıyor
ya da tersiyle birlikte doğru oluyor. Bundan sonra ele alman Necip Fazıl'ın
başlıca çizgilerini de veriyor. Necip de uzun yıllar CHP'nin beslemesidir;
ancak CHP ve kemalizme karşı mücadele ettiğini de ileri sürmekten geri
kalmıyor. İslamcı Şair Mehmet Akif’in yazdığı İstiklal Marşı'nın yerine geçmek
üzere ve iddiasına göre Falih Rıfkı Atay'ın ısrar ve siparişleriyle yeni bir
«marş» yazıyor; marşının içinde, hiç kuşku yok Kemal Paşa’yı anlatan «kılavuz»
sözcüğü de geçiyor. Yıllar sonra bunun «Allah» olduğunu ifade edebiliyor.
Suavi Efendi, hem Necip
Fazıl'ı anlamanın ipuçlarını veriyor ve hem de Tanzimatçı kazanının
kaynatılmasında ocağa atılan bir koca odun işlevini görüyor. Tekrar etmek
durumundayım; Suavi Efendi ile Necip Fazıl, ayrı yüzyıllarda doğmuş ve yaşamış
olmalarına karşın, aynı tarihsel operasyonun aktörleri oluyorlar. Attila İlhan,
bunlara sonradan ekleniyor.
İsmail Hami Danişmend’in
göklere çıkarmayı denediği babası ümmi idi
Necip Fazıl, annesini hiç sevmiyor ve bütün ömrü boyunca bir
«kadın sorunu» ile yaşadığını yazma gereği duyuyor
Necip Fazıl, annesinden
önce tanıdığı babaannesini de «Tanzimat artığı» diyerek küçümsüyor ve «her şeyden
önce müthiş bir sinir, vehim kumkuması» olduğunu ifade ediyor.
Necip Fazıl Kısakürek, O
ve Ben, İstanbul, 1987, s. 9 ve 10.
Necip hakkında «meful»,
pasif homoseksüel iddiasının ileri sürüldüğünü Necip yazıyor.
Necip Fazıl Kısakürek,
Babıali, İstanbul, 1975, s. 317.
Uyumsuzdur.
İsyancı bir kişiliği var.
İhtilalci bir kişilikten yoksundur.
Bursa Rüştiyesi’nde
muallimi evvel görevinde iken bu görevden kovulma başarısını gösteriyor.
Filibe’de Rüştiye Hocası oldu ve burada da mutasarrıf Ata ile kavga ediyor.
Artık öğretmenlik yapamıyordu; gazeteci oldu. Muhbir Gazetesi’nde yazmaya
başladı. Aynı zamanda Şehzade Camii’nde vaaz veriyordu.
Yunus, tekkeciliğe ve
karanlığa açılan kapı oluyor. Köycülük, Ahmet Kudsi Tecer’in bir tek şiir
tınısı olmayan yavan sözcük takımları, Aşık Veysel’in kuru toprağın yüzünü
delemeyen manzumeleri hep ve hep bu tarih kesitinde yoğunlaşıyor.
Türkiye’de anti-tanzimat
hareketin bir politik düşünce vektörü haline getirildiği zaman, dünyada anti-sovyetizm,
bir gericilik silahı halinde doğumunu sahneliyor.
1925 ve 1926 yıllarında,
TKP, Şeyh Sait ve İttihat ve Terakki mensuplarına uygulanan şiddet, bir kopuşu
gösteriyor. Bu kopuş ile Kemal Paşa Partisi, İslamcı eğilimlerden ve bir Doğu
toplumu olma tutkusundan kopuyor ve arınıyorlar.
Tanzimat Düşmanlığı, bir
İslamcı savdır
Halife ülkesinde
İslamcılık akımı, aklını kullanmak isteyen herkes için şaşırtıcı olmalıdır
Sezai Karakoç, İslamcı
düşüncenin formülasyonuna çalışanlardan birisidir ve şunları ileri sürüyor:
«Tanzimat, kısa zamanda, dış etki ve eritilmiş iç yabancı unsurların
çalışmaları ve düşünce kurumlarımızın zayıflığıyla, ufak bir kaldırış ve yön
değiştirilişle, bir ‘iç ve köke dayanan yenilenme' olmaktan çıkmış ve dışa
dönüşme'ye, benliği yitirme’ye ve kültür ve medeniyet değişimine yol vermiştir.
Mithat, ilk ciddi ve
örgütçü Osmanlı devrimcisidir.
…uzun yıllar görev
yaptığı Doğu Avrupa’da azınlık burjuvazisiyle yakın, ilişkiler kurdu.
Müslüman Türk üniversite
öğrencileriyle, suhteler, işbirliği yaparak Aziz’i tahttan indirdi.
Hamit, Mithat’ın
örgütçülüğüyle ve zamanın üniversiteleri olan medrese öğrencilerine, suhtelere
dayanarak tahta çıktı; Mithat’ı boğdurttu ve suhtelerin kökünü kazıdı.
Türkiye’de modern eğitimin temellerini Hamit attı; bunda% kendisini tahta
çıkaran suhtelerin ideolojik ocakları medreseleri tarihe gömmek ve böylece,
tahttan indirilişinin yollarını kapamak isteğinin önemli katkısı var.
Her yenilik hareketi bir
dayanak bulmak durumundadır.
Halkçılık çaresizliktir
Sultan’ın halife
sayıldığı bir toplumda İslamcılığın bir kurtuluş ideolojisi olarak çıkması,
düşünsel platformda, bir sapma’dır
Sağ, Ağaç dergisinin
üstünü örtmek istiyor; Nazım Hikmet’e rakip olarak çıkarmak istedikleri ve bir
düşünür durumuna getirmek istedikleri Necip Fazıl’ın kemalizmin elinde bir
aparatçık, aygıtın yalnızca bir vidası, olduğunu çok açık bir biçimde ortaya
koyuyor.
Necip Fazılın iki can
yoldaşından birisi, Ataç’ın komik şair dediği Ahmet Kudsi Tecer, bu sıralarda
köylü şair arayışı için Anadolu’ya sefer yapıyor; diğer can yoldaşı Burhan
Toprak da miskin Yunus’un açılımını yapmakla meşgul görünüyor
Hem fes ve hem de
istanbulin ithaldir; Tanzimat’ın Türkiye’ye getirdikleri arasında yer alıyor.
Kavuğa duyulan bir kinin sonucu olan fes’e ve en çok sarıklılar ve İslamcılar
itiraz ediyorlar ve tepki duyuyorlar
Tanzimat Düşmanlığı’nm
temelinde köylü ve köycü bakış açısı yatıyor.
Kurtuluş Savaşı'nda en
güçlü akım olarak İslamcılık görünüyordu; ancak Yirminci Yüz Yıl’ın başında
önemli bir atılım yapmış olan İslamcılık, Birinci Dünya Savaşı’nda ve
Türkiye’de büyük bir prestij kaybına uğradı. İslamcılık, kapitalizm ve
sosyalizm türünden entemasyonalist bir bakış açısı olarak ileri sürülüyordu;
ancak Birinci Savaş’ta Anadolu dışındaki müslümanların hepsi Türkiye’ye
sırtlarını çevirdiler
Şair Necip’in,
otobiyografik anılarında, Babıali’de, 1936 yılıyla ilgili-olarak şu bilgiler
veriliyor: «Celal Bayar, teklifi gayet müsait karşılıyor ve Mistik Şair’in
eline o zamanın parasıyla 1600 lira toslanıyor. Bugün 200 bin lira denilse
yanlış olmaz. Bir mebusun ayda iki yüz küsur lira aldığı devir» ( ). Celal
Bayar, Necip’e, bugün için on milletvekili maaşına denk bir parayı, açıktan ve
Necip'in sözcüğü ile «tosluyor». «Başlıyor Ağaç’ın hazırlığı»; Necip böyle sürdürüyor.
«Etrafında da iki nesildaşı Ahmet Kudsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar» var. Ahmet
Kutsi, kemalizmin ünlü ve sonsuz yeteneksiz köycü şairidir; Mistik Şair
Necip’in hep en yakını kalıyor.
Necip Fazıl Kısakürek,
Bdbıali, İstanbul, 1975, s. 210.
Abidin Paşa’nın torunu
toprak rantiyesi Abidin, ünlülerin yanında olmaktan ün alıyor ve ünlülerin
rantını paylaşıyor. Bütün araştırmalarımda başka bir yeteneğiyle karşılaşmadım.
Yunus Nadi, kolay olay
kabul edilemeyecek bir cüretle, Nazım Hikmet'in defterinin dürüldüğünün kabul
edildiği bir zamanda, Necip Fazıl'ı Cumhuriyetin ikinci şairi olarak kabul
ettirebilmek için ölçüyü tümden bir kenara bırakıyor.
Necip’in şiir yazması
değil; bir şiir üzerinde çalışması bile «olay» yapılıyor.
…her ortaokul
öğrencisinin yazıp getirdiği bir dergi bürosunda çöp kutusuna atılabilecek iki
dizelik şiirler dizisini, «büyük mütefekkir üstad şairimiz Necip’in fevkalade
sanat mahsûlleri olarak Yedi Gün Dergisinde yayınlama başarısını gösteren
Simavi…
Birdenbire ve sol ya da
sağ etiketli olmasına bakılmadan bütün kalemler, hep bir ağızdan, nedeni
anlaşılamadan, ancak kulaklarını seslenilmiş olduğu artık pek iyi bilinen bir
biçimde, bir yazar veya çizeri övmeye başlıyorlar.
…«hain» hiç bir zaman
karşıda değildir. Karşıda «düşman» var; «hain» başlangıçta «düşman» değil dost
oluyor. Birinci anlamı gereği, «hain» kesinlikle, ya-kınlardan çıkmak
durumundadır. İkinci anlamına göre, «hain» her zaman bir «korkak» türüdür.
Hain, kritik zamanda korku işaretlerini çoğaltarak korkusunu büyüten ve karşıya
geçendir.»
Hain’in üçüncü anlamı
«hedonist» olmasından kaynaklanıyor; haz düşkünüdür. Korkuyu ve korkusunu
abartmasında hazza olağanüstü düşkünlüğünün rolü çok büyük oluyor.
Eyüboğlu Kardeşler ve
Dino Kardeşler, Türkiye estetiğinin hainleridirler. Korkaktırlar.
Hedonisttirler. Her kritik noktada karşı tarafa geçerler.
Bütün araştırmalarım
boyunca her döneklikte Abidin Dino’yla karşılaşıyorum.
Necip de, daha sonra
anılarında, «Abidin Dino da, Bodler’in ‘suni cennet’ adını verdiği cehennem
yemişlerinden birine tutkundur; esrar…
Kemalizm, Mustafa Reşit
Paşa ile Enver Paşa’yı kötüleme üzerine kendisini formüle ediyor.
Kemalizmin Stepne Şairi: Necip Fazıl
Neden artık şiir
kaybolmaya yüz tuttu ve trajedi yazılmaz oluyor? İnsanoğlunun, şiiri kaybetmesi
ve trajedinin bitmesi insanlığın büyük dramı olmuyor mu? Şiirin kaybı,
insanoğlunun kendi derinliğini duymamaya başlamasıdır. Trajedinin tükenmesini,
insanoğlunun bireysel yazgısıyla toplumsal yazgısı arasındaki çatışmanın sona
ermesi olarak ele alıyorum; toplumsal yazgı, mutlak egemenliğini mi kuruyor?
Toplumsal mantığın mutlak
egemenliğinde insan bir kukladır; kukla, hiç bir zaman insan olmuyor.
1920 yıllarında, dünya
nimetlerine bir saldırı doğurdu. Necip Fazıl işte tam bu sırada Paris’teydi;
yükseköğretim için devlet bursuyla gönderilmiş olmasına karşın dünya
nimetlerini tahsil ediyordu. Fransız ana okulunu, İngiliz ana okulunu,
Heybeliada Deniz Lisesi'ni, İstanbul Darülfünunu’nu bitiremediği gibi Paris’te
üniversiteyi de bitiremedi. Daha sonra miskin Yunus’u propaganda edecek olan
yakın arkadaşlarından Burhan Toprak’ın kimlik kartıyla bir kumarhaneye üye oldu
ve Paris günlerini kumarhane ve sefahathanelerde geçirdi. Yabancı bankolarda
küçük memur olarak çalıştı.
Ali Naci Karacan / Sen bu
Necip Fazıl’ın gençliğinde ne işler karıştırdığını bilir misin monşer? Adam
gençliğinde Macar, Polonyalı, Fransız bar kızlarıyla al takke ver külah.
Kırmadığı ceviz kalmamış.
Nazım, bir siyasal
mücadelenin içinde baskıların hedefi olurken ve buna rağmen çevresi artıyor.
Necip, şiirini kaybediyor ve çevresi boşalıyor; kişisel bir durumdur.
Bu kısır ve eski şaire,
Sedat Simavi’nin, Yunus Nadi'nin birdenbire övgüler dizerek hayranlıklar
yazmaları, hiç kuşkusuz işaretle oluyor. Abidin Dino’nun Nazım hapse atılınca
Necip kampında kendisine bir korunak araması korkaklığı ve hedonizmi kadar,
sığlığından ileri geliyor.
«Hilmi Ziya Ülken,
Ağaç'a, İslam mistizması isimli bir seri makale hazırlamaktadır. Büyük bir
ehemmiyet ve kıymet temsil eden bu etüdü çok yakında bu sütunlarda
okuyacaksınız». Fakat okunamıyor. Bu sayıdan sonra ve birdenbire Ağaç
kapanıyor.
Revolüsyon, bireyi,
yıldızlara uzatıyor. Her devirde güneş değil yıldızlar doğuyor.
Oportünist, yıldızlara
sahte yoldan uzanmak isteyendir.
Ve revolüsyon yolunun
oportünistleri restorasyon döneminin yıldızları oluyorlar.
Hedonizm ve korkaklık da
bulaşıcıdır.
1980 yılı Mayıs Ayı'nda
Necip Fazıl’a, başında Tercüman Gazetesi’nin fıkra yazarı Ahmet Kabaklı’nın
bulunduğu Türk Edebiyatı Vakfı, «Sultanü’ş Şuara» unvanını verdi
Necip Fazıl’ın «Şairler
Sultanı» yapıldığı törendeki konuşmalardan parçalar…
Birinci sayının altıncı
sayfasında, Necip’in sadık yâri Burhan Toprak’ın «Yaşanmaya Değer Hayata Dair»
başlıklı yazısı var. Burhan Toprak bu sırada önemli bir devlet görevlisidir. Birinci
sayının büyük röportajı. Necip Fazıl ta-rafından yapılmış ve Burhan Toprak’ın
kayınpederi, Kemalist rejimin görevdeki üç numaralı adamı. Genel Kurmay Başkanı
Mareşal Fevzi Çakmak'a .ayrılmış; yalnız bu röportaj bile Büyük Doğu’nun
rejimin içinde olduğunu ve burada yazmanın rejimin güvencesi altına girmek
demek sayıldığını göstermeye yetiyor.
Her hedonist türünden
Necip de bir korkaktır; rejimden izin almadan bir tek adım atmıyor. Birinci
sayısında ve Fevzi Paşa ile yaptığı röportajda şunları dile getiriyor: «Her
Ankara’ya gidişimde, şaşmaz bir intizamla elini öpmeyi şiar edindiğim muazzez
insana son defa dedim ki, ‘Ben Büyük Doğu isimli bir mecmua kuruyorum, bu
mecmuanın ilk sayısında, bizzat benim kalemimden çıkmak üzere, sizinle bir
konuşma, bir röportaj yapmak emelindeyim»
Necip, her karşılaşmada
Fevzi Paşa’nın elini bir kez değil iki kez öpüyor. Röportajını bitirirken
şunları yazıyor: «Mareşalin, her defa, hürmetkar elimin üstüne bir baba
şefkatiyle bıraktığı elini öpüp kendisinden ayrılırken, düşünen kafa, çalışan
kol ve ulvi bir feragat ve iş ahlakına bağlı ruh arasında misilsiz bir ahenge
şahit oluyordum». Osmanlı meddahlarını geride bırakan bir yaltaklanma var;
okunması kolay olmuyor.
İlhan Berk, Abidin Dino,
Sait Faik, Büyük Doğuyu biliyorlar.
Bunlar, Necip Fazıl’ın
kucağında bir güvenli liman buluyorlar.
Büyük Doğu, kemalist
ihtilalin yönetimi elinde tutabilen üç paşasından ikisine, Mustafa Kemal ve
Fevzi Paşalara bağlılığını ifade etmekten hiç geri kalmıyor. Necip'in,
kemalizm'in üç yönetici paşasından bir tek İsmet Paşa ile sorunu var; İsmet
Paşa’nın, üzerini çizerek, milletvekilliğini önlediğine inanıyor.
On Altıncı sayısına
Özdemir Asaf / Bir sonraki sayıda, Nizamettin Nazif, Sabahattin Eyüpoğlu ve
Sait Faik'in yazılarının bir sonraki sayıda yayınlanacağı duyuruluyor.
Yirmi Dördüncü sayıda
Oktay Akbal görünmeye başlıyor.
Necip, artık kemalizm
karşıtlığının ve İslamcı bakış açısının kendisine bir kariyer sağladığı ve bir
«ekmek kapısı» olmaya başladığı 1960 yıllarından sonra, geçmişin anti-kemalist
ve İslamcı olduğunu göstermek için geçmişini çok büyük ölçüde çarpıtıyor.
1940 kuşağı aydınlar,
sağı ve solu ile bağımsız değillerdir. Rejimin oyuncakları olarak ortaya
çıkıyorlar.
Büyük Doğu'nun çıkış
tarihi ile Stalingrad Savunması aynı tarihlere denk geliyor; Stalingrad, kesin
olmamakla birlikte, bir yeni haberi getiriyor. Stalingrad'tan sonra kemalizm,
kanatlarını frenlemek gereğini duyuyor. Solcular İstanbul’un dışına
çıkarılıyor.
…şatafata son derece
düşkün görünüyor.
Evlendikten sonra Vaniköyü’ndeki
leb-i derya dedikleri, suyla toprağın öpüştüğü çizgi üzerinde bir yalıyı mekan
edinmiş
Bu öykü, Necip Fazıl’ın
kişiliğinin aynası ve aynı zamanda da özeti oluyor; hep «güçlü» kişilerle
görüşüyor ve hep büyük bir zenginlik ve şatafat içinde yaşıyor. Sürekli bunu
yazıyor; sürekli bu rolü oynuyor. Necip Fazıl’ın bütün yazdıkları içinde
güçsüzlerle bir ilişkisi olduğu konusunda hiç bir ize rastlanmıyor.
Necip’in anılarında
«Acem» öykülerine benzer şatafat anlatımı saymakla ve yazmakla bitmiyor.
Yirminci Yüzyıl'ın ilk
yıllarında doğan Cumhuriyet Dönemi aydınlarının çoğunda benzer bir çizgi
görülüyor; çoğu büyükbabalarının çocuğudur. Mehmet Ali Aybar, Çetin Altan ve
bir ölçüde Nazım Hikmet, hep büyükbabalarının çocuğu olarak biliniyorlar.
Çocukları, babalarından
çok dedeleriyle övünüyorlar.
Dedeleri paşadır;
babaları silik kalıyor.
Ahmet Necip, hususi bir
tahsil devresinden sonra Kumkapı Fransız Fenerler Mektebi ile Robert Kolej gibi
ecnebi mekteplerinde okumuş ve bunu müteakip Heybeliada’daki Bahriye Mektebi’ne
geçmiş, ondan sonra Darülfünun felsefe şubesine devama başlamıştır. 1924’te
felsefe şubesinin sömestrini bitirdiği sırada Maarif Vekilliği tarafından
açılan müsabaka imtihanında kazanması üzerine tahsil için Paris’te Sorbonne
Üniversitesi’ne gönderilmiş, orada bir müddet kalmış ve daha sonra 1926’da
İstanbul’da bankacılık mesleğine intisap etmiştir.
Burada, bir bölümü
anaokulu olmak üzere pek çok okul ve üniversite sayılıyor; Necip Fazıl,
bunlardan bir tekini bile bitiremiyor.
En İnsanî zahmeti bile
sevmiyor. Şatafat özlemini hiç' bir zaman bırakmıyor. Haz’za büyük tutkunluğu
var.
Necip, yazdıklarına
inanılacak olursa, bir konakta ve ancak kesinlikle bir emekli Osmanlı
yargıcının şımarık torunu olarak büyüyor.
Necip Fazıl’ın tek
sevgilisi Sultan Hamit döneminde emekli yargıç büyükbabası olduğu anlaşılıyor.
«Cici anne» dediği babaannesini «Tanzimat artığı olarak niteliyor ve hiç
sevmiyor; «her şeyden önce, müthiş bir sinir, vehim kumkuması» olduğunu
yazıyor.
Tanzimat artığı Zafer
Hanım, dört-beş yaşındaki torununu bu hale getiriyor. Baba anne Zafer, daha
sonraki yıllarda Tanzimat düşmanlığını bir ekmek kapısı yapacak olan torunu
dört-beş yaşındaki Necip'i büyük bir korkak yapıyor
Kendisiyle ilgili olarak
kendisinin ve başkalarının yazdıklarından net bir biçimde anlaşılıyor; en büyük
edebi eğitimi, roman okumaları, okul çağından önceki dönemine denk düşüyor.
Bundan sonraki döneminde, ne kendisi ve ne de hakkında yazanlar, okumalarından
ve ne okuduğundan hiç söz etmiyorlar; Necip Fazıl, Yunus Nadi’nin nitelemesiyle
bir «büyük mütefekkir», büyük düşünür sayılsa bile, ne bildiği bilinmeyen bir
bilgin olarak kalıyor.
Necip Fazıl’ın neden üç
noktayı bu kadar sevdiğini bilmiyorum; ancak incelemelerim, bende Necip’in
noktalama kurallarını bilmediği kanısını kesinlikle uyandırdı.- Bu, bir anlamda
yazmayı bilmediğini de anlatıyor.
Mecelle’yi hazırlayan
kurulda, Esseyid Ahmet Hilmi ve Ömer Hilmi Efendilerden başka herhangi bir
Hilmi yok; Necip’in büyük babası Mehmet Hilmi’nin Mecelle ile hiç bir ilgisi
bulunmuyor. Doğrusu, İstanbul'da ikinci dereceden bir yargıç olarak emekli olan
Necip'in büyük babası Hilmi’nin Fransız Hükümetinden alınmış bir madalyası da
bulunmuyor.
Necip Fazıl, büyüdüğü
zamanda bile yalancı bir küçük ve şımarık çocuk olarak kalıyor.
Okulu sevmiyor; peki neyi
seviyor, bunu söyleyebilecek durumda değilim. Necip'in sevgilerinden çok
tutkularından söz edilebilir; büyük babasının şımartan ilgi ve sevgisi ile
Necip'in olağanüstü tembelliği birleşince, tutkularını tatmin etme içgüdüsü,
büyük bir ahlak zaafiyetine yol açıyor.
Necip'in İslamcılığı,
rejimin izni ve dürtüsü ile başlıyor. Necip, bütün ömrü süresince,
iktidardakilerin izninin dışında bir adım bile atmıyor
Dinsellikle anti-mason
kampanya hep bir arada yürüyor; İslamcılar, ilk başta beraber oldukları İttihat
ve Terakki yandaşlarını, beraberlikleri sona erdikten sonra, «far mason» olarak
niteleyerek karalamaya başlıyorlar.
Necip Fazıl, Beyoğlu’nun
batakhanelerinin birisinde kumar oynarken, doğrudan doğruya- İstanbul Emniyet
Müdürü Kemal Aygün’ün yönettiği bir ekip tarafından suçüstü yakalanıyor
Necip Fazıl, bilinen
yaşamında, sefahat yaşamını hiç bırakmıyor; kumar ve içki, hep Necip'i izliyor.
Necip, kişisel planda da, bu, sefahat yaşamını örtmek, şiirini yitirdiğini,
tutkularından kaynaklanan hırsı ile çalışma kapasitesinin oransızlığından doğan
ahlak zaaflarını saklamak için İslamcı görünmeye çabalıyor
Kemal Tahir, insan
sevmeyen bir yaratıktır; insan sevmeyen bir yaratığa insan denilebileceğinden
kuşkuluyum.
Burhan Toprak / Paris’te kumarhaneye
üye olabilmesi için kendi kimliğini verecek kadar Necip’e yakınlık duyuyor. Bu
yakınlık hep sürüyor ve Burhan Toprak, Necip Fazıl’ın bütün projelerinde yer
alıyor.
Cahilleşme, hep gerilik
ve restorasyon dönemlerinin üstün değeri haline geliyor. Restorasyon
dönemlerinde dejenerasyon ve cahilleşme kaçınılmaz oluyor.
Miskin Yunus, tasavvufun
en cahillerinden birisidir. Bu-nu en açık bir biçimde Yunus'un kendisi dile
getiriyor: «Biçare Yunus ne bile, ne kara okudu, ne ak!»
İslamcı mücadelenin etkin
yazarı Sezai Karakoç, Yunus’u bir umut kabul ediyor ve Yunus ve Necip’in
çıkışlarını aynı kategoride değerlendiriyor.
«Her büyük sanatçıda
olduğu gibi Yunus Emre ve Necip Fazıl’da ise, estetik son sınır ve hedef değil,
belki ruhun büyük yaratışa özenerek ileriye atılışındaki stildir».
Sezai Karakoç, Necip
Fazılın Şiiri, Diriliş, Yıl 1974, Sayı 3.
Hedonist için cahilleşme
gerekiyor.
Hedonist korkaktır; ancak
çalışkan bir hedonist gör-medim.
…kandırabilmek için
mutlaka cahilleştirme operasyonunun önceden ve yoğunlukla uygulanması gerekiyor.
Tekelsi dönemde
üniversiteler ve basın, cahilleştirme operasyonunun organları ve kurumlandır.
Necip Fazıl, ömrünün
ikinci yarısında kendisini islamın büyük koruyucusu olarak sunuyor ve bunu da
bir ölçüde kabul ettiriyor; bu güzel. Ancak ömrünü İslam için mücadeleye
ayırdığını hep söyleyen Necip Fazıl'ın en fazla mücadele ettiği zamanda
yakınında bir tek İslamcı bile görünmüyor
Necip, bu tutarsızlığı
gidermek için nakşibendi şeyhi Abdülhakim Arvasi'yi keşfediyor; 1934 yılında
Şeyh’e gittiğini ve Şeyh’i «efendisi» saydığını ileri sürüyor.
Necip, işte bu dönemden
sonra, kendi kendisini «Mistik Şair» olarak adlandırıyor.
Örümcek Ağı’nın da dahil
olduğu ilk şiir kitapları için «o vakitler Allah'a bağlılığım belli olmadığı için
göklere çıkarıldım» diyor. Çıkardığı şiirler için de şunları yazıyor; «Mal
sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin».
Böylece, dünyada ve Türkiye’de şiirlerini «mal» olarak niteleyen ilk yazar da
belirlenmiş oluyor.
Necip Fazıl’ın «Allah»
şiirlerinin çoğu 1970 yıllarının sonlarına doğru ve 1980 yıllarının başlarında
kaleme alınıyor. Bunlar, herhangi bir sofunun yazabileceği, çoğu iki dizeden
oluşan ve hiç bir kimsenin şiir demeyeceği yazılardır.
Necip, «Abidin Dino da,
Bodler’in 'sun-i cennet’ adını verdiği cehennem yemişlerinden birine tutkundur»
diye yazıyor; Abidin’in başkalarıyla birlikte, kendisine de esrar ikram
ettiğini ve bir kez denediğini ileri sürüyor. Çok yakınlar
Necip Fazılın tiyatro
çalışmaları Ertuğrul Muhsin’in teşvik ve tesiriyle başlar
Necip’in ilk oyunu olan
«Tohum» tam bir başarısızlıkla karşılaşıyor. Muhsin Ertuğrul’un oynadığı bu
oyun bir hafta, içinde kaldırılıyor.
Necip Fazıl «Bir Adam
Yaratmak» oyununu yazıyor. Necip’in Muhsin Ertuğrul’a ithaf ettiği bu oyunu
yine Muhsin Ertuğrul hem sahneye koyuyor ve hem de başrolü oynuyor.
Necip Fazıl şunları
yazıyor: «Komünist olduğu söylenen, hatta bir takım vesikalarla tespit edilmeye
kadar gidilen Ertuğrul Muhsin, hiç de zannedildiği gibi değildir. Onun ideolojik
planda komünizma ile hiç bir alakası yoktur. O güzel’i ve çarpıcı’yı gördüğü
her yerde kendisini teslim eder.»
Bir: Revoiüsyon açıklık,
ayrılma ve bilme gücüne inançtır.
İki: Restorasyon,
karanlık, bulanıklık ve bilinemezlik oluyor.
Üç: Revolüsyon aşamasında
ayrılanlar, restorasyon sürecinde toplaşıyorlar.
Dört: Türkiye solculuğu,
Birinci Savaş yenilgisi ve Ekim Devrimi'nin de etkisiyle, 1919 tarihinden
itibaren ayrışma sürecine girdi.
Beş: Türkiye solculuğu,
büyük bir utançla, kendi tarihini çarpıtmaya çalıştı
…
RESTORATÖR YAZICI: ATTİLA İLHAN
Eylül darbesi ile
birlikte ve genç eylülist yazıcıların özendirilmesinden önce, roman ve
estetikte Attila İlhan patlaması oldu.
Hedonist, cinselliği bir
oburluk olarak sunan, aşırı Mustafa Kemal Paşacı, aşırı millici, aşırı sol
karşıtı İlhan, bir ara bestseller profesörü yapıldı.
Attilâ İlhan, 1973
sonbaharından beri Ankara’da yaşıyor. Önceleri Bilgi Yayınevi’nde danışmanlık
görevini üstlenmişti. Sırasıyla Yeni Ulus, Yeni Ortam ve Dünya gazetelerinde
günlük yazılar yazdı.
…komprador aydın,
ülkesinin ulusal kültür bileşimini yapamamış, yabancı bir kültür bileşimini
onun yerine «ikame etmiş» kişidir. İnönü diktası döneminde, çağdaşlaşmak,
batılılaşmak diye alınmış, bu yapılmıştır; batılı klasikler çevrilir,
yunanca/latince «mecburi» ders olarak okutulursa, kalkınırız sanılıyordu. Bu
kafanın, ulusal bileşimci Müdafaa-i Hukuk öğretisiyle uzaktan yakından ilişkisi
yoktur.
«kültür yoluyla
kalkınma», kültür emperyalizminin - çöreklenebilmek amacıyla - az gelişmiş
ülkelere benimsetmeye çalıştığı, yaldızlı fakat zehirli bir reçete.
ELİ TABANCALI KUNDAKÇI: NECİP FAZIL
Sadun Tanju, Dolu Dizgin
Ali Naci Karacan: Bir Gazetecinin Hayatı, İstanbul, 1986, s. 229-232
…gazetelerle iktidarlar
arasında cereyan eden, hadise, buyurma gücünün, sorumlu siyasal iktidarla,
kendini asla sorumlu saymayan matbuatın arasında pay edilmesi kavgasıdır bu! …iktidar
da sinirlenmekte haklıdır. Madem ki yönetime ortaksın, dördüncü kuvvetsin,
öyleyse disipline gireceksin, denetleneceksin derler adama!
Sen bu Necip Fazıl’ın
gençliğinde ne işler karıştırdığını bilir misin monşer?
…geçen sene miydi o, bunu
bir kumarhanede bastılar. Hem de Emniyet Müdürü Kemal Aygün bizzat idare ediyor
baskını. Beyoğlu’nda Pire Mehmet Sokağı’nda bir apartmanın alt katında büyük
bakara «çevrileceği öğreniliyor. Bizim üstat, yanında kadın tellalı Zurnik'le
geliyor. Gece iki buçukta polis içeri dalınca, bakıyorlar ki masanın başında
Necip Fazıl’la beraber yirmiye yakın adam. Ne dese beğenirsin? Ben gazeteci ve
muharririm, kumar oynayanların ruhi hallerini inceliyorum, yeni bir eser
yazacağım, demez mi? Monşer biz de oyun oynuyoruz zaman, zaman, halden anlarız,
böyle söyleyip de milleti güldürmenin âlemi var mı? Üstelik bu ne bitmez
tetkik, demezler mi? Adam ta gençliğinden beri, bankadan biraz avans alsa,
kitap veya oyunundan eline üç-beş kuruş geçse, hemen koşup kumarhanede
yemesiyle meşhur!
ARKADAŞIM NECİP
Fikret Adil
Necip Fazıl, Abidin Dino
ve çevresinin esrarı seçmelerini «Asmalımesçit kadrosundaki bohemlerin ‘Beyza
Hanım’ tutkunluklarına karşılık, esrar» sözleriyle anlatıyor. «Beyza Hanım», bu
ünlü çevrenin, beyazlığından çıkarak, eroine verdikleri addır
Necip’le tam manası ile
bir bohem hayatı geçirdik.
O, hiçbir içtimai kayıt
dinlemezdi. Herkesi kendisine- borçlu zannederdi. Necip, küçük bir sebepten
huysuzlanır, ciddi hadiseler karşısında şahsiyetini unuturdu.
Asmalımesçit 74’e
Romanyalı bir ana-kız geldiler.
Necip’le aramızda garip
ve sessiz bir mücadele başlamıştı.
Eve, bize giderek içmeye
karar verdik,
Necip, başka bir teklifte
bulundu: 'Bırakın bu akşam Rahmi'de bakara var, gidip bir tecrübe edeyim'.
Güldük.
Necip’in hayatında bir
defa kazandığı vaki değildi. Bütün arkadaşlarına karşı dürüst olmayan
muameleler yapan Necip, boğuntu yerlerine giderek, bilerek kaybetmeyi, bir
asalet hareketi olarak telakki eder ve mütemadiyen kaybederdi.
İkinci Bölüm
HİKMET VE HİKMET
Korku, aklın durmasıdır.
Aklın durduğu yerde
bilgisizlik başlıyor; cehalet çıkıyor.
Öyleyse cehalet dönemi
için aklın durması zorunludur.
…insanı cahilleştirmek
için korkutmak zorunludur.
Cehaletin de bir dili
var; fetiş.
Dilin daralması
düşünmenin daralmasıdır. Dil ve düşünme hiç bir zaman birbirinden ayrılmıyor.
Fetiş / Portekizce
feitico sözcüğünden geliyor; «yapma bir şey» demek oluyor. Fetişizmde, yapma
bir şey, Tanrı oluyor.
Mayıs 1950 ile bir kaç
Mustafa Kemal heykeli kırılarak kemalizmin tahkim edilmesi deneniyor.
Heykelleri kırmayı ve Atatürk’ü eleştirmeyi suç sayan yasa bu dönemde çıkıyor.
Kemalist sol ile kemalist
İslamcılar arasında bir ortaklık var; sığlıkta birbirini buluyorlar. Sabahattin
Ali ile Necip Fazıl, yalnız kolaycı ve oportünist kişilikleriyle değil, solda
ve sağda haklarında uydurulan imajlara göre büyük bir sığlığı temsil
etmeleriyle de birbirine yaklaşıyorlar.
Türkiye aydını henüz
soyut bakamıyor.
Korkudandır; korkan
insanın soyutlamasından dinler doğuyor. Tanrı ve Şeytan, her dinde var,
insanoğlunun ilk büyük soyutlamalarından çıkıyor. Tanrı, en soyuttur; resminin
yapılamaması, soyut olmasından kaynaklanıyor. Şeytan, korkunun kaynağını ve
Tanrı da korkudan kurtuluşu anlatıyor. İlkel insan, bu kadar bir soyutlamaya
dayanamadığı için, Tanrı'yı ya da Şeytan’ı ve genellikle her ikisini fetiş’e
indiriyor.
…eğer Hitler’in
yükselişinin vücuda ektiği hastalıklar temizlenmezse, Hitler’i yenerek
kazanılan zafer yalnızca somut’ta kalıyor.
Korku insanidir: Ancak
insan olamayanlarla insanlığı aşabilenler korkmuyor.
Peki ancak insan
olamayanlarla insanlığı aşabilenler korkmuyorsa, Nazım Hikmet ile Doktor
Hikmet, insanlığın bu iki sınırında, nereye düşüyorlar
Hikmet ve Hikmet, birer
birey oldukları kadar birer devrimci politikacıdırlar; bir sol tarihin ürünü
olarak yaşıyorlar.
Müzehher Va-Nu / Bazan
düşünürüm de bir bakıma Sabahattin’in ölümü Nazım’ı kurtardı. Onun o acımasız
öldürülüşü örnek olmasa, Nazım belki de canını dişine takarak Türkiye’den
gitmezdi
Türkiye’de solun tarihini
yazmaya çalışmak, Türkiye rejiminin tarihini yazmaya başlamaktır. Çünkü Türkiye
rejiminin en temel politikalarından birisi, kendisini sürdüren bir kaç dinamikten
biri, sol politikası ve sola uyguladığı eylemler paketi oluyor. Türkiye solunu
bastırmak, bu mümkün olmadığı zaman bozmak ve böylece denetim altına almak,
Türkiye rejiminin en temel ve en gelişmiş, sürekli politikalarının başında yer
alıyor; rejim, kendisini, çok önemli ölçüde bu işleve göre hazırlıyor ve
geliştiriyor.
TKP, 1920 yılında Mustafa
Suphi tarafından kurulmuştur. 1922 yılında Parti’nin ikinci kongresi Ankara’da
yapıldı. Aynı yılın Eylül ayında ise Parti’nin üyeleri takibata uğramış ve Parti
yasaklanmıştır. 1925 yılında üçüncü kongre İstanbul’da yapılmış ve bu dönemde
Parti Genel Sekreteri Şefik Hüsnü olmuştur.
Doktor Hikmet Kıvılcımlı,
«Türkiye’de bilimsel sosyalizm, ilkin bir aydın davranışı olarak başladı» der
Doktor hikmet, başka bir çalışmasında,
kişilere dayandırarak, sol tarihin peryodizasyonunu yapmayı deniyor.
Aktarıyorum.
«Türkiye’de çelişik
başlıca 4 sosyalist kuşak sayılabilir. 1) En eski Sosyalistler (1920-1925 Ş.H.
Değmer-H. Kıvılcımlı), 2) Eski Sosyalistler (1925-1945 Nazım Hikmet Ran-Reşat
Fuat
Baraner), 3) Yeni
Sosyalistler (1945-1960 Mihri Belli-Mehmet Ali Aybar), 4) En yeni Sosyalistler
(1960 sonrası Vahap Er- doğdu-Doğu Perinçek)».
1925 Takrir-i Sükun
Darbesi, Türkiye’de en uzun sosyalizan aydın suskunluğunu yaratıyor.
Türkiye solunun aydın
hareketi ve soldaki aydın işlevi iki Hikmet'e kalıyor.
1940 Kuşağı denilenler,
hem korkaktır ve hem de hedonist; bu iki özellik birbirisinden pek ayrılmıyor.
Fahri Erdinç, bir yandan Necip Fazıl'ın Büyük Doğu Dergisi'nde yazıyor ve diğer
yandan da, solculuğuna Türkiye’yi dar bularak, Bulgaristan’a geçmeye çalışıyor;
sonunda, geçiyor. Korkaktır; Sabahattin Ali de hem hazzını maksizime etmeye
çalışıyor ve hem de Millî Emniyet'le bir pazarlık kurup Bulgaristan’a geçmek
istiyor; geçemiyor. Korkaktır. Ancak Sait Faik'in korkaklığıyla titrekliğine
her ikisi de yetişemiyor. Korkaktır. Cahit Sıtkı, daha da korkaktır. Abidin
Nesimi, solumsu bir parti kurabilmek için, Bakanlar Kurulu üyelerinden izin ve
güvence almaya çalışıyor; kendi solculuğundan korkuyor. Hedonizm ve korkaklık,
bu kuşağı anlatıyor ve çoğu devlet memuru olarak yaşıyorlar.
Sadrazam Damat Ferit'in
imzasını taşıyan bir görev kağıdıyla Samsun’a gelen Kemal Paşa’nın
görevlendiriliş amacını kesinlikle saptamak mümkün görünmüyor; her türlü tahmin
yapılabiliyor. Arşivler açılıncaya kadar Kemal Paşa’nın Doğumda baş- gösteren
şura türü hareketleri bastırmak ( ) veya Sultan adına bir reziztans örgütlemek
için çıkmış olduğunu veya görev amacının her ikisi olduğu ileri sürülebilir
Kemal ve arkadaşlarının
yerleştikleri Ankara’da güven içinde olmamalarını anlamak zor görünmüyor;
herhangi bir tabandan yoksun görünüyorlar. Mukavemetin yönetimini İttihatçı
kadrolara ve tabanını da solcuların etkilediği sosyalizan ya da köylü bakış
açılı gençlere kaptırmaları ihtimalini saptıyorlar; birikimleri, İstanbul’a
bağlılıkları ve Batı Avrupa ile kopmamaya özen göstermeleri, ne yapacaklarını
ortaya çıkarıyor.
Kemal ve arkadaşlarının
ilk iş olarak İç Anadolu’daki sosyalizan örgütlenmeleri dağıtmak istemeleri.
Batı Avrupa’nın emperyalist güçleriyle uzlaşma kapısını tümden kapatmamak
politikalarına uygun düşüyor. İstanbul’dan kopmamaları böylesine cüretli bir
başlangıcı daha az riskli yapıyor; İnönü Zaferleri üzerine tarihin
falsifikasyonu bir kenara konulursa, Mayıs 1919 tarihinden 1921 yılının ikinci
yarısında Sakarya Savaşı’na karşı, kemalist güçlerin ciddi bir askeri kaygısı
olmadığı belli oluyor.
Kemal ve arkadaşları,
Çerkez Ethem'in Kuvay-i Seyyare’si ile önce Mustafa Suphi’nin başında bulunduğu
Bakü komünist örgütlenmesini ve daha sonra ise Tokat Mebusu Nazım’ın başında
bulunduğu İştirakiyyun Fırkası’nı temizlemeye karar veriyorlar. Ortalığı
bulandırabilmek amacıyla da, birincisi için Yeşil Ordu’yu ve İkincisi için de
Resmi Türkiye Komünist Fırkası’nı icat ediyorlar.
Çerkez Kuvvetleri
dağıtılınca Yeşil Ordu' bir güç olmaktan çıkıyor.
Mustafa Suphi ve
arkadaşlarının boğulmaları 28/29 Kanunsam 1921 tarihini taşıyor.
Şevket Süreyya, Sadrettin
Celal ve bunların çevresindeki Aydınlık Dergisi Grubu, Doktor Hikmet’in 1930
yıllarında yazdığını doğrular ölçüde, kemalizmin kuyrukçusudurlar. Bunlarda
sermayeye karşı en küçük bir tiksinti görülmüyor
İngiliz polisi, Londra’da
Arkos Şirketi’ne, All-Russian Cooperative Society, girince, İstanbul’da Arkos
Şirketi’nde çalışan TKP Katib-i Umumisi Vedat Nedim, aklını yitiriyor. İstanbul
polisinin gelmesini beklemiyor ve kendisi gidip polise teslim oluyor; elindeki
belgelerin tümünü emniyete bırakıyor.
Nazım Hikmet'in / Kuvay-i
Milliye Destanı adıyla yayınlanan şiirleri, tümüyle burjuva demokrat ideolojiyi
içeriyorlar ve sınıfsız bir bakış açısını yansıtıyorlar. Bu, şiirler Nazım
Hikmet hapiste iken yazılmış ve yayınlanmıştır.
Nazım Hikmet’in en güzel
şiirleri, ölümüne yakın yazdığı, insan, yalnızlık, aşk, kadın ve ölüm duygusu
şiirleridir. Bu şiirlerin çoğu, şiir şaheseri düzeyine çıkabiliyor ve ne yazık,
Türkiye’de «ilericiler», bu şiirlerden ve Nazım’ın şaheserlerinden habersiz
Nazım Hikmeti sevdiklerini düşünüyorlar.
Doktor Hikmet’in, Nazım
Hikmet’in şiirinin gelecek kuşaklar tarafından taşa tutulacağı görüşleri, 1
Ağustos 1971 tarihli günlüğünde yer alıyor.
1930 yıllarının başında
Doktor Hikmet, Nazım Hikmet’i bir Trotskiy olarak görüyor.
SABAHATTİN ALİ: REKAPİTÜLASYON
Necip Fazıl ise
Sabahattin Ali
Necip zayıf bir insan;
çabuk görüş değiştiriyor. Sabahattin de çok zayıf bir insan; çok çabuk görüş
değiştiriyor.
Sabahattin Ali’nin yurt
dışına çıkmayı başardığına inandığı bir sırada ve ilkel bir senaryo ile tüyler
ürpertici anlatımlarla açıklanması, kemalist solcuları korkutmak içindir. Aynı
tarihten kısa bir süre sonra, Malatya’da Ahmet Emin Yalman’a suikast nedeniyle
Necip Fazıl’ın tutuklanması ve savcının iddianamesine pasif homoseksüel
olduğunu yazması, kemalist sağcıları korkutma amacını sağlamaya yöneliyor.
1929 yılında Resimli
Ay'da Nazım Hikmet'in «putları kırma» denemesi
Nazım, Abdülhak Hamid,
Hamdullah Suphi ve Mehmet Emin Yurdakul'u hedef aldı; böyle bir hedeften
kemalist rejimin rahatsız olacağını sanmıyorum.
'Sabahattin'in başına
taşla vurularak öldürmeyi hak edecek bir solculuğu yok; bu, bir. İkincisi,
Sabahattin’in ağzından bir söz almak için işkence yapmaya gerek yok; çünkü, tam
bir geveze olduğu ortaya çıkıyor.
Reşit Ertüzün / Sabahattin’in
hiç bir konuda saklısı gizlisi yoktu. Hatta bu yüzden adı gevzek Sabahattin’e
çıkmıştı. Bu sebeple onun aşklarını, duygularını aile ve arkadaş çevrelerinde
bilmeyen kalmamıştır
(Sabahattin’in
annesi) halam ikide bir intihara kalkışarak etrafını huzursuz eden isterik ve
melankolik bir kadındı
Sabahattin'in erkek
kardeşi Fikret Şenyuva’nın ömrü de karamsarlık içinde geçmiştir. Fikret’teki
ileri kekemelik de irsi bir anomalinin belirtisi sayılabilir». Sabahattin’in
kardeşi Fikret’e karşı son derece sevgisiz davrandığını ileri sürüyor
En yakın arkadaşları,
Sabahattin’in çok korkak olduğunu ve hiç bir politik hareket içinde yer
almadığını açıkça söylüyorlar.
Gevezedir ve ciddi
değildir; hiç bir politikayı ciddiye alamıyor.
Sabahattin’de hiç bir
şair mayası görünmüyor; zaman, Sabahattin’in şiir diye şarkı sözü yazdığını
ortaya çıkarıyor.
Öyküleri tartışmalıdır;
kalıcı olduğunu sanmıyorum.
Sırça Köşk / Sabiha
Sertel’in, özetle, «Sabahattin, bu öykü bomba, seni temizlerler» dediği
biliniyor.
Kuyucaklı Yusuf’u hâlâ
çok seviyorum. Büyük bir roman olduğunu düşünmüyorum; her insanın basitliğinde
yaşadığı bir büyük aşkı ve her büyük aşkın elektrik tutulmasını çok güzel
gösteriyor.
Sabahattin’de benim en
çok sevdiğim «İçimizdeki Şeytan» romanıdır; bu romanın hakkının yendiğine
inanıyorum.
İçimizdeki Şeytan,
kendisini rüzgara kaptırmış bir dostoyevskiyen Ömer’i, aşkını, solcu aydın
Bedri’yi ve kokuşmuş bir aydın çevresini ele alıyor
Romandaki Nihat, Ömer’in
kafası hep kötülüklere çalışan yakın arkadaşıdır, Nihal Atsız’ı hatırlatıyor
…romandaki Ömer, birçok
noktalarda Sabahattin Ali’ye benziyor
…
Nâzım Hikmet'in son
eserinin ismi şudur:
— Benerji Kendini Niçin Öldürdü?
Eser bir manzum
hikâyedir. Vak'a Hindistan’da cereyan eder.
Eserde Benerji bir müfrit
amele ihtilâlcisi tipinde tasvir olunmuştur. Kalküta’daki amele mahallelerinden
birinde yaşar ve eğer bu mahalleler halkını ayaklandırırsa, bütün Hindistan'ın
kurtulacağına kanidir.
Fakat bir aralık Benerji
bütün arkadaşları tarafından terkolunur. Çünkü kendisinde bir takım zaaflar
sezinilmiştir. Bundan sonra hikâyeye bir de küçük tez konur: Bir ihtilâlci ne
vakit intihar edebilir?
Kalküta’nın nakliyat
ameleleri mahallesinde yaşayıp, bu mahalleler halkını ayaklandırırsa,
Hindistan'ın kurtulacağını sanan Benerji, ayakları toprak üstünde olmayan bir
köksüz tiptir.
KIVILCIMLI’NIN TARİH SAVI
Doktor Hikmet Kıvılcımlı'nın
tarih görüşleri son derece idealisttir.
…tarihi güncel politakaya
uydurmaya çalışıyor. Ancak teori’yi zorlarken uyduruyor ve tarih’i uydururken
zorluyor.
Doktor, bir yenilik
yaptığı izlenimini verebilmek için bilinen ve kabul gören sözcüklerin dışına
çıkıyor. Bilinen kavram ve ilişkileri, yeni ve çarpık sözcüklerle ve
aralarındaki bağlantıları kurmadan yazarak yeni bir tez ileri sürdüğünü ileri
sürüyor
Doktor Hikmet'in, bilimde
kavramların rolünü gördüğünü, ancak, bilimsel sürecin niteliğini bilmediğini
düşünüyorum.
(60’lı yıllar) Doktor
Hikmet’te treni kaçırma kompleksi var; gelişmelerin bu yönde olduğu izlenimine
kapılıyor. Herkesten hızlı ve önde gitmek için de, son derece ulusçu ve son
derece İslamcı bir tarih teziyle çıkıyor.
Doktor Hikmet barbarları
çok seviyor ve «Tarih Tezi» adlı çalışmasında bir barbar güzellemesi yapıyor.
Osmanlı toprak düzenine
ya Farsça sözcükle «timar» ya da Arapça bir sözcükle «ikta» sistemi deniliyor
ve bütün tarihçiler de bunun Doğu Roma’dan Bizans’tan, alındığı konusunda
birleşiyorlar. Aslında bu sistem, bütün 'Orta Çağ veya gecikmiş Orta Çağ
imparatorluklarının uç topraklarında uygulanıyor. Toprak düzeninin Osmanlılık
veya Türklükle ilgili hiç bir özgün yanı bulunmuyor. Bir özgünlük iddiasıyla ortaya
çıkmak şovenizmden başka bir anlama gelmiyor.
Farsça «timar» sözcüğünün
Grekçe karşılığı «prönia» oluyor; birisinin ihtiyacını bakma ve önceden önlem
alma anlamına geliyor. «Dirlik» sağlama olarak da düşünülebilir ve timar
düzeni, belli ölçülerde dirlik vermeyi içine alıyor.
Üçüncü Bölüm
SOĞUK SAVAŞ VE AYDINLAR
Hitler yenildikten sonra
kapitalist dünya bir savaşa ihtiyaç duyuyor.
NATO, Soğuk Savaş’ın
sürdürücüsüdür; «Truman Doktrini» ise başlatıcısı oluyor.
İkinci Dünya Savaşından
kendine, insanı ve insanın yiğitliğine büyük bir güvenle çıkan Batı Dünyası,
Soğuk Savaş'la güveninin tümünü yitiriyor ve Kafka’nın çok önceden çizdiği
hamam böceği yaratılışını, nihayet, kabulleniyor.
Aydın, bir toplumun
belleğidir.
Bellek silme,
entelijansiya üzerinde bir operasyon olarak ortaya çıkıyor.
Soğuk Savaş Demokrasisi: Forum
Forum, orta öğretimde
hela duvarlarına «ey komünizm, senden güzel bir şey var mı?» sözlerini yazan
öğrencilerin Yargıtay Ceza Genel Kurula kararıyla cezalandırıldıkları bir
zamanda üniversitelerdeki genç öğretim üyelerinin çıkardıkları bir dergi ve
giderek önemli bir aydın hareketi oluyor. Forum Hareketi,. Cumhuriyet
Türkiyesi'nin en önemli aydın hareketlerinden» birisidir; Soğuk Savaş
koşullarında demokrasi arayışım dile getiriyor.
Kadro, kemalist demokrasi
arayışıdır. Forum, soğuk savaş demokrasisini arıyor. Yön’ü, şiddet yoluyla
sosyal demokrasiyi kurma denemesi olarak görmeye başlıyorum.
Kadro, daha çok Şevket
Süreyya ile Vedat Nedim’e ve Yön, Doğan Avcıoğlu ile Mümtaz Soysal’a dayandı;
Forum’un motorları ise Turhan Feyzioğlu ile Aydın Yalçın oldular.
Tek parti döneminde
tutucu Kayseri Milletvekili’nin oğlu, zengin aile çocuğu Turhan Feyzioğlu, 1950
yıllarının en parlak ve en etkileyici aydınlarının başında yer aldı.
Anayasa Mahkemesi kurulması
düşüncesi, Turhan Feyzioğlu’nun üniversitede tez çalışmasının konusudur
Beyninin yalnızca toplu
iğne büyüklüğünde bir alanının geliştiği ve diğer alanlarının beyin olmaktan
çıktığı bir insanı düşünmek zorunlu oluyor. Tekellerin rejiminde insan aklının
böyle bir şekillenmesi, giderek, bir zorunluluk haline geliyor
Soğuk Savaş insanı, bir
setçe kadar ürkek kuş beyinli bir yaratık oluyor
Turhan Feyzioğlü,
Türkiye’den genç bir öğretim üyesi olarak Oxford’da incelemeler yaparken,
Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ünün İngilizce yayınlanmasından büyük heyecan duymuşa
benziyor ve heyecanını en köylü bir biçimde dile getiriyor. Forum’un henüz
altıncı sayısında, Oxford’tan «Anadolu’da Bir Köy» yazısı yayınlanıyor ve
Turhan Bey, köy özlemini dışa vuruyor.
Dinde reform düşüncesi,
1950 yılları aydın hareketinin oyuncak projelerinden birisi oluyor ve en
önemlileri arasında yer alıyor.
…bireysel ve kütlesel
yiğitlemeler, kütlenin hareketlilik düzeyini yükseltiyorlar. Sosyalist
devrimde, bağımsızlık savaşında, İspanya iç savaşında, Fransa reziztansında,
Hitler’e karşı savunmada, Çin Devrimi’n- de, Latin Amerika’da, Vietnam’da
gerçekleşen yiğitlemeler, insan kütlesi üzerinde değişikliklere ve insanın
yükselmesine yol açıyor. Şöyle de söylenebilir; tekelsi dönem sürekli olarak
insanlardan hamam böcekleri imal ederken, zaman zaman ortaya çıkan insanlığın
büyük serüvenleri ise, birdenbire insanın boyunun uzamasına ve insanın kendi
sınırlarını aşarak yeni yüksekliklere açılmasına yol açıyor.
Yön: Şiddet İle Sosyal Demokrasi
Mehmet Ali Aybar’ın TKP
üyeliğiyle ilgili hiç bir iddia bulunmuyor.
Bağımlılık; komprador
sistemin kendisidir ve sanayileşme, komprador ekonomiyi ortadan kaldıracağı
için, komprador sistemin sanayileşmeye karşı çıkması gerekiyor; karşı çıkıyor.
Yön Hareketi, İngiliz ve
Amerikan sanayileşmesini reddederken, bunun tüketim malları sanayileriyle
başlamasına da karşı çıkıyor.
Soğuk Savaş Politikaları,
bir bellek silme operasyonudur. Önce bellek siliniyor ve daha sonra belleğe,
Soğuk Savaş önermeleri kakılıyor.
Soğuk Savaş’ın en büyük
silahı korku üretimi ve uygulamasıdır. Aydınları hedef alıyor.
Mehmet Ali Aybar, Behice
Boran ve Sadun Aren, Soğuk Savaş döneminde, belleklerinin silinmesi
operasyonuna mukavemet edemiyorlar.
Solun Tarihine Devam
…
İSTANBUL'DA ENTELLEKTÜEL SALONLAR
Edebiyatçılar yalnız
Abdülhak Hâmit ve Halit Ziya’nın salonlarında toplanmazlardı. İki salon daha
vardı: İhsan Raif ve Abdullah Cevdet salonları. Bunlardan da bahsetmek,
edebiyat âlemindeki salon toplantılarını eksik bırakmamak için lâzımdır.
TURHAN FEYZİOĞLU
Tanıdığım aydınlar
arasında kavrayışı ve en yüksek, olanlardan birisiydi. Sıcacıktı; konuşurken
hep konuştuğunun içine girer ve mutlaka kolundan tutardı. Ancak hiç güven
vermiyordu. Her an aldatacağı izlenimi veriyordu.
SOSYALİZM VE İSLAMİYET ÜZERİNE
Biz, benim tenkit ettiğim
batılılaşmakta o hâle gelmişiz ki İslâm tarihi hakkında bile ille bir Avrupalı
bir şey söylemedikçe, söylediği şey her zaman doğru mudur diye aramadan kendiliğimizden
hiç bir şey öğrenmeye yanaşmıyoruz.
Roger Garaudy'nin
«İslâmiyet ve Sosyalizm» adlı kitabı üzerine yazdığı eleştiri…
SOSYALİZM VE İSLAMİYET ÜZERİNE TARTIŞMALAR
Batı’ya karşı ilk
muzaffer millî bağımsızlık savaşını vermiş olan Türk ulusunun yeri Doğulu
uluslar topluluğu değil midir?
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder