3 Haziran 2025 Salı

Yalçın Küçük - Türkiye Üzerine Tezler - BİRİNCİ KİTAP

Yalçın Küçük - Türkiye Üzerine Tezler

 

BİRİNCİ KİTAP

 


Birinci Bölüm

Başlangıçta Takrir-İ Sükün

Orman Yasaları

…sığ tezlerden birisi, Cumhuriyetin yönetici ve kurucu kadrolarının var olan sınıflardan bağımsızlığı ve bu kadroların bilgisizliği ile ilgili.

 

Pratik olarak bakıldığında, Cumhuriyet'in yönetici ve kurucu kadrolarının bilgi yetersizliğinden değil aşırı bilgi düzeyinden söz etmek gerek.

 

Türkiye'nin dünya siyasal mücadele sözlüğüne bir tek katkısı olduğu söylenebilir: Jön Türkler.

İttihat ve Terakki, Osmanlının son dönemlerinde başlayan Jön Türk hareketinin doruk noktası.

 

1920'lerin ilk yıllarında Mustafa Kemal'in kendisine bağlı bir resmi komünist partisi kurma girişimleri…

 

Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcında, 11 Ekim 1920 tarihinde bir yasa kabul edilip yürürlüğe konuyor. Baltalık Kanunu

Baltalık Kanunu ile orman köylüsünün orman sahibi edilmesi ilkesi kabul ediliyor. Her köylüye, yakınındaki ormandan iki hektarlık bir bölüm temlik ediliyor.

Baltalık Kanunu, / Orman köylülerinin yeni oluşan siyasal örgütlenmeye katılımlarını sağlamayı amaçlıyor.

Ancak ormanın değeri halkça takdir edilmemiş bulunduğu için bu tatbikat memleket namına çok büyük zararlara mal olmuş ve ormana tapu ile sahip olan köylü, çoluk ve çocuğu ile birlikte malını baltadan geçirerek kendisine verilmiş olan ormanı tarlaya çevirmiştir.

“Üç yıl devam eden ve büyük orman kaybına sebep olan Baltalık Kanunu 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra derhal durdurulmuş ve bir yıl sonra çıkartılan 15 Nisan 1924 gün ve 484 sayılı intifa kanunu ile orman ve köylü ilişkisi, ormanların takati esas prensibi dahilinde yeniden ve muvakkaten bir düzene bağlanmıştır.”

 

Baltalık Kanunu'ndan sonra gelen, 1924 yılında çıkarılan intifa yasası ile ormanlar, yerli ve yabancı özel sektöre peşkeş çekiliyor. Ormanlar ve orman işletmeciliği özel bir işletme alanı haline getiriliyor.

1937 yılına ait 3116 sayılı ormancılık yasası, “devlet kendi ormanını kendisi işletir” ilkesini getiriyor. Ancak bu türden “ilerici” yasalara konulan “istisna” maddeleri ile, daima olduğu gibi, burada da bu ilkenin uygulaması zamana bırakılıyor. O tarihe kadar verilmiş olan imtiyazların on yıl daha korunabileceği 3116 sayılı yasanın maddeleri arasında yer alıyor.

 

1920 yılında yoksul köylülerin Kurtuluş Savaşı'na katılımlarını sağlamak gerekiyor. Lozan ile birlikte bu gerek, önemini azaltmış durumda.

 

“3116 sayılı Orman Kanununun getirdiği bir özellik de, 80-82. maddeleri uyarınca, ormansız bölgelerde köy ve belediyeler civarında, asgari 50 dekar büyüklüğünde ve mükellefiyet usulü ile ağaçlamalar yapılması idi.” Kurtuluş Savaşı'nın başında köylülerin ormanlardan serbestçe yararlanma hakkı elde etmesiyle başlayan uygulama, on yedi yıl sonra köylülerin mükellefiyet usulü ile orman “yaratma” ile sorumlu tutulmalarına dönüşüyor.

 

İş Yasaları

Talat ve Mustafa Kemal Paşaların mektuplaşması iki liderin karşılıklı olarak birbirini “idare” etmedeki üstün yeteneklerini sergiliyor.

Talat Paşa'nın 22 Kanunuevvel 1919 tarihini taşıyan mektubu

Mustafa Kemal'in cevabı / “gerekirse bolşevikliği de biz yaparız” anlamına geliyor.

Şefik Hüsnü Değmer, 1921 yılında şunları yazıyor: “Sınıfların kaldırılmasına, kolektif mülkiyete ve emeğin egemenliğine dayanan bir devrimden, ülkemizde zarar görmesi ve hoşnutsuzluk göstermesi muhtemel olanlar, ihmal edilebilecek kadar sınırlı bir sınıf halktır. Ne var ki, daha önceden de belirttiğimiz gibi, proletarya diyebileceğimiz emekçilerimiz arasında henüz bir dayanışma duygusu, bir sınıf bilinci uyanmamıştır.

 

Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi tarafından yayınlanan bir çalışmada şunlar yazılıyor: “Türkiye'de yükselen komünist hareketi dağıtmak ve kırmak amacıyla 1920 Ekim başında hükümet tarafından resmi “komünist partisi” kuruldu.” Aynı çalışma resmi partinin “emekçiler arasında İslam ve pantürkizm ideolojilerinin doğuşunu yavaşlatmaya çabaladığını” da belirtiyor."

 

İttihat ve Terakki'nin Ziya Gökalp'i “ideolog”. Rıza Tevfik'i “filozof” yapması gibi resmi Türkiye Komünist Partisi de “yerli” bir Karl Marx buluyor. Başyazarlığını Yunus Nadi'nin yaptığı resmi Komünist Partisi'nin organı Yeni Gün'de bu “yerli” Marx için göz yaşartıcı şu cümleler yer alıyor: “Ali İhsan Bey, Karl Marx'ın dünya tarihi ile ilgili olarak yaptıklarını Türkiye tarihi üzerinde yaptı.

İlhan Tekeli ve Selim İlkin, yaptıkları bir inceleme ile “Kör” Ali İhsan olarak tanınan bu “meçhul” şöhretin yaşam öyküsünü de gün ışığına çıkardılar.

 

Resmi Komünist Partisi'nin kuruluşunu, Türkiye'deki komünizan hareketi kontrol altına almak isteğine bağlamak gerekli. 1920 yılının koşullarında Türkiye'deki komünizm hareketini bastırmak çok zor. Çünkü bolşevizmin prestiji çok yüksek.

 

Mareşal Fevzi Çakmak / “O tarihte Rusların Anadolu'da gizli Komünist faaliyetini kontrol edebilmek üzere, Mustafa Kemal de dahil olduğu halde cümlemiz, mesela Fevzi Yoldaş ismini alarak ve kırmızı tepeli kalpak giyerek bir komünist meclisi yapmıştık. Fakat Ruslar, millet ve vatan hissi ile meşbu bizleri hakiki bolşevik mefkureli saymayarak, Ethem gibi çapulcuları daha ziyade kendilerine yakın gördüğünden yeni faaliyetlere girişmiş ise de, Rus sefiri Upmal aleyhindeki şikayetler ve bu gibi hareketlere karşı yapılan takibat neticesinde, aleni komünist tahrikatına nihayet verilmişti.”

 

1908 yılı işçi sınıfının tarihinde nasıl bir “grevler yıl” olmuşsa, aynı şekilde, 1919-1923 dönemi de işçi hareketinin yabancı sermayeli kuruluşlara ve emperyalizme karşı örgütlenme dönemi olmuştur.

 

İşçi hareketinin olduğu yerde burjuvazi, baskı ve saptırma yöntemlerinin birini, yada duruma göre her ikisini birden kullanma yoluna gidiyor. Kurtuluş Savaşı'nın verildiği bir dönemde işçi ve emekçi yığınlar üzerine yoğunlaştırılacak bir baskının; savaşın şansını tehlikeye düşürmesi kaçınılmaz. Bunun için saptırma yöntemlerinin ön plana çıkması zorunlu. Kurulan Resmi Türkiye Komünist Partisi, bu yöntemin uygulama alanlarından birisi oluyor. Ancak, bunun yeterli olmadığı anlaşıyor. Bazı düzenlemelere ve ciddi vaadlere de ihtiyaç var. Baltalık Kanunu, orman köylülerine yönelik bir düzenleme de vaad oluyor. Ereğli Havzası maden işçilerinin hukukuna dair, 10 Eylül 1921 tarihli yasa, genel olarak işçilere yöneliyor,

 

Burjuvazi hiçbir zaman halk kitlelerinin yardımı olmadan iktidara gelmiş değildir.

İktidara gelinceye kadar, işçi ve emekçilerin desteğini almak için bir takım vaadlerde bulunan burjuvazinin, vaad edilen hakların işçi ve emekçiler tarafından kullanılması ile ürkmesi ve bunları geri almaya çalışması kaçınılmaz oluyor.

 

İşçi ve emekçilerin de desteğini alarak iktidara gelen İttihat ve Terakki, 1909 yılında çıkardığı Tatili Eşgaal kanunu ile sendika ve grev hakkını ortadan kaldırmada çok büyük bir adım atıyor.

Cumhuriyet'in yönetici kadroları, Lozan Antlaşması'nın belirginleşmesi ile iktidarlarını perçinlediklerini düşünüyorlar

Mustafa Kemal'in artık ne geniş halk yığınlarının desteğine, ne de Sovyetler Birliği'nin yardımına ihtiyacı vardır. İktidarını meşrulaştırmış ve kararlı hale getirmiştir.

 

İşçi hareketinin belli liderlerine uygulanan baskı daha sert oldu. Parti lideri Ahmet Salim İstanbul'da öldürüldü; Tevfik Nevzad yurtdışına göç etmek zorunda bırakıdı; S. Faik ve M. Hasip, Anadolu'nun derinliklerine sürüldü.

 

1922 yılının Eylül ve Kasım ayları arasında 300 komünist ve sendika yöneticisi tutuklanıyor.

Ancak tüm bu baskı ve teröre karşın, işçi sınıfı hareketinin kökünün kazınılmadığı anlaşılıyor.

İşçilere ve grevlere düşman bir tutuma sahip olan ve İstanbul'da yayınlanan İkdam gazetesi, Ankara'da İktisat Bakanı Mahmut Esat'ın “grevcilere müsamahakar” bir politika izlediği için istifaya zorlandığını belirtiyor.

21 Ocak 1925 tarihinde kabul edilen Hafta Tatili Yasası, hükümetin, işçileri de düşündüğü izlenimini vermek için atılmış bir adım oluyor.

 

Mart 1952 tarihine kadar, hafta tatili ücretsiz olarak uygulandı. Bu tarihten itibaren yarım gündelik ücrete bağlandı. Yine ilginç: Türkiye'de ücretli hafta tatili, 1960 yılının ilk aylarında, 27 Mayıs'tan hemen önce yasalaştı.

 

1925 yılının 15 Şubatında başlayan Doğu Anadolu'daki Şeyh Sait İsyanı ile 4 Mart tarihindeki Takrir-i Sükün yasası arasında bir önemli kanun daha çıkarılıyor; Aşar vergisinin ilgası.

…aşar vergisi 1920-1923 parlamentosunda tam 28 kez tartışılıyor.

 

Terakki Perver Fırka'yı Mustafa Kemal kurdurmadı. Ancak Takrir-i Sükün düzeninde hesaplaşma zamanının geldiğine Mustafa Kemal karar verdi. Kendisinin liderliğini çok önceden kabul etmemiş olan ne kadar paşa varsa hepsini İstiklal Mahkemesi'nin önüne çıkardı.

 

Terör mahkemesi “büyük paşalar” için idam hükmetmedi. Fakat “büyük paşalar” gerekli hükmü öğrendiler. Bundan sonra korkmasını öğrendiler, Mustafa Kemal'den değil. İsmet Paşa'dan korkmasını öğrendiler.

 

“Yüreğim tıpkı o takip edildiğimi sandığım akşamki gibi kötü, alçak, hızlı atıyor. Gazeteler, İstanbul'da, Ankara'da komünistlerin yakalandığını, İstiklal Mahkemesi'nde yargılanacaklarını, ele geçmeyenlerin de şiddetle arandığını yazıyordu. Ele geçmeyenler arasında ben de varım.” Nazım Hikmet, otobiyografik romanında Takrir-i Sükün'u böyle anlatıyor.

 

Takrir-i Sükün, sola hücum ile başladı.

Takrir-i Sükün düzeninden sonra Türkiye'nin sosyalist hareketi, uzun yıllar değerli aydın sıkıntısı çekti.

Mustafa Kemal, Takrir-i Sükün düzeninin sessizliğinde, 1925 yılı Ağustos ayının beşinde, karısı Latife'den boşandı.

 

Halka Açık Bir Şirket

Ulusal savaş bitince Anadolu tüccarı ilk önce dış ticareti öğrenmeye çalıştı. Halbuki dış ticaret işlerinde İstanbul burjuvazisi çok güçlü idi

Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi. Bu şirketin öyküsü o kadar öğretici ki

Buna, bir “özellik”, Cumhuriyetin bir “eğilimi” demek gerek.

Şirket'e, İttihat ve Terakki damgasını vurmaya imkan yok.

“Şirketin kurucuları arasında 54 milletvekili ve 37 tüccar önemli yer tutmaktadır.”

…şirketin kurucu ortaklarından bir bölümü ise şöyle: İzmir mebusu Yunus Nadi, İzmir tüccarlarından İstanköylü Müftüzade Şükrü Kaya,

Burdur mebusu Soysallıoğlu İsmail Suphi,

Eskişehir tüccarlarından Bölgerzade Mehmet Kazım,

Kütahya mebusu sabıkı tüccardan Nail,

Lazistan mebusu Osman Nuri,

İzmir tüccarlarından Alâiyelizade Mahmud,

Kırşehir mebusu Hoca Müfid,

Diyarbakır valii sabıkı tüccardan Bedrettin,

Zafer ticarethanesi sahibi Yusuf Ziya,

tüccardan Erzurumlu Necip,

Erzurum mebusu Hüseyin Avni,

Bolu mebusu Tunalı Hilmi,

İçel mebusu Haydar Lütfi,

Ziraat ve Ticaret nazır-ı sabıkı Mustafa Şeref,

İstanbul tüccarlarından İmamzade Neşet,

Sivas mebusu Emir Paşa,

İstanbul tüccarlarından Sadıkzade Ruşen,

Ceyhan kaymakamı Cemal,

Polatlı tüccarlarından Tekelizade Mustafa,

Siirt mebusu Mustafa Sabri.

 

Şirketi / 19 Eylül 1922 yılında Ankara'da” kuruyorlar.“

 

Şirket, her yerde iş yapmasına, yaptığı işlerin çoğunu kamu sektöründen almasına karşın, her nedense, zarar etmeye başlıyor.

“muhasebe raporunda görülen durum, şirketin zararına, zarara sebep olanların karınadır”

 

Sanayi ve Tarım Yasaları

Türklerin bankacılıktaki ilk teşebbüsü, 1868 senesinde tesis olunan Emniyet Sandığı ile başlamış ve bu hareketi yirmi sene sonra Ziraat Bankası'nın tesisi takip etmişti.

Cumhuriyet'in tesis edildiği 1923 senesi bidayetinde, Türk sermayesiyle iş yapan yalnız on banka vardı.

Meşrutiyet ile birlikte yalnız grevlerin, yalnız partilerin artmadığı, aynı zamanda, bankaların da artmaya başladığı görülüyor. 1908 hareketine burjuva-demokratik bir hareket gözü ile bakmak için gerekli nedenlerin birisi de bu.

 

Sarraflar, banker oldu. Sonra da bankalar çıktı... Bu bankalar içinde Osmanlı Bankası ön plana geçti.

…faaliyetlerini, imparatorluk ile yaptığı mukavelelerle sürdürdü. Yapılan mukavelelere göre “Osmanlı İmparatorluğu dahilinde Osmanlı Bankası'ndan başka hiç bir müessese banknot ihracı hakkına sahip olmadığı gibi devlet de kağıt para ihraç edemezdi.” Böylece, devlet olabilmenin en doğal haklarından birisi, bir yabancı kuruluşa verilmiş oluyordu.

 

Bağımsızlık savaşını başarı ile sonuçlandıran Türkiye Cumhuriyeti, bir merkez bankası kurma “hakkını”, yabancı sermayeli bir banka ile imzaladığı bir “mukavele” ile alıyor.

 

Gündüz Ökçün, 1923 yılı başında İzmir'de toplanan Türkiye İktisat Kongresi'nin belgelerini yayıma hazırladı.

 

Türkiye'nin en zengin sanayicisi Vehbi Koç, siyasal yaşamının başlangıcını şöyle anlatıyor: “29 Ekim 1919 günü Reis Müftü Rıfat Efendi'nin Başkanlığında Ankara'da kurulan Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti'ne babam da girmişti. O günkü duruma göre 3.000 kuruş maddi yardım da yapmış. Büyüklerimin isteği ile ben de 19 yaşımda bu Cemiyete girdim.”*” Rahat bir dille yazılan yaşam öyküsünde Koç, “Vehbi Efendilikten”, “Koç Beyliğe” nasıl terfi ettiğini de anlatıyor: “1934 yılında 135.000 lira sermayeli bir şirket kurduk ve işe başladık. Bir hayli bir mücadeleden sonra Celal Bayar'ın İktisat Bakanlığı zamanında uygulanan Teşvik-i Sanayi Kanunu'ndan yararlandık, boru bandı gümrüklerinde indirim sağlayarak çıkardığımız malı satmaya başladık. Galata'nın Geseryan, Yarmayan, Hovagimyan, Balıkçıyan gibi meşhur boru tüccarları bir yıllık boru üretimimizi almak üzere bizimle görüşmek istediler. Bizim Çorbacı Vahram Geseryan'ın yanında benim adım “Koç Bey” oldu.”

 

1923 İzmir İktisat Kongresi, sınıflar arasındaki çıkar çatışmasını ve mevcut sınırların bilinç düzeyini göstermesi bakımından pek önemli.

 

Aşar'ın ilga edildiği Türkiye'de, toprak üzerinde, mülkiyet yapısı nasıl?

. Elde edilebilen bilgiler arasında, bir Sovyet kaynağında yazılanlar var: “Birinci Dünya Savaşı'ın başında, tarımsal nüfusun yüzde birini oluşturan büyük toprak sahipleri ve ağaları, tüm işlenebilir toprakların yüzde 39,3'üne sahiptiler; nüfusun yüzde dördünü meydana getiren küçük toprak ağaları ve kulaklar, çiftçiler arazisinin yüzde 28,2'sini ellerinde bulunduruyorlardı; Tarımsal nüfusun yüzde 95'ini sağlayan köylü işletmelere ise işlenebilir arazinin yüzde 34,5'i düşüyordu.” Bu bilgileri veren kaynak şöyle devam ediyor: “Kemalist devrimden sonra Türkiye'de toprak mülkiyeti pek az değişti...

 

Bu bilgilerin doğruluğu ölçüsünde, aşar vergisinin kaldırılmasından en çok kimlerin yararlanacağını kestirmek pek zor olmayacak.

 

Cumhuriyet, 1925 yılından başlayarak tarım kesiminden alınan dolaysız vergileri sürekli olarak düşürdü. Tüm kamu gelirleri içinde bu oran, 1930 yılında yüzde 10'a indi.

Cumhuriyet'in başından itibaren sürdürülen tarım politikasını, bir Sovyet uzmanı, şöyle özetliyor: “Kemalistlerin tüm tarım politikası, bir tek amaca göre düzenlendi: Kulak ve toprak ağası işletmelerini desteklemek ve teşvik etmek ve onların kapitalist gelişmesini sağlamak.”

 

1926 yılında 18 milyon lira olan Ziraat Bankası kredileri, 1930 yılında yüzde elli oranında bir artışla 27milyon liraya çıktı. Ziraat Bankası'nın 1929 tarihli tüzüğüne göre, Banka'dan kredi alabilmek için gayrimenkul sahibi olmak gerekiyor. Bu hüküm, tarımsal kredilerden büyük çiftçilerin yararlanması olanağını hazırlıyor.

Büyük çiftçilere ayrıcalıklar askerlik hizmetlerine kadar uzanıyor:

1924 yılında kabul edilen bir yasa / …arazi minimum büyüklüğü (en az 50 hektar) üzerinde ise çiftçi yardımcıları askerlikten muaf tutuluyordu

 

İkinci Bölüm

Serbest Devletçilik

Aldanan ve Aldatanlar

8 Ağustos'ta çıkartılan bir geçici kanunla askere alınması gereken bir kısım müslümanlar 30 altın karşılığında vatan hizmetinden bağışlanır.

Benzer tasarı yine Hükümet tarafından, bu kez, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunulunca, tartışmalar sırasında, Konya Milletvekili Vehbi Efendi'nin bedel verebilecek zenginlerden bedel alınmaması halinde cepheye gideceklerini sananlara, eğer böyle zannediyorsanız, pek ziyade aldanıyorsunuz” dedi

 

Serbest Fırka deneyimine karşı dürüstçe tutum alanlar var. Açıkça “ne olduğunu bir türlü anlayamadım” diye yazıyorlar. O dönemi çok içinden yaşamış olan Falih Rıfkı Atay, bunlardan birisi: “Devrimci Atatürk, irtica henüz olanca hıncı ile dipdiri iken, bir muhalefet partisinin kurulmasına neden izin verdi? Bu suale hiç kimse doğru cevap veremez. Çünkü hiç kimseye açıkça fikrini söylememiştir…”

 

Fethi Bey öyle bir inanç adamı değil. Yaygın bir deyişle “efendi” bir adam. Ancak “efendi” oluşu, büyük ölçüde, yeteneksizliğinden geliyor.

 

Serbest Cumhuriyet Fırkası

Atatürk'ün hiçbir zaman Cumhuriyet Halk Fırkası'nın ilkelerine karşı çıkan bir partiyi desteklemeyi düşünmediği bütün açıklığıyla belirginleşir, öte yandan Meclis içinde ve dışında gelişmekte olan karşıt eğilimleri, en yakın arkadaşlarından birinin, liderliğini yaptığı bir parti yoluyla denetlemek istediği de açıktır.

 

Serbest Fırka'nın kuruluşu, Yalova'da bir baloda içkiler içilip oyunlar oynanırken “tebliğ” ediliyor.

Serbest Fırka'ya daha çok ticaret burjuvazisi sarılıyor.

Serbest Fırka'nın ömrü kısa oluyor. İlgi görmemesinden değil Tam tersi. Aşırı ilgi gördüğü için kapatılıyor.

 

1931'de yalnız İstanbul ilköğretim öğretmenleri arasında 225 veremli sayılmıştır.

1932'de bir ilkokul öğretmeni yırtık pabuç ve yama tutmayacak kadar bir giysi ile ve yarı aç öğrencilerinin önüne çıkmayı bilim ve haysiyetine hakaret sayarak intihar eder.

 

Bütün öğretmen örgütleri kapanıyor.

 

Birinci Savaşın hemen öncesinden, Temmuz 1914, 1930 yıllarının hemen öncesine kadar, Nisan 1929, İstanbul'da mütevazi bir kişinin zaruri ihtiyaçları için yapmak zorunda olduğu ödeme 17 misli artmıştır.

 

Kadro ideolojisinin temel dayanakları pek basit. Birincisi, sınıfların ve sınıf mücadelesinin yokluğu üzerine.

 

1936 tarihli İş Kanunu, bu kanunla grev yapmak yasaklanıyor. Kanun, sendika kurma hakkı ile toplu sözleşme düzenini tanımıyor.

 

Devletçilik

Burjuva araştırmacıları / gelişmelerin özünü yakalayamazlar.

 

Devletçilik ile yeni kurulan rejimin savunulması arasında bir bağlantı var. Devletçilik, iktidardaki toprak ağası-burjuvazi egemenliğini sağlamlaştırma ve perçinlemede önemli bir adım oluyor.

 

Lozan Antlaşması'na göre Türkiye'nin gümrük vergilerini değiştirme hakkını ancak, 1929 yılında eline geçirebildiği biliniyor.

1929 yılında gümrük bağımsızlığının elde edilmesinden çok önce de Türkiye'de iç fiyatlar, ithal fiyatlarının çok üstünde.

Türkiye ekonomisi / uygulanan fiyat politikası ile iç piyasasında yeni sanayilerini yüksek fiyatlarla koruyabiliyor.

 

Cumhuriyet rejiminin 1930 yıllarında ciddi bir millileştirme politikası uyguladığı yolundaki “cumhuriyet masalı”

Cumhuriyet rejimi / 1930 yıllarında, ticaret, sanayi, sigorta ve bankacılık alanında çalışan çok sayıda yabancı sermayeli şirketin hiçbirisine dokunmadı

Türk parası, Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren sürekli olarak / değer kaybediyor. Bu durum, Türkiye kapitalizminin dış ekonomik ilişkilerde sağlıklı bir çizgide olmadığını gösteriyor.

 

Dünya bunalımının tarım üzerindeki etkisi, tarımsal ürün fiyatlarının hızla düşmesini sağlamak oldu. Bu ise / Türkiye sanayinin pazar sorununu derinleştirdi. Dış ekonomilerde yeni pazarlar bulmanın olanaksızlığında sanayi kesiminin yeni pazarlar bulması ancak kendi kendine pazar yaratmakla mümkündü. Bu ise sanayinin gelişme hızını arttırmayı gerektiriyordu, Devletçilik böyle bir zorunlulukla ortaya çıktı.

 

Cumhuriyet rejimi, 1923-1933 yılları arasında uzun yıllar çalışmış olmaktan dolayı, önemli ölçüde eskimiş ve ciddi tamir ve yenileme isteyen 1687 kilometrelik demir yolunu kamulaştırdı. Kilometre başına, kamulaştırma karşılığı olarak, 85 bin Türk Lirası ödendi. Aynı Cumhuriyet rejimi 1923-1939 yılları arasında yeni olarak inşa ettiği demiryolunun kilometresini 115 bin Türk Lirasına mal etti.”

 

1924 yılında, Türkiye'de 7'si demiryolunda (…) 94 yabancı sermayeli şirket faaliyet gösteriyor.

1929 yılında / yabancı sermayeli şirketlerin sayısı 126'ya çıkıyor.

 

…büyük toprak sahipleri, genel olarak Türk Parasının dış değerinin düşük tutulmasını isterler, / Çünkü böyle durumda ihraç edilebilen tarım ürünlerinin her biriminin karşılığında daha fazla Türk Lirası elde edilir.

 

…genel bir kural olarak, kapitalizmde neyin suistimali ya da kaçakçılığı yapılırsa, o malın sahiplerinin bundan yararlanmamaları düşünülemez. Afyon kaçakçılığından afyon üretenlerin kazanç elde etmemeleri düşünülemez.

 

Ulusal birlik demek, aklı ve şuuru yerinde olan, biri ötekini tamamlayan ve seven, biri ötekinin hakkını ve şerefini kollayan yurttaşların birliği ve beraberliğidir. Bu olmazsa inkılâbın ve istiklâlin koruyucusu olan büyük kütle yok demektir. Bizi dağıtmak isteyecekler, inan ve bilgilerimizin olgunluğundan, ümitlerini kesince, içimize ve aramıza ayrılığın zehrini sokmağa teşebbüs ederler.

 

Tarım ürünleri fiyatları düşüyor; devlet, yardıma koşuyor. Bunlar, devletçilik uygulamasının yapıldığı yıllarda başlıyor ve belirginleşiyor.

 

1933 yılında Türk Ceza Kanunu'nun 201. maddesi değiştiriliyor. Henüz 141 değil. Ceza kanununun 201. maddesinde yapılan değişiklikle işçilerin toplu olarak işlerini bırakmaya teşvik edilmesi suç sayılıyor. Böylece grev için çaba harcamak bile yasak edilmiş oluyor.

 

Türkiye burjuvazisi, hareket ile bilinç arasındaki ilişkiyi çok iyi anlamış durumda. Hareketin, bilince yol açacağı biliniyor. Hareketin, doğru bilinci geliştireceği biliniyor. Bu yüzden, birçoklarının düşündüklerinin aksine, doğru bilinç için verilen mücadele, aynı zamanda doğru hareket için verilen mücadele oluyor.

1930 yıllarında Türkiye burjuvazisi, önceliği, işçi sınıfı bilincini dağıtmaya ve gelişmesini durdurmaya veriyor.

Kadro hareketi de buraya oturuyor.

 

141. madde, Türkiye'de teşekkül etmiş veya edecek olan ve maksatları siyasi ve içtimai nizamını bozmaya matuf bulunan siyasi cemiyetleri istihdaf etmektedir.

 

…Ekler…

 

Üçüncü Bölüm

Düzenin Oturması

Kubilay ile Başar

Düzen oturdu. Yerleşti. Bunun için bir şehit gerekti.

“Şehit Öğretmen” deniyor. Hiç alâkası yok. Kubilay'ın şehitliğinin öğretmenliğiyle alâkası yok. Kubilay, öğretmen olarak değil, yedek subay üniformasıyla şehit oldu. Kubilay ne öğretmen, ne de subay olarak şehit oldu. Bir yedek subay olarak öldü.

Şehit kavramı, İslam'dan başka dinde yok. Ölüm yalnızca İslam'da kutsal.

 

Kubilay'ın ölümünden kırk yıl kadar sonra, arkadaşı Fehmi Kubilay'ın bir oğlu olduğunu hatırlıyor.

Nazillide pazar yerinde görevli Belediye Zabıta Memuru Vedat Aktuğ Kubilay bunları söylüyor. Babası, ölerek Cumhuriyetin hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş; kendisi Almanya'da çeşitli işlerde çalışmış. Şimdi Belediye Zabıta Memuru.

 

Doğrusu, burada, gerçeği bulmak pek kolay görünmüyor.

1930 yılı sonlarında da Mustafa Kemal ve İsmet İnönü'ye Kubilay gibi bir şehit gerekiyor. Kubilay şehit oluyor.

 

Kubilay'ın nasıl öldürüldüğü konusunda görgü tanığına dayanan bilgi yok.

Ayağa kalkanların idam sehpasında sallanan ayakları görmeleri için. Düzenin oturması için. Düzenin yerleşmesi için, önce Kubilay, sonra dört Mehmet ile iki Hasan ve halktan bir bölük insan öldüler. Asıldılar. Makyavelli'nin bir bilim haline getirdiği politika bunu gerektirdi.

 

Burjuva iktidarı, kütlesel tabanını köyde ve köylülükte buluyor. Burjjuvazi, iktidarını tehlike karşısında görünce, daha çok “köycü” ve “köylü” oluyor. 1930 yıllarının başındaki durum, bu.

 

Bir rastlantı değil. İşte tam bu dönemde Yaban'ın yayınlanması da rastlantı değil,

Tarih, bütün bilimlerin anasıdır.

 

Yaban'ın çıkışından sonra, bilhassa edebiyatçılar ve estetikçiler arasında, köylüyü tanımak, köy meselelerine köylü gözü ile bakmak, edebiyatta köylünün dilini kullanmak cereyanı doğdu. Bazı aydınlar ise, aydının köylüye öğreteceği şeylerden çok, aydının köylüden öğreneceği şeyler olduğunu görmeye başladılar.

 

Büyük çiftlik sahibi Adnan Menderes, Gazi'nin gezisi ile, Serbest Fırka'dan devir alındı ve Cumhuriyet Halk Fırkası'na il başkanı yapıldı.

 

Kır kesiminde Cumhuriyet Halk Partisi'nin dayanağı, büyük çiftlik sahipleri, pomeşçikler, kırsal dükkan sahipleri ve Türk kulakları, “ağa”, tarafından meydana getirilen üst sömürücü tabaka oldu.

 

Mustafa Kemal, Ecevit'in söylediklerinin aksine, ancak 1927 yılında askerlikten ayrılıyor.

1927 yılında Mustafa Kemal, rejiminin yerleştiğini düşünüyor. Büyük Nutku'nu 1927 yılında okuyor. Samsun'a çıkmak için ayrıldığı İstanbul'a ilk kez 1927 yılında gidiyor.

 

Bir: Cumhuriyet başından beri, 1926 tarihli Medeni Kanun ile hukuki dayanaklarını da sağlayarak, Türkiye köylerinde toprak temerküzünü artırıcı bir politika izledi. İki; Serbest Fırka'nın politika sahnesine getirdiği çalkalanmalar içinde 1930 yılından sonra Türkiye köyüne götürülen her hizmet ve kolaylık orta ve büyük toprak sahiplerine hitap etti. Köy Enstitüleri de dahil, köylü canlandırma gerekçesiyle köye götürülen eğitim kurumlarından önce köydeki güç dengesini kıracak hiç bir girişimde bulunulmadı. Dört: öyle ise, köyü aydınlatacak köy eğitmenleri olarak yetişecek köy delikanlılarının seçimini köye bırakmak demek, köydeki büyük toprak sahipleri ile ağalara bırakmaktan başka bir anlama gelmedi.

 

Ve Darülfünun'da Tasfiye

Turgenief'in kahramanları hep Rus ve Hüseyin Rahmi'nin kahramanları hep Türk; fakat Yaban ile Sinekli Bakkal'ın tiplerinden şüphem var. Yaban'daki köylüler bizim mi? Sinekli Bakkal'daki Hafız Kız, Kanbur, Mevlevi bizim mi?

 

Köy Enstitüleri'nin ürünleri de, 1950 yıllarında, yorganını sırtlayan yoksul köylü gibi kente göçtü.

1960 yıllarında da demokrat köylü ideolojisini ve köylü kültürünü, Türkiye'nin sosyalist hareketine sokmaya kalktı.

 

Kemalist rejim, aydınlara ve başta Darülfünun'a savaş açarak düzenini oturttu.

 

Tonguç ve Menderes

Darülfünun ilga edilip İstanbul Üniversitesi açıldığında, çift saymalar da dahil, 157 öğretim üyesi ve yardımcısı kadro dışı bırakıldı.

Cumhuriyet / 1933 yılında Darülfünun'u ilga etti, muhtariyeti geri aldı ve Baltacıoğlu'nu da üniversite dışında bıraktı.

 

Fay Kirby, Türkiye'deki Köy Enstitüleri'ni Tonguç'a değil Baltacıoğlu'na bağlıyor.

“Baltacıoğlu pek haklı olarak gördü ki, Türk eğitiminin Batı tarihindeki hataları tekrarlamasına lüzum yoktur. Fakat, Batı'nın didaktik edebiyatının inceliklerini yeni öğrenmiş olan zamandaşları, Baltacıoğlu'nu kendini beğenmiş bir eksantrik saydılar.”

 

İsmail Hakkı Tonguç'un dünya görüşünde kesinlikle sınıf kavramı bulunmuyor. Tonguç, dünyaya bir köylü gibi bakıyor. Bütün sıkıntılarının nedenini aydınlarda ve aydınları yönetiminde saydığı devlette görüyor.

Burada kısa bir parantez gerekiyor. Köylünün politik bakış açısının turnusol kâğıdı, aydınlara ve devlete karşıt güvensizlik ve bir ölçüde de düşmanlıktır. Köylüyü peşine takmak isteyen tüm sermaye partileri, aydınlara ve devlete karşı düşmanlığı körüklerler.

 

Eğitim yolu ile köyü canlandıramıyor. “Köylü aydın” yetiştiriyor. Köyü terk ediyorlar. Kente geliyorlar. Kimselerin bilmediklerini sandıkları köyü yazıyorlar.

Önce sosyalist olduklarını düşünüyorlar. Sonra demokrat olduklarını anlayamıyorlar. Köy Enstitüsü mezunları, 1980 ve daha sonraki yılların sosyalist hareketinde Kemalist ideoloji'nin kalesi oluyorlar.

Kemalizm, 1930 yıllarında ve sonlarına doğru ektiği tohumların meyvasını 1960 yıllarında topluyor.

 

…köylünün dünyaya bakışı Menderes'te de var. Hep okumuş düşmanlığı. Sermaye düşmanlığı değil.

Adnan Menderes bir köylü gibi davrandı ve köylüleri arkasından sürüklemesini bildi.

 

Kemalizm, bir korkudan doğuyor. Düzeni yerleştirmek için “ileri” adım atmak gerekiyor. Ayakta kalmak için ilerlemek gerekiyor.

 

Dördüncü Bölüm

Bütünleşme İle Çelişki

Su Başlarını Devler Tutmuş

Sovyetler Birliği'nin dostluk önerisini reddetmek, bunu bir tehdit masalına çevirmek ve böylece Amerika ve Büyük Britanya'ya bağlanabilmek için içerde de yapılması gerekli olanlar var. İçerde en azından bir anti-komünizm dalgası estirmek, komünizm ticaretini canlandırmak gerek.

 

Montrö Anlaşması, Boğazlar Rejimi'ni belirliyor. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nda ve özellikle savaşın son dönemlerinde Montrö Anlaşması'nı ihlâl ediyor. Boğazlar üzerinde Türkiye'nin egemenliğini kâğıda döken bu anlaşmaya, Türkiye sahip çıkmıyor.

 

Toprak talebi masalı ile ilgili olarak hayal gücü en geniş bir kimsenin bile toprak talep edildiğini gösterebileceği bir tek belge, yazışma ya da nota mevcut değil.

 

Toprak isteme gibi, üs isteme masalıda, Amerika Birleşik Devletleri'ni Türkiye ile yakından “ilgilenmeye”, iç ve dış kamuoyunu hazırlamaya yönelik bir çabanın ürünü.

 

Ekonomi Cephesinde

Türkiye'nin yabancı sermayeye kapılarını açmasının sorumluluğu, 1950 yılında seçimleri kazanarak hükümet kuran Demokrat Parti'ye yüklenildi.

ürkiye'nin yabancı sermayeyi daveti bir önemli politika haline getirmesi 1947 yılına ait bir gelişme.

 

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, hisselerinin bir bölümü özel kişiler ve yabancı bankalara ayrılmış bir anonim ortaklık olarak kuruldu. Bu yabancı bankalar içinde de Osmanlı Bankası yer alıyor.

Türkiye, “Devlet Bankası” kurarken yabancı sermayeye pay ayıran bir ülke özelliğini taşıyor.

 

Türkiye “selâmeti” Anglo-Amerikan dünyasına bağlanmakta bulunca, yabancı sermaye için kapıları açmak da kaçınılmaz.

 

1960 yıllarının ilk başlarında, Planlama Düzeninin Türkiye'yi kurtaracağı ilân ve iddia edildi.

1940 yıllarında Türkiye'de adı planlama olan bir örgüt yoktu. Buna karşın, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı planlama uygulamasına sahne oldu.

Milli Korunma düzeninin özel sanayicilere yaradığı görülüyor

 

Türkiye'de 1969 yılı itibariyle faaliyette olan büyük özel kesim teşebbüslerinin yüzde 5,40'ı 1930 yıllarında; yüzde 13,12'si 1940 yıllarında; yüzde 40,54'ü 1950 yıllarında ve yüzde 24,70'i 1980 yıllarında kuruluyor.

 

Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den toprak ve üs istediği masalının yaratılmasında başrolü oynayanlardan Feridun Cemal Erkin, yaptığı işleri övüne övüne anlatıyor. Böylece “şecaat arzederken sirkatin söylüyor.” “Varlık Vergisi piçini” anlatıyor. Kendi deyimi ile “Varlık Vergisi piçini” doğuran nedenlerin birisini şöyle tanımlıyor; “Varlık Vergisi'ni doğuran sebepler arasında ırkçılık da yer alır. Alman mektebinden su içen bu çelimsiz nebat o devirlerde her memlekete çeşitli çiçek açmış ve meyva vermiştir.

 

İttihatçılar ne zaman bir iş yapacak olursa karşılarına İngilizler çıkıyor. Varlık Vergisi'nin uygulaması sırasında da böyle oluyor

 

Toprak Mahsulleri Vergisi, unutulan ve unutturulan bir vergi oldu.

1943 yılında çıkarılan 4429 sayılı yasa ile önemli toprak ürünleri üzerinden yüzde 8 ve 12 oranında vergi alınması kararlaştırıldı.

Tabii bu tür işlemlere genellikle güçsüz çiftçiler tabi tutuldu. Çok zaman vergi olarak, küçük ve güçsüz çiftçinin yıllık ürününün çok büyük bir bölümü elinden alındı.

1943 Toprak Mahsulleri Vergisi'nden sonra ise 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Yasası geldi. İkincisi, birincisinin devamı. Sanayi burjuvazisi açısından birisi finansman sorununun çözümüne, diğeri ise pazar sorununun çözümüne doğru atılmış adımlar oluyor.

 

Yeni doğmaya başlayan Demokrat Parti, toprak reformuna karşı oldu. Büyük toprak sahipleri sınıfını kazanarak işe başladı.

Giderek ticaret ve sanayi burjuvazisinin de partisi olmayı becerdiler.

 

Yabancı sermaye, emperyalizmle bütünleşmenin en önemli manivelalarından birisi. Dış politika ve dış ticaret ile bağlanmanın özü de burada. Yabancı sermaye, emperyalist ekonomilerin Türkiye'deki ekonomik üsleri niteliğinde.

 

Politika Cephesinde

Demokrat Parti, Türkiye siyaset tarihinde “dörtlü takrir” adı verilen önerge ile doğdu. Önergenin verildiği tarih, 7 Haziran 1945. Bundan dört gün sonra da 11 Haziran 1945 tarihinde Çiftçiyi Topraklandırma yasası, Meclis'ten geçti.

Dörtlü takriri veren dört politikacı, büyük toprak sahibi Adnan Menderes.

Diğeri, sanat ve Osmanlı tarihi üzerinde değerli araştırmaların sahibi, muhafazakâr görüşlü bir bilim adamı: Profesör Fuat Köprülü. Üçüncüsü, kendisine düşkün bir idareci: Refik Koraltan.

Sonuncusu / tüm siyasal yaşamında ticaret ve sanayi burjuvazisinin en güvenilir adamı olmuş olan Celâl Bayar.

 

Celâl Bayar / ilk basın toplantısında Bayar “Demokrat Parti bir muvazaa partisi olmadığı gibi, bir husumet partisi de değildir” dedi. Ve “devri sabık yaratmayacağız” diyerek güvence verdi.

 

İktidara gelme, hiç bir zaman, tek başına politik beceri sorunu değildir. Nesnel durumlara uygun düşmesi gerek. Nesnel gelişmelerin dönüş noktasını çok iyi değerlendirmek gerek.

 

Adnan Menderes'in akıl hocası Ahmet Emin Yalman idi.

Ahmet Emin Yalman, Menderes'in başbakanlığının ilk yıllarında Malatya'da bir suikasta hedef oldu.

Bülent Ecevit'in akıl hocası Abdi İpekçi / Öldürüldü, öldürülmesi, akıl hocası olduğu Ecevit'in başkanlığına rastladı.

 

Anayasa'ya filler değil yasalar aykırı olur veya olmaz. İki: Irkçılığı cezalandıracak bir kanun maddesi yoktur.

 

Türkiye'nin emperyalist kampta sağlam bir yer tutmak için sürdürdüğü çabaların ilk sonuçlarının alındığı ve Truman Doktrini'nin ilân edildiği 1947 yılında

…utanmazca sürdürülen bir yalanla Türkiye'nin “demokrasi kampına geçtiği” 1947 yıllarında

İçlerinde Alpaslan Türkeş'in de bulunduğu ırkçılar beraat ediyor.

Türkiye Ordusu'nda haksız olarak tutuklananlar sonradan beraat etseler bile, bu tutuklanmanın hükmünden kurtulamıyorlar. En kısa zaman sonra tasfiye ediliyorlar. Türkeş için böyle olmuyor. Daha sonra kurmay subay oluyor. Cuntacı oluyor. Çünkü 1947 yılında Türkiye bir dönüş noktasından geçiyor.

 

Türkiye'de ilki 1946 yılında, ikincisi 1958 ve sonuncusu 1970 yıllarında olmak üzere üç büyük devalüasyon yapıldı.

Birinci devalüasyondan 4, ikinci devalüasyondan 2 ve üçüncü devalüasyondan da 1 yıl sonra hükümetler değişti.

 

1938 yılında Cemiyetler yasası ile “sınıf temeline” dayalı cemiyetlerin kurulması yasaklandı. 10 Haziran 1946 tarihinde aynı yasada yapılan, bir değişiklikle bu yasak kaldırıldı.

 

12 Mart: İhtiyaç ve Lüks

İstatistiklere göre 1960 yılında Türkiye'de 1498 adet buzdolabı yapılıyor.

“Yerli yapım” buzdolabı 1976 yılında beş yüz bini aşıp 572 bin 122 oluyor.

1960 yılına gelirken buzdolabı bir “gösteriş” aracı idi.

1960 yılına gelirken, Türkiye'de, otomobil lüks idi.

Yeni bir anayasanın ihtiyaç olduğu konusunda yaygın bir inanç vardı. Çok zaman geçmedi. On yıl sonra otomobili bir ihtiyaç haline sokmak için ciddi adımlar atıldı. Herkes otomobilin bir ihtiyaç olduğunu düşünmeye başladı.

 

Bir ilke var: İşçi sınıfı kazandığını harcar; sermayedar harcadığını kazanır.

 

…Ekler…

… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder