Temeller ve Tanımlar
Thomas Hobbes: “insan insanın kurdudur,”
hâl böyleyken aydınlanma filozoflarının asıl dertleri insanın nasıl olup da
toplum halinde yaşamaya başladığını anlamaktı. Toplumsal yapıyı anlamalıydılar
ki kurmak istedikleri toplumu gerçekleştirebilsinler.
Toplumsallık insan doğasına aittir ve bütün
toplumsal yapıların içinde yönetim ve iktidar ilişkileri vardır. Dolayısıyla
bütün toplumlar siyasaldır. Aile yapısı ve buna bağlı olarak kültür kodları ve bunların
gelecek kuşaklara aktarımı için eğitim uygulamaları, bir arada yaşamanın
getirdiği üretim ve alış-verişten dolayı da ekonomi tüm toplumsal yapılarda
karşımıza çıkar. Din de böyledir.
Marx, sözünü ettiğimiz toplumsal kurumların
temeline ekonomiyi yerleştirir (Altyapı). Ona göre diğer bütün kurumların
yapısını ekonomi belirler (Ekonomi dışındakiler üstyapı der).
Althusser, toplumu ekonomi, siyaset ve
ideoloji ayakları üzerine oturur. Burada da belirleyici olan yine ekonomidir.
DİNİN
SOSYOLOJİK TANIMI
Sosyolojik düşünme ile dinsel düşünme
temelden birbirinden farklıdır. Sosyoloji genel olarak, dinsel davranışların
toplumsal yapılara etkilerini inceler. Dinin tanımı konusunda sosyologlar ortak
bir payda bulabilmiş değildirler.
Kutsal
ve Din Dışı
Durkheim’a göre bütün toplumlar her şeye “kutsal”
ve “din dışı” şeklinde ayıran bir kategorilendirme sistemine sahiptirler. Din
de bir bakıma bu ayırıma dayanır.
Kutsal sayılan nesnelerin kendi özünde bir
kutsallık olup olmaması sosyolojik açıdan anlamlı bir soru değildir. Kutsal olan sembollerin neleri temsil ettiği ve toplum
organizasyonunda bu sembollerin rolleri incelenmelidir. Topluluk/cemaat,
sembolleştirdiği kutsallarla kendi sınırlarını çizer. Bu aynı zamanda o
cemaatin karakterini de şekillendirir.
Cemaat
Din bir anlam sistemi oluşturur. Aynı inancı
paylaşan insanlar dünyaya aynı pencereden bakarlar. Dinin inanç paylaşımının en doğrudan toplumsal sonucu
cemaatleşmedir. Dinî cemaat insanlara bir
kimlik (identity) verirken başkalarından ayrışmayı da (difference) öğretir.
DİN
SOSYOLOJİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Şehristani’nin el-Milel
ve’n-Nihal isimli eseri ile Endülüslü büyük âlim İbn Hazm’ın el-Fasl
fi’l-Milel ve Ehvai ve’n-Nihal isimli eseri bu alandaki en önemli öncü
metinlerdir. Bu eserlerde farklı dinler kendi kavramlarıyla tanıtılırken bir
tür fenomenolojik veya anlamacı din sosyolojisi çabasının ilk örnekleri de
verilmiş, farklı dinlerin inançları kendi kavramlarıyla anlatılmaya çalışılmıştır.
Milel (milletler) dini inanca sahip
toplumları, Nihal ise vahye dayanmayan düşünce akımlarını işaret eder.
Her dinin kendine özgü bir hakikat iddiası
vardır. Bütün dinlerde inanan ve inanmayanlar ayrımı vardır. Yahudilik İsrailoğullarının
dışında kalan insanların tamamını gentile (centilmen sözcüğünün kökenidir fakat
kök anlamı övgü değil sövgüdür) sözcüğüyle niteler.
Hıristiyanlar, coğrafi keşifler çağına
kadar, Yahudi ve Hıristiyan olmayanları pagan olarak kabul ediyordu. Keşifler
çağıyla birlikte birbirinden farklı kültürlerle karşılaşıp adeta çok
geçirdiler. Huzursuz oldular; Bryan S. Turner’ın tespitiyle bu huzursuz
teolojinin etkisi altındaki oryantalizm, özellikle 17. yüzyıldan beri öteki
kültürlerle karşılaştıkça bu yüzden derin bir “ötekilik” algısı oluşturmuştur.
Dinler tarihi alanında hakim bir paradigma
olarak pozitivist yaklaşım dinlerin çok tanrılı, hurafeci bir anlayıştan tek
tanrılı rasyonel bir noktaya doğru evrildiğini anlatır. Hume ise gerek dinler arasında gerekse dinin kendi içinde tektanrı
ve çoktanrı inancı arasında gelgitler yaşandığını belirtir. Hume’un Din Üzerine adlı kitabı din sosyolojisi
için başlangıç metinlerinden biridir.
Sanayi toplumunun birçok dinî inancı aynı
toplumda bir araya getirmesi sonucunda giderek artan bir görecelilik duygusu
dinin hakikat iddiasına karşı sarsıcı bir etki yaptı. Bu atmosferin altında
gelişen pozitivist-ilerlemeci yaklaşımlar yaşanmakta olan gelişmenin ileri aşamalarında
dinin yok olacağını öngörüyorlardı. Sosyolojinin dine olan ilgisi de bu
cenazenin nasıl kaldırılacağı merakına dayanıyordu.
Sosyolojinin kurucusu sayılan Auguste Comte
tarihi doğrusal bir ilerleme mantığı üzerine kuruyordu. “Üç hâl yasası” olarak
bilinen bu kurgusuna göre, Comte, dini “teolojik” dediği birinci hâle ait
görüyordu. “Felsefi” dediği ikinci halde zayıflayarak da olsa ayakta kalmış
olan dinin, geleceğin “pozitif-bilimsel” halinde tamamen yok olacağını
öngörüyordu.
DİNİN
KÖKENİNE DAİR SOSYOLOJİK TEORİLER
Auguste Comte din olgusunun insanlar
tarafından uydurulduğunu söyler. İnsanlar nedenini açıklayamadığı (yıldırım,
deprem vs.) olguları cevaplayabilmek için dini uydurmuşlardır. Camte, bu
önermeden yola çıkarak, geleceğin dünyasında bilimin her soruya cevap
vereceğini ve bu nedenle tanrıya ve dine ihtiyaç kalmayacağını öngördü.
Ludwing Feuerbach da tanrı fikrinin
insanlar tarafından uydurulduğu kanaatindedir. Tanrı fikri, doğa karşısında
güçsüz olan insan içi bir ihtiyaçtır Feuerbach’a göre. Kendi varlığını
mükemmelleştiren insan bu suretle bir tanrı imgesine ulaşmıştır.
Feuerbach’ın önermeleri sosyoloji için olduğu kadar antropoloji için de
önemlidir.
Marx’a göre din bir üstyapı kurumu olarak insanlarca yaratılmış
bir olgudur. Dini bir tür afyon olarak telakki eder.
Durkheim, dinin kökenini araştırırken saha
çalışmalarına yönelmiştir. İlkel kabilelerdeki din olgusunu gözlemleyerek dinin
ortaya çıkışı sorusuna cevap bulmayı umdu. Durkheim da dinin insanlar
tarafından toplumsal ihtiyaçlara cevap vermek amacıyla uydurulduğu görüşüne
dayanır.
DİN
SOSOYOLOJİSİ VE DİNÎ SOSYOLOJİ
Toplumlarda paylaşılan belli bir kutsallık
inancı ve bu kutsallık etrafında paylaşılmış bir uygulamalar alanı varsa
sosyoloji için ilgiye veya kayda değer bir din olgusu da var demektir.
Sosyolojinin görevi paylaşılan bu kutsallıkların toplumda ne ölçüde etkili olduğu,
toplumu bir arada tutma veya başka toplumlara dair ne tür algılar ürettiği ve
bu algılardan ne tür toplumsal dayanışma veya çatışmaların ortaya çıktığını
tespit etmeye çalışmaktır.
Dinî sosyoloji, sosyolojiyi dinin veya
belli bir dinin perspektifinden ele almaktır. Buna göre söz konusu dinin nasıl
bir toplum yapısı önerdiği, kurumlar arasındaki ilişkilerin nasıl olması
gerektiğine dair tespitlerinden ziyade önerileri temellendirilmeye çalışılır.
Burada söz konusu dinin içinden, o dinin hakikat iddialarına inanılmış olarak
yola çıkılır.
METODOLOJİ
TARTIŞMASI
Hangi konu olursa olsun, araştırmacının
konuya yaklaşımı ulaşacağı sonucu büyük ölçüde şekillendirir/öngörür. Araştırmacının
sezgisi (buna ön yargı da diyebiliriz) araştırma verilerini ne şekilde
işleyeceğini kodlar.
Marksist bir bakış açısına göre üretim ve paylaşım
ilişkilerine bakarak bu ilişkilerin nasıl bir din kurumu gerektirdiği çıkarsanabilir.
Bir dinin referans kitabından yola çıkarak
o dinin sosyolojisi yapılamaz. Asıl olan o dinin belli bir dönemde belli
insanlar tarafından nasıl anlaşılıp o anlama şeklinden nasıl bir pratik ortaya
çıktığıdır. Bu pratiğin toplumsal değişme
veya gelişmede nasıl bir rol oynadığı da önemlidir.
BİR
SOSYAL FAKTÖR OLARAK DİN
Bir davranışın sosyal sayılabilmesi için başka
birinin davranışına yönelmesi ve başka insanlarla bir etkileşim içinde olması
gerekli görülür.
Farklı dinî inançlar farklı eylem tarzlarını
ortaya çıkarır. Dünyada olup biten her şeyi insana hiçbir seçme gücü
vermeksizin Tanrının yarattığını düşünen insanlarda bir tür kaderci,
muhafazakâr ve sağcı davranış tarzı hâkim olur. Allah’ın
insanlara hem seçme gücü vermiş olduğunu ve yapılan her şeyden de sorumlu tutacağını,
bu sorumluluğu yerine getirmeyenleri de cezalandıracağını düşünenlerden sosyal
hayata daha aktif bir katılım beklenebilir.
KLASİK
SOSYOLOJİK TEORİLERDE DİN
Auguste
Comte: Dini düşünceyi insanlığın
ilkel dönemlerinin ürünü olarak sınıflandırmıştır. Bunun yanı sıra dinin
toplumsal hayattaki rolünü görmezden gelmeyen Comte, bilimsel temeller üzerinde
yükselecek bir insanlık dini hayal etmiştir/kurgulamıştır.
Karl
Marx: Kalpsiz Bir Dünyanın Kalbi
Olarak Din
Marx, toplumsal yapının temeline üretim ilişkilerini
koyar. Dinin de dahil olduğu üst yapılar ekonomiye göre şekillenir. Marx, dinin bireysel değil toplumsal bir ürün
olduğunu ve bu ürünün de yanlış ve aldatıcı bir dünya oluşturduğunu anlatır.
Bu yanlış ve aldatıcı dünya tıpkı ideoloji gibi
egemenlerin çıkarına hizmet eder.
Marx’ın diyalektik materyalizm sisteminde
ortaya konan din ve sosyal değişme ilişkisi özellikle Protestanlığın ortaya çıkışını
da kendi teorik varsayımlarından hareketle açıklar.
Emile
Durkheim: Toplumsal Yapıştırıcı Olarak Din
Durkheim’ın din çalışmaları toplumsal
bütünlüğü hedefleyen bir araçsalcı yaklaşımı içinde barındırır.
Durkheim bütün dinlerin kökeninin bir olduğunu
ve dünyada var olan bütün dinlerin belli bir tarihsel gelişimin değişik
evrelerine göre şekillendiğini düşündü.
Sanayi devriminden önce homojen bir ortamda
yaşayan insanlar ortak anlam bağlamı içerisinde yaşıyorlarken, devrimden sonra
farklı kültürlerden insanlarla bir arada yaşamaya başladılar. Başka bir kültür
atmosferinden gelen insanlar alışılmış ritüellere, inançlara kayıtsız
yaşıyorlardı. Bu durum insanların inançlarına olan bağlılıklarını olumsuz yönde
zedeledi. Durkheim inanca yönelik bu güvensizlik hissine anomi der. Durkheim’in meşhur eseri İntihar,
dinî inançların bu şekilde zayıflaması ile intihar oranlarının artışı arasında
da anlamlı bir ilişkinin var olduğunu bulgular.
Durkheim’in dinle ilgili temel kitabı Dini Hayatın Temel Biçimleri’dir. Bu eserinde
temel varsayımı bütün dinlerin özünün aynı olduğu ve hepsinin belli bir evrim
sürecinde aynı aşamalardan geçerek geliştikleridir.
Durkheim dinin “en temel” biçimleri olarak
“kutsal” ve “kutsal olmayan” şeyler arasındaki ayrımın altını çizer. İlkel insanlar arasında dinin en temel formu olarak
totemizm öne çıkar.
Toplumu bir organizma olarak düşünen
Durkheim’a göre dinin işlevi toplumu bir arada tutmak, toplumu kaynaştırmaktır.
Max
Weber: Motivasyon Olarak Din
Sosyolojinin başlıca rolünü sosyal eylemin
yorumlanması ve anlaşılması olduğunu söyleyen Weber’e göre anlam atfedilen her
eylem sosyal eylemdir. Weber’in birinci önceliği eylemin aktörünü anlamaktır. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda
Marksistlere göre basitçe ekonomik şartların bir sonucu veya türevi olmaktan
ibaret olan Protestan hareketin, aksine kapitalizmin ortaya çıkmasında etkili
olan bir çalışma ve iş ahlakı motivasyonu sağladığını ortaya koyar.
Gerçekliğin
Zihinsel İnşası ve Din (Fenomenoloji ve Etnometodoloji)
Fenomenoloji din çalışmalarında insanların
dünyayı zihinlerinde nasıl ve hangi kavramlarla kurduklarını araştırır.
Gerçekliğin gerçekte ne olduğu değil, o gerçekliğin insan zihnine nasıl yansıdığı
önemlidir.
Etnometodolojinin de temeli fenomenolojiye
dayanır. İnsanların zihinlerine gerçekliğin yansıyan bir görüntüsü vardır ancak
bu görüntülerin her insanda aynı olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Buna
rağmen insanlar sosyal hayatın akışı içerisinde aynı anlam bağlamlarına sahip
olduklarını kabul eder şekilde hareket ederler. Entometodolojinin inceleme
alanı tam da budur: Fenomenolojinin verilerinden yola çıkarak insan
eylemlerinin nasıl anlamlandırıldığını inceler.
---
Din ve Toplum
Editör: Prof. Dr. Yasin Aktay
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın no: 2991
Kasım 2015, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder