Modernleşme Bağlamında Din ve Sekülerleşme
Batıda, 16. yüzyılda Rönesans düşüncesiyle
başlayan, 17. yüzyıl Kartezyen felsefe ile gelişen, 18. yüzyıl Aydınlanma ve
19. yüzyıl pozitivizm anlayışlarıyla doruk noktasına ulaşan kültürel oluşuma
genelde modern kültür (veya modern Batı Medeniyeti) adı verilmektedir.
Modern öncesi ve dışı kültürlerde herhangi
bir şey, olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi düşünülüyordu. Merkezde Tanrı
vardı. Modern dönemde merkezde insan vardır. Şeylerin nasıl olması gerektiğine
de o karar verir.
DİNİN
MODERNLEŞMESİ SORUNU
Modern din, kamusal alandan özel alana
çekilmiş, dolayısıyla da kurumsal yapılarından vazgeçmesi istenen bir din anlayışıdır.
Mümkün olduğunca başkalarıyla paylaşım alanları azaltılmış kişisel bir insan-Tanrı
ilişkisi sistemidir.
Modern kültür bu gelişmeyi içselleştirip meşrulaştırabilmek
için özellikle modernleşme kuramları çerçevesinde bir seri teori üretti. Bu
kuramlar dinî hiçbir yerde işin içine sokmadan toplumların dönüşümünden söz
ediyor, hemen her şeyi kaldırdıkları ilahi iradenin yerine konulmuş bir evrimle
açıklıyorlardı.
P. Berger, modernleşme kuramları bireyin yaşam
alanlarını çoğul hâle getirerek bütün kesinlikleri yıkmaya çalışıp, ortaya çıkan
bu çoğulculuğun da dinin yaşama ortamını ortadan kaldırdığını ileri sürer. Çoğulcu
bir ortamda gruplar kendini var kılabilmenin mücadelesini veriyorlar ve bu da
sekülerleştirici bir sürecin yaşanmasını sağlıyordu.
MODERN
DİN ANLAYIŞINA TEPKİLER
Fundamentalizm: Sözlük anlamı köktenciliktir. ABD de 19. yüzyıl sonlarında
modern kültüre karşı ortaya çıkan bir Hristiyan hareketin adıdır. Zamanla
bir çığ gibi büyüdü ve 1920’li yılların sonunda uluslararası Fundamentalizm
kongreleri düzenledi. Bu gün Amerika’da Fundamentalist Hristiyan sayısının 80
milyon civarında olması hareketin ne kadar etkin olduğunu göstermektedir.
Gerçekten de fundamentalizmin doğrudan siyasal
olmayan bir dizi talebi vardır.
Ne var ki ABD de devlet, “devlet
Hristiyanlaşsın, dinî hukuk yürürlüğe konsun” gibi yaftalarla fundamental
hareketi kirletmiş ve siyasal bir hareket olarak ilan etmiştir. ABD’de dinin sınırı,
sınaî kapitalist yapıya ters düşmediği yere kadardır.
Kavram zamanla bütün dinî gelişmeler ve bu
arada İslam için kullanılmak istenmiş, bir dönem İslam fundamentalizmi çok ciro
yapan kavramlardan birisi hâline gelmiştir.
DİN
VE GELENEK İLİŞKİSİ
Batı’da başından itibaren bir kurtuluş yolu
olarak anlaşıldığı için gelenek (tradition) sıklıkla dinin yerini almış, kutsal
kitap dâhil her dinsel olan şey bir gelenek olarak var olmuştur. Dolayısıyla
dinin kendine has bir otantikliğinin de anlamı olmamıştır. Batıdaki fundamental
akımların dini değerleri gelenek başlığı altında savunmaları biraz da bu
nedenledir.
Batının religion dediği ve bizim din olarak
çevirdiğimiz kavram aslında geleneğin karşılığıdır. Doğu’da bu anlamda bir dinî
gelenek söz konusu değildir. Budistlerin Dharması, Taocuların Tao’su, İslam’ın
ed-Din’i birer dindirler.
Gelenekçi olarak bilinen Nasr ve Guenon
gibi düşünürlere göre din geleneğe dayanır
ama insanı Allah’a bağlayan daha asli ve daha sahih (otantik) bir bağdır. Yine
gelenekçi çizgide yer alan Frithjof Schuon’a göre din gelenekten değil, gelenek
dinden doğar.
Ülgener’in de belirttiği gibi dinden doğan
veya toplumsal ihtiyaç gereği ortaya çıkan nice olgu zamanla dinin de pekiştiriciliğiyle
bir gelenek hâlini alabilmektedir. Ama buna rağmen unutulmamalıdır ki din gelenekle
özdeş değildir.
Guenon-Nasr çizgisine göre gelenek asıldır,
özdür; onun için bu alan dinler arası ortaktır. Şeriat, Talmut, Manu, Terevada
zahiri olguları dinî; Tasavvuf, Kabbala, Advaita, Mahayana gibi batıni olgular
ise geleneği temsil etmektedir.
Din de sürekliliğini gelenekleşebilmeye
borçludur. Burada problem, geleneğin din yerine konulmasında kendini gösterir.
Bir din, yapı veya değer olarak geleneğe indirgendiği zaman yanlış olur. Çünkü gelenek nasıl algılanırsa algılansın doğası itibarıyla
dünyevi bir şeydir. Ama din aşkın bir kökene sahiptir. Genelde geleneğin
süreklilik sağlayıcı bir zihniyet mekanizması, dinin ise onun içinde şekillenen
bir değerler sistemi olduğunu düşünebiliriz.
İslam dünyasında geleneğe farklı uçlarda
yaklaşımlar vardır. Mesela Ali Şeriati “Gelenek alt edilmeden İslami hiçbir
sorun çözülmez” derken, S. H. Nasr “Geleneğin dışında istikametimizi gösterecek
hiçbir şey yoktur” demektedir. İlkece ikisi de doğru olmakla birlikte, birisi
pratikten hareketle yapıya, diğeri teoriden çıkışla değersel işleve bakmakta ve
tek yönlü kalmaktadırlar.
GELENEKSEL
DİN OLGUSU
Geleneksel din kavramı kategorik bir durumu
ifade etmektedir. Özellikle 19. yüzyıl sonrasında dinin modern kültür ortamlarında
yorumlanmasıyla ortaya çıkan anlayışın karşısına dikilen bir din olgusudur.
Ali Şeriati gibi devrimci çizgideki İslamcı
düşünürlere göre geleneksel din (İslam), mutlak atmamız gerekli bir tortudur.
Batı’da Hristiyan dünyasında hayli geniş
bir çevreye ve sözgelimi Evanjelist bir kesime göre geleneksel din asıl dindir.
Dinin modern algısı onun yozlaştırılması demektir. Buna karşılık İslam dünyasında
geleneksel din/İslam, genel kabul görmüş bir din anlayışı değildir.
Selefi anlayış köklere bağlı kalmayı öneren
ama bu kökleri dine nispet edilen gelenekte değil, kutsal metinlerde ve ilk
dönem uygulamalarında gören bir yaklaşımdır.
İSLAM
VE SELEFİLİK
Doğu toplumlarının Hıristiyan Batı
karşısında geri kalması üzerinde kafa yoran din adamlarının bir kısmı sorunun
İslam’dan kaynaklanamayacağını, geri kalmışlığın nedeninin İslam’ın yanlış
anlaşılmasından kaynaklandığını düşündüler. İslam, tarih boyunca batıl ve
hurafeler yüzünden bu hale gelmişti. Bu
durumdan çıkmanın yolu da İslam’ı yeniden anlamaktı.
Modern İslam tezini savunan bir gurup toplumsal
gelişmelere ayak uyduramayan İslam’ın bu çıkmazdan kurtarılması için Batı
değerleriyle İslam’ı uzlaştırmayı önerdi. İslam’ın akla önem veren ve
ilerlemeyi savunan bir din olduğu yolundaki söylemler Modern İslam tezinin en
gözde argümanlarıdır.
Bu eğilim özellikle Batı ile ilişki hâlinde
olan Mısır ve Hint alt kıtası Müslümanları arasında yaygınlık kazandı. Yaklaşım
bu hâliyle dünyevi tarafı ağır basan, pratiğe yönelik fonksiyonel bir anlayıştı
ve dinden daha çok toplumsal gelişme kaygılarını taşıyordu.
Modern İslam tezlerine karşı geleneksel
kanat, İslam toplumlarında görülen eksiklikle belli bir perspektifin
yargısıdır, İslam’ın modernite açısından yorumlanmasından dolayı böyle
eksiklikler kurgulanmaktadır. Gelenek taraftarlarına göre sorun birikimde, onun
kullanılmaması veya yanlış kullanılmasındadır.
Selefiyecilik, sözlük anlamı itibarıyla
daha öncekilerin yolunu izlemek anlamına geliyorsa da, bu öncekiler, bütün bir
geleneği içine almamakta, tarihsel birikimi atlayarak dinî ilk uygulamalardan
alıp getirmeyi teklif etmektedir. Hatta buna bir dönem “Asrı Saadete” (Hz.
Peygamberin mutlu zamanına) dönüş” adı verilmişti.
MODERN
TOPLUMLARDA DİN
Modern toplum, bireyin yalnızlaşması ve
kitleselleşme, hareketlilik, her sosyal sektörün yüksek derecede örgütlenmesi,
dünya görüşü sistemlerinin çoğulculuğu, oturma ve çalışma yerlerinin ayrılması,
kentleşme, sosyalleşme, tabiat ve toplumun yönetilebilirliği, kısaca bilinçli
olarak yürütülen değişme gibi bir düzineye yakın özellikler taşıyan toplumdur.
Modern toplumlarda dinin iki sosyal algılanış
düzeyi vardır. Genel olarak bir kimlik görevini yerine getirme, dinî pratiklere
bağlı olarak bir din cemaatinin üyesi olma. İkinci
boyut örgütselliği ve özel olarak da eylemsel davranışları gerektirmektedir.
Modern yapılanmaya bağlı olarak zayıflayan kısım da genelde bu boyuttur.
Modern toplumun üretim süreçlerinin dine
ihtiyacı yoktur; çabası ve hedefleri maddeyle sınırlıdır. Pozitivist düşüncenin
dinin sanayileşmeyle birlikte ortadan kalkacağı tezi karşılık bulmamış aksine
din, gündelik hayatın hemen her alanında kendini göstermeye devam etmiştir
(dinî görüntünün plajdan dahi geri kalmamasını dünyevileşme süreci olarak
okumak gerekir).
Modern kültür ortamında dinî kimliklerin
şekillenmesinde küçük dinî cemaatlerin önemi (ve de sayıları) artmaktadır.
DİNİN
SEKÜLERLEŞMESİ SORUNU
Seküler sözcüğünün, Latince sexus
(cinsellik)’ten geldiği ve evlenip dünya ile de ilgilenebilen ruhban anlamı taşıyan
seculer’in zamanla aldığı biçim olduğu söylenebilir. Türkçeye çevirisi de
dünyevileşme olarak yapılmaktadır.
P. Berger’e göre günümüzde dinlerin mutlak
dünyevileştiğine ilişkin yaygın kanaat, bir grup Batılı seküler enternasyonal
aydının ısrarla sürdürdüğü tezlere dayanmaktadır.
Modern kültür, kadim kültürden farklı
olarak evreni din ve dünya olarak iki farklı kategoriye ayırır. Dolayısıyla iki
farklı anlam alanı vardır. Kişi hangisine yakın ise diğerine olan mesafesi
artar. Böylece din hayatı ve dünya hayatı arasında asetik bir gerilim ortaya
çıkar. Bu gerilimin dünya lehine çözümlenmesi (bunu genellikle akıl yoluyla
başarır) sekülerleşme olarak telakki edilir.
Din ve dünya ilişkisini anlatmada kullanılan
bu kavramların tarihî dördüncü yüzyıla kadar iner. Bu tarihlerde Hristiyanlığın
yegâne temsilcisi olan Katolik mezhebine göre tüm insanlar ikiye ayrılıyorlardı:
Müminler ve paganlar.
Müminler de kendi arasında Klerje ve
laikler olarak ikiye ayrılıyordu. Klerje, din
adamı ruhban demekti ki işi din ve mabet hizmetleri olan, kendini Tanrıya adamış
kimselerdi. Laikler ise din adamı olmayan bütün müminlerdi. Laik kavramının
yüzyıllarca din dışılıkla hiçbir ilişkisi olmadı, 18. yüzyıla kadar rahip olmayan
Hristiyan anlamında kullanıldı.
Klerje de kendi arasında ikiye ayrılıyordu:
Regülier ve seküler. Batı dillerinde kurallı, düzenli anlamına gelen regülier,
burada da etimolojik anlamıyla uyumlu olarak, bütün işi düzenli bir biçimde din
hizmetleri olan din adamı demekti.
Kerjenin seküler tipi, dinî hizmetlerinin
yanında dükkânını çalıştırır, bağ ve bahçesiyle ilgilenirdi.
18. yüzyıldan itibaren bu kavramlardan
özellikle sekülerlik ve laiklik, tarihî niteliklerinden farklı anlamlar kazanmışlardır.
Bunlardan laiklik, yükselen ulus devletleri kilise karşısında otonom hâle
getirip korumak üzere, siyasetin din dışılığı anlamında yeniden konumlandırılmış,
sekülerlik ise genel bir kültürel dünyevileşme ilkesi olarak alınmıştır.
Sorun, din ve dünya ikilemi olarak ortaya
yanlış konmuştur. Guenon’un da belirttiği gibi “din alanı”nın dışı veya karşıtı
“dünyevi olan” değil, din dışı veya din karşıtıdır. Yani dünyevi ile din dışı
aynı anlamda değildir.
SAKRAMENTALİZM
(KUTSALLAŞTIRMACILIK) SORUNU
Kavramın merkezinde yer alan kutsal
(sakrament), genel olarak varlığı tartışma dışı olan uyumsuzluk hâllerinde ise cezai yaptırımlarla korunan, aşkın
fakat kuralsal bir olgudur.
Sosyolojide kutsal üzerinde en çok duran düşünürlerden
birisi olan Durkheim, bu kavramla dinî açıklama bağlamında ilgilenmiştir.
Weber ve izleyenlerinin öne sürdüğü bir
teze göre insanlığın başlangıçlarında pek çok nesne kutsallığın kapsamı içinde
idi. Zamanla pek çoğu kutsalla bağlarını kopararak dünyevileşmiştir.
Kutsallık sürecinde birer unsur olarak
zaman ve mekânın önemli bir yeri vardır. Eliade’ye göre dinî kutsalda insan,
“merkezdeyim” diye düşünür; modern tavırda ise “ben merkezim” diye ilan eder.
Dinî kutsal mekânın merkezinde çoğu kere bazı şehirler ve özellikle orada yer
alan mabetler vardır.
Nakıp el-Attas’a göre, İslam’ın yegâne
sorunu dünyevileşme değil, aynı zamanda gereksiz kutsallaştırmalardır.
---Din ve Toplum
Editör: Prof. Dr. Yasin Aktay
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın no: 2991
Kasım 2015, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder