4 Temmuz 2016 Pazartesi

Stefan Zweig - Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar

Stefan Zweig - Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar
Casanova – Stendhal - Tolstoy

Hölderlin, Kleist ve Nietzsche, kendini gerçek dünyadan olduğu kadar kendi kendinden de soyutlayarak sonsuzluğa doğru atılan trajik bir tabiatın üç değişik şeklini ortaya koymuştur.
Balzac, Dickens ve Dostoyevski ise romanlarının evreni içinde gerçeğin yanına ikinci bir gerçek koyarak dünyayı destanlara layık bir biçimde yeniden inşa eden tipleri canlandırıyordu.
Kendi hayatının şiirini yazan bu üç yazarda izlenen yol ise bu yazarların iç dünyalarına götürmektedir bizi.
Hiçbir gerçek onlar için kendi varlıklarının gerçeğinden daha önemli değildir.

Casanova, kendini anlatmanın ancak ilk basamağını simgelemektedir.
Böyle bir insan, hayatı, maddi zevklere bağlı maceralarla karıştırır.
Stendhal ile psikolojik bir düzeye ulaşırız. Burada benlik kendini merak eder hale gelmiştir.
Tolstoy, manevi içe-bakış, ahlaki ve dinî bir açıdan kendi kendini anlatmakla en yüksek noktasına ulaşmıştır.

Görünüşte her türlü gerçeğin kesin ölçüsü olan hatırlama gücümüz, aslında gerçeğin düşmanıdır.
Hafızanın yaratıcı gücü sayesinde her otobiyografi, ister istemez, insanın kendi hayatının şiiri haline gelir.

Casanova
Tam adı, Giacomo Giralomo Casanova (2 Nisan 1725 - 4 Haziran 1798)

…bu ünlü şarlatan… (s. 3)

Şiir alanında bir asalaktan başka bir şey değildir.
Hayatı boyunca göstermiş olduğu cüret sayesinde imparatorlar ve krallarla sıkı fıkı olmayı başardı…

Casanova hayatı her zaman kolay bir hale getirmenin yolunu bulmuştur.
Ancak herkes ona kapısını kapadığı zaman, güçten düştüğü, asık yüzlü bir ihtiyar olarak çalışmaya sığınmıştır (çalışmak / hatıralarını ve diğer eserlerini yazmak). Söylene söylene hayatını anlatmaya koyulmuştur.

Bütün edebi eseri de bundan ibaret,
Beş roman, yirmi komedi, bir yığın kısa ve uzun hikâye, fıkralar ve tadına doyum olmayan ilginç durumlar ve olaylar bolluğu…

Casanova’nın dehasını gösteren şey hayatı anlatma ve yazma biçimi değil, yaşama biçimidir.

Yalnızca yaşamak için yaşayan, yaratıcı olmayan, zevk almakla yetinen bir kimse hür olabilir ve çılgınca yaşayabilir. Kendisine birtakım gayeler koyan bir insan, güzel maceraların yanından geçip gider. Bir sanatçı çoğu zaman yaşamak fırsatını kaçırdığı şeyleri anlatır. (s. 7)

Birinin şarabı yoktur ötekininse kadehi…
Zevk adamlarının bütün şairlerden çok daha fazla anlatacak şeyleri, yaşanmış tecrübeleri vardır, ama anlatmayı beceremezler. Buna karşılık, yaratıcılar da uydurmak, icat etmek zorundadırlar.

…senin tek şansın insanların budalalığı…

/ John Law, D’Eon, Neuhoff, Cagliostro, Yaşlı Trenck, Saint-Germain ve Casanova /

Onun yaşama biçimi her zaman başkalarının zararına yaşamak ve çarçabuk inananları kandırmak…

Aldanmaktan hoşlanan bir dünya içerisinde aldanan biri olmaktansa aldatan biri olmayı tercih ettiğimi söyleyerek övünmüştür. (s. 29)

Casanova
Yasal bir şekilde dünyaya gelmiştir. Oldukça saygıdeğer bir ailedendir.
Annesi “La Brunella” Dresden Krallık Tiyatrosu’nda emekli ünlü bir şarkıcıdır.
Erkek kardeşi Francesco’nun adını her sanat tarihi kitabında görmek mümkündür
Bütün akrabaları onur verici mesleklere sahiptir.
Klasik dillerde ve Avrupa dillerinde eğitim almıştır.
Matematikte ve felsefede çok başarılıdır.
Venedik’te 16 yaşındayken bir kilisede vaazlar vermeye başladı.
1 yıl boyunca San Samuele Tiyatrosu’nda kemancılık yaptı.
Dansta, eskrimde, binicilikte ve kâğıt oyunlarında çok beceriklidir.
Hafızası benzersizdir.
En yüksek düşünce alanına dokunup geçer ama hiçbir yeteneği, hiçbir mesleği tam olarak gerçekleştirmez.
İnanılmayacak kadar çok şey bilir.
Yaratıcı olabilmesi için gerekli olan irade, kararlılık ve sabırdır tek eksiği…

Görünüş, gerçekten de insanları yanıltır ve yanıltmak ona her şeyden daha çok zevk vermektedir. (s. 33)

Ne kadar çok yetenek var onda!
Casanova kendi isteğiyle bu yeteneklerini har vurup harman savurmuştur ve her şey olabilecek bu adam hiçbir şey olmayı ama hür kalmayı tercih etmiştir.

Akla uygun bir hayat sürmek tabiata aykırıdır.

Başkalarının kendisi hakkında ne düşündüklerini umursamıyor; onların ahlaki engellerini görülmemiş bir kayıtsızlıkla aşıyor.

Hiçbir mevki, hiçbir ülke ona çekici gelmiyor. Hiçbir kadın onu kolları arasında tutamaz.

Psikolojik otopsisi yapılacak olursa ilk önce fark edilecek şey hiçbir ahlaki organının bulunmayışıdır.

Bu mutlu adamın yalnızca şehvet duygusu vardır ve ruhu yoktur. (s. 40)

Kusursuz bir tabiilik ve saflıkla anlatır.

Kendini savunmaya kalkmaz, hiçbir şeyden pişmanlık duymaz.

Kendisi için tutkuyla yaşamak isteyen bir insan, bütün öteki insanların kaderine mantıki olarak, ilgisiz kalmak zorundadır.

Hayatı boyunca tabiat onda hiçbir ilgi uyandırmamıştır.

Pis bir hizmetçi kız, onun için bütün sanat eserlerinden daha değerlidir.

Casanova, yalnızca şehitleri sever.
Şehvet burada bir sanat halini alacak şekilde yücelir.

Ustaca söylenen bir şarkı onu heyecanlandırabilir, bir şiir onu mutlu edebilir, akıllıca yapılan hoş bir konuşma şarabına sıcaklık katabilir.

Casanova hareketlerinden hiçbir zaman sorumlu tutulamaz, çünkü onu harekete geçiren şey kanıdır…

Casanova’yı hareket geçiren şeytani güç,
Can sıkıntısı
İç dünyasının kendini dış olaylarla doldurması, beslemesi gerekir…

Kendi içinde hayatın tabii gerilimi durduğu anda, suni bir gerilim olan kumara veya oyuna başvurur.

Casanova, eski Yunan delikanlılarına benzemez.
Farnese Herkül’ünkine benzeyen omuzları, bir Romalı savaşçınınkini andıran kasları ile bir çingene delikanlısı gibi esmer güzelidir.

Kadın onun için yalnızca en önemli şey değil, yeryüzünde elde etmek isteyecği biricik şeydir.

Bu şehvet oyuncusunun arzu etmek için sevmeye ihtiyacı yoktur.

Bir kadını arzu ettiği zaman hiçbir kuvvet onu durduramaz.
Hiçbir engelden korkmaz.

Semper novarum rerum cupidus / her zaman yeni şeylere istekli…

Casanova’yı kadınlar üzerinde karşı konulmaz hale getiren şey arzusundaki tabiiliktir.
Kadınlar Casanova’daki erkek hayvanı hissederler ve kendilerini ona verirler, çünkü o da kendini tümüyle onlara verir.

Casanova kayıtsız şartsız bir şekilde kendini vermeyi bilir.

Tutkusunun sadakatsizliği içerisinde ama samimi ve içten…

Casanova’nın kadınlarla ilişkisi gerçekten dürüsttür, çünkü yalnızca cinsel aşk ya da şehvet alanında kalır.
Aşkta yalan, her zaman, ancak yüksek duyguların işe karışmasıyla başlar.
Zevke karşı zevk, tene karşı ten verir.

Casanova’nın tutkusu, kadınların kaderini etkileyecek kadar derinlere inmez. Bütün kadınların üzerinde tropikal bir rüzgâr gibi esip geçer…

Don Juan
Hiçbir zaman hiçbir kadına içten bir aşk eğilimi duymamıştır.
Tersine, onu şeytanca bir şekilde kadınlara doğru iten şey, bir erkek olarak duyduğu ilkel nefret veya kindir.
Onları kollarına alması, hiçbir zaman onlara sahip olmak istediği için değil, onlardan bir şeyler koparmak, en değerli şeylerini yani onurlarını ellerinden almak içindir.

Casanova
Yalnızca verme arzusu ile harekete geçmiştir.
Onu bir baştan çıkarıcı olarak değil, etkileyici bir oyunu başlatan biri olarak görmeliyiz.

Casanova’nın yaşama sanatı kılavuzunda tehlikeli bir boşluk vardır: yaşlılık…

…muzip bir aşüfte bu aşk devine öldürücü darbeyi indirdi.
Kadınları baştan çıkarmada o kadar usta olan bu adam, hayatında ilk defa olmak üzere bir kadın tarafından aldatılmıştır. Madrabaz küçük bir fahişe tarafından…

Daha sonra birkaç yıl boyunca Angelo Pratolini imzasını kullanır. Casusluk yaparak hiç tanımadığı kişileri zindanlara göndermektedir.
Bir zamanlar elmas yüzüklerle süslü elleri kirli işlere bulaşır.
Önüne geleni karalamaya başlar, sonunda Venedik hükümeti onu başından savar.

Bütün Avrupa şehirlerinin istenmeyen ve işe yaramaz bir konuğundan başka bir şey değildir artık.

Sonunda Paris’te Kont Waldsein ona sahip çıkar.
Kütüphaneci olarak yanına alır onu.
On üç yıl boyunca kontun yanında kalır.
Hatıralarını ve diğer eserlerini burada yazdı.
1798’de yine burada öldü.

“Yedi yıldan beri hatıralarımı yazmaktan başka bir şey yapmıyorum.
Onu tamamlamak yavaş yavaş bende bir ihtiyaç haline geldi.”

Casanova
Önemli olan şeyin tutulan yol değil yaratılan etki olduğunu göstermiştir.

İnsanı ebedi kılan şey, hayatını yoğun bir biçimde yaşamış olmasıdır.
Bir insanın hayatı ne kadar güçlü ve canlıysa birlik ve tutarlılığa ne derece sahipse, kendi kendini gerçekleştirmede o derece başarılıdır.
Ölümsüzlük için ahlak bir hiçtir.
Hayatı olanca şiddetiyle ve yoğun bir şekilde yaşamak ise her şeydir.

Stendhal
Stendhal kadar yalan söyleyen ve herkesi aldatmaktan hoşlanan pek az yazar vardır.

Daha kapağın üzerinde değişik bir kılıkta görünür size, çünkü Henri Beyle gerçek adını açıkça söylemez.
Stendhal adı küçük bir Prusya şehrinden gelir.
Bir tarih belirttiğinde emin olun ki doğru değildir.

Mezar taşının üzerine bile “Arrigo Beyle Milanolu” yazdırtmıştır.

Stendhal, yalan sevgisinde olduğu kadar, gerçek sevgisinde de aynı cesareti göstermeyi bilmiştir.
Sosyal ahlakın bütün engellerini olağanüstü bir kolaylıkla aşmakta…

Duygularını dikkatle gözlemekte ve hissettiklerini açıkça ve küstahça dile getirmektedir.

Gerçeği keşfetmedeki ustalığını, tamamıyla kendini gizleme bilimine, yalan söyleme tekniğine borçludur.

Onun için önemli olan tek şey, kendisi için ve kendine karşı açık-yürekli ve içten olmaktı. Başkalarına yalan söylemesindeki küstahlığı da buradan kaynaklanıyordu.

Bir zamanlar kendisine karşı samimi olan sonsuza kadar da samimi kalmıştır.

Aynanın karşısında kendisini avutabilecek bir şeyler arıyor.
Şişman ve hantal bir gövde…
Kader işte, bunca yağın ve şişmanlığın altında hapsedilmiş bir kelebeğin ruhunu taşıyor sanki…
Bir pencere mi açıldı, ürperiyor; bir kapı mı çat diye kapandı, bütün sinirleri parçalanıyormuşçasına yerinden sıçrıyor; kötü bir koku onu bayıltabilir; bir kadının yakınlığı ise allak bullak eder.

Yetenekli kişiler güzellikten yoksun oluşlarını avutacak bir şey bulabilirler.
Bir kadını eğlendirin ona sahip olursunuz.

Henry Beyle, hiçbir savaşa katılmadan bir süvari bölüğüne asteğmen olarak girmiştir.
Nüfuzlu kuzeni Daru, onun işlerini kolaylaştırıyordu.

1803’te sivil hayata döner. Paris’tedir.
Molière’den bir şeyler öğrenebilmek için sık sık Comedie Française’e gider.
Kadınları da, tanımak üzere incelemelerine konu eder.
Comedie Française’ta çalışan bir aktrise ilgi duyar (Louason).

Henry Beyle en çok bir kadın kendisini reddettiği zaman âşık oluyordu.
Louason’u ile birlikte olabilmek için sömürge ürünlerini satan bir dükkânda çıraklık yapar.
Romantik bir insan için idealine çok fazla yaklaşmak kadar tehlikeli bir şey yoktur.

1810-1812
Danıştay üyesi ve imparatorluğa ait eşya deposunun yöneticisi olur.
Bir şarkıcıyı metres edinir.
Hayatı güzelleşmiştir. Parası ve boş zamanı vardır.

Napoleon bir savaşa girer. Rusya yollarındadır Henry Beyle.
Savaş koşullarında bile müzikten vazgeçmiyor.
Savaş ve kış, büyük bir hezimete dönüşüyor.
Yırtık pırtık elbiseleriyle Prusya’ya sığınıyor.

1814-1821
Sivil hayata dönen Henry Beyle Milano’dadır. Savaştan kesin olarak bıkmıştır.
Paris’e çağrılır. Şanslıdır ki cepheye gitmesine gerek kalmadan Napoleon’dan geriye hiçbir şey kalmaz.

Yazı işleri iyi gitmemektedir.
Aşk Üzerine adlı denemesi on yılda on yedi nüsha satılmıştır.
Maddi sıkıntılar içindedir. İntihar etmeyi bile düşünür. Hatta bir veda/intihar mektubu bile yazar. Ansızın arkadaşları odasına gelirler. Masasının üzerinde duran bir kâğıt dikkatlerini çeker; nedir bu? Julien yazısı vardır kâğıdın üzerinde. Stendhal buna yazmak istediğim yeni romanım diye cevap veriyor. Ertesi gün ciddi ciddi bu roman üzerinde çalışmaya başlıyor. Julien ismini silip Kırmızı ve Siyah adını yazıyor. Altına da Stendhal imzasını atıyor ilk defa.

1831
Çok geçmeden Trieste Konsolosluğuna atanıyor.
Ataması onaylanmaz, Trieste yerine Civita-Vecchia’ya atanır.

Üç yıl devam eder bu görevine, ancak Paris’ten hiç ayrılmadan! Bu dönemde Parma Manastırı’nı yazmıştır.
1842
“Bence sokak ortasında ölmenin gülünç bir yanı yok; yeter ki insan bunu bile bile yapmış olmasın.” Notları arasında böyle bir ifade var. Henry Beyle, tam olarak notta yazdığı gibi sokak ortasında yere yığılarak ölmüştür.

1888
Stryenski adlı genç dil profesörü Grenoble’da şehir kütüphanesini karıştırırken tozlanmış bir yığın yazmayla karşılaşır. Bu meraklı bakış sayesinde Stendhal imzalı eserler ilk defa gün ışığına ulaşır.

Henry Beyle’deki yaratıcı ikilik, ana-babasından ona kalan mirastır.
Babası, Chérubin Beyle oğlunun deyimiyle “soysuz” dar kafalı, cimri, taşralı bir burjuvadır.
Henry Beyle, bu babadan fiziksel görünümünü almıştır.
Annesi Henriette Gagnon romantik mizaçlıydı. Müziği seven ten zevklerine meyyal şefkatli biriydi.

Henry Beyle yedi yaşındayken annesi vefat eder.
On altı yaşına geldiğinde evini ve Grenoble’ı terk eder.

Duyguları harekete geçmeden sağlıklı düşünmesi imkânsızdı.
Hayatı değerlendirmesine imkân veren temel şart olarak hayal kurmayı göklere çıkarır.
Kaslarımız nasıl spora ihtiyaç duyarsa ruhi güçlerimiz de aynı şekilde eğitilmeli, egzersizlerden geçirilmeli.

İncelik, çabuk etkilemeyi gerektirir ve sanat için bir nimet bir lütuf olan şey, sanatçı için hemen her zaman bir acı kaynağı olur.

Düşünce hantallığı onu incitiyor. Kalabalıkların ruh tembelliği ona bir kâbus gibi görünüyor.

Kendini-sevme davranışını hiçbir zaman inkâr etmemiştir.
Kendini dünyanın merkezi olarak görmesiyle övünmektedir buna da böbürlenerek bir ad vermiştir: egotizm (ben’cilik).

Stendhal’ın benciliği kimseden bir şey almak istemez.

Çevresinde olup biten şeylerin pek az güvenilir bir tanığı ama kendi iç dünyasının eşsiz bir gözlemcisidir.

Yazarken kendini anlatmaktan ve çoğu zaman da kendini, kendisine anlatmaktan başka bir şey yapmamıştır.

Visse, scrisse, amo / yaşadı, yazdı, sevdi…

Zevk almak onun için yaratmaktan daha önemliydi.
Hayattan zevk almayı bilen bu tutkulu adam için edebiyat olsa olsa kişiliğinin arızi bir ifade şekliydi, temel bir ifade şekli kesinlikle değildi.

On dört yıl boyunca edebiyatı büsbütün unutmuştur. 1814’te parasız kaldığı bir dönemde Haydn’ın Hayatı’nı yazdı. Daha doğrusu bir İtalyan yazardan aşırarak kaleme aldı.
Takma isimler altında herkesi kandırmaktan hoşlanıyor.
Eski süvari subayı kitap yazmayı kendisine layık bir iş olarak görmüyor çünkü Stendhal burjuva değerlerine hiçbir zaman önem vermemiştir.

47 yaşındayken Kırmızı ve Siyah’ı, 51 yaşındayken Lucien’i, 56 yaşındayken de Parma Manastırı’nı yazmaya başladı.

Tutkunun güzelliği ve anlamı ancak aradan belli bir zaman geçtikten sonra yaratıcı bir şekilde açıklanabilir.  (s. 192)

Gerçek bir tahlil, tutkuyu aşmış olmayı gerektirir.

Tesadüfen keşfettiği bir şeyi sonuna kadar götürme zahmetine hiçbir zaman katlanmamıştır.

İnsanı tanımak için, kendini tanımak yeter. İnanları tanımak için de onlarla temas kurmak gerekir.

Annesinin ölümünden sonra çevresinde soğukluktan başka şey görmez olur.
Duygularını saklama ve örtbas etmek zorunda kalır.

Stendhal’da nesneler, ancak kendisi üzerinde bir izlenim bıraktığı sürece gerçeklik kazanıyor.

Tolstoy
Sağlık ve kuvvetle dolup taşıyordu.
Bakışları çelik gibi sert…
Bütün dünya da onun parıldayan ününün karşısında saygıyla eğiliyordu.
…bir gün, bir mektubunda; “tam bir mutluluğa ulaşmış bulunuyorum” dedi ve hayata bakışı alt-üst oldu.

Birdenbire neşesini yitirdi.
Ne oldu?
Hiçbir şey!
Tolstoy hiçlikle karşılaştı.
Nesnelerin ardındaki hiçliği fark etti.

Bir insan bir kere gözlerini bu uçuruma dikti mi bir daha başka yöne çeviremez.

54. yaşında, hiçliğin, insanlığın ortak kaderi olduğunu fark etmişti.

Ölünceye kadar geçen 30 yıl boyunca hayatın anlamını kavramak için yaşamıştır.

Bir balık gibi yüzer, bir kazak gibi at biner, demir gibi sağlamdır…
67 yaşında bisiklete merak saldı, 70 yaşındayken paten kayardı, 80 yaşındayken beden eğitimi egzersizleri yapardı.

Müzik onu çok şiddetli bir şekilde etkilemektedir. Müziğin üzerindeki etkisinden korku duyardı.

En büyük tutkusu avdı.

Tolstoy’daki ölüm korkusu, hayat dolu oluşu gibi insan-üstüdür.

Ölümü kabul etmek zorunda kalıyor.

“Yaratmanın verdiği zevkten başka gerçek bir zevk yoktur.”

Sanatı her zaman için objektif, pozitif, açık ve seçik, insani bir sanat, günlük hayatın ışığıyla aydınlanan bir sanat, potansiyel halde olan bir gerçek olarak kalacaktır.

Tolstoy, eserlerini bir şair olarak yazmamıştır; gerçek olan şeyleri anlatmakla yetinmiştir.

İkinci döneminde hayatı tasvir etmekle kalmıyor, bilinçli bir şekilde sanatı için bir anlam, ahlaki bir görev arıyor.

“İnsanın hayatındaki en önemli olay benliğinin bilincine vardığı andır; bu olayın sonuçları en büyük iyiliğe de yol açabilir en korkunç şeylere de…”

Hayatın manevi akışı içerisinde her tehlike bir lütuf, her engel bir yardım ve insanı kurtarabilecek bir uyarıcıdır.

Şüphelerinin balta girmemiş ormanı içerisinde bir yer açabilmek…

Tolstoy inancı öğrenebilmek için köylülerin, halkın yanına gidiyor.
Tanrının halkı sayesinde diyor Tolstoy, zekaları zayıf olan, alabildiğine bir alçakgönüllülükle safi bir şekilde kendilerini işe veren bu insanlar sayesinde “doğru” olan hayatı öğrenebiliriz…

Böylece köylülerin arasında yorulmak nedir bilmez bir gayretle çalışmaya başlıyor.

Ruh sadeliğinin sırrı öğrenilemez.
Dostoyevski: “Levin gibi adamlar, istedikleri kadar uzun bir süre halkın arasında kalsınlar, hiçbir zaman halktan biri olamazlar.”

“Tanrım bana sadelik ve basitlik ver” demek, göğsümüzde hemen alçakgönüllülüğün gümüş dalının çiçeklenmesi için yeterli değildir.

Düşünceye karşı zora başvurmak, güneşi balçıkla sıvamaya benzer: Güneşin ışıklarını neyle örtmeye çalışırsak çalışalım, her zaman üste çıkacaklardır.

Tolstoy için her türlü eşitsizlik mülkiyetle başlar.

Mülkiyeti elde edebilmek için olduğu kadar, sahip olunan şeyleri arttırmak ve onları savunmak için de şiddet zorunludur.

Yalnızca mülkiyeti korumaya yarayan bütün bu baskı sistemlerini devlet yaratmıştır.

Her türlü otoritenin yok edilmesi… Tolstoy bir ömür boyu tutkulu bir şekilde bu davaya hizmet etmiştir.


“İtiraf”
Sanki Cebrail’in müjdesine benzeyen bir habermiş gibi inançlı gençliğin başını döndürdü.
(Eser) dünyanın bugünkü düzeni haksızlıktır, ahlakdışıdır diyordu.

Varını-yoğunu karısının ve ailesinin üzerine geçirdi.
Sadaka dağıttı,
Tolstoy mesajına canlılık verecek şeyin sözler değil yalnızca olgular olduğunu, propaganda için verdiği örneklerle yetinmeyip büsbütün değişmesi gerektiğini anlıyor.

Tolstoy’un zayıflığı;
İlkelerini koyduğu radikalizmi kendi hayatında gerçekleştirmeyi başaramadı…

28 Ekim 1910
Geceliğinin üstüne paltosunu giyiniyor ve evden çıkıp gidiyor.
Gazeteciler peşine düşüyor.
Tren sınıra geldiği zaman bir memur onu nezaketle selamlıyor ve geçmesine izin vermiyor.

Küçük bir tren istasyonu olan Astapova, onun son durağı oluyor.
Birkaç geceyi istasyona ait küçük bir odada geçiriyor, lüks ve konfordan çok uzakta.  Yanında kızı ve doktoru vardır. 7 Kasım’da orada ölüyor.
---
Türkçeleştiren: Ayda Yörükân
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

4. Baskı, Haziran 1995

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder