7 Mart 2017 Salı

Din ve Toplum: Temeller ve Tanımlar

Temeller ve Tanımlar
Thomas Hobbes: “insan insanın kurdudur,” hâl böyleyken aydınlanma filozoflarının asıl dertleri insanın nasıl olup da toplum halinde yaşamaya başladığını anlamaktı. Toplumsal yapıyı anlamalıydılar ki kurmak istedikleri toplumu gerçekleştirebilsinler.

Toplumsallık insan doğasına aittir ve bütün toplumsal yapıların içinde yönetim ve iktidar ilişkileri vardır. Dolayısıyla bütün toplumlar siyasaldır. Aile yapısı ve buna bağlı olarak kültür kodları ve bunların gelecek kuşaklara aktarımı için eğitim uygulamaları, bir arada yaşamanın getirdiği üretim ve alış-verişten dolayı da ekonomi tüm toplumsal yapılarda karşımıza çıkar. Din de böyledir.

Marx, sözünü ettiğimiz toplumsal kurumların temeline ekonomiyi yerleştirir (Altyapı). Ona göre diğer bütün kurumların yapısını ekonomi belirler (Ekonomi dışındakiler üstyapı der).
Althusser, toplumu ekonomi, siyaset ve ideoloji ayakları üzerine oturur. Burada da belirleyici olan yine ekonomidir.

DİNİN SOSYOLOJİK TANIMI
Sosyolojik düşünme ile dinsel düşünme temelden birbirinden farklıdır. Sosyoloji genel olarak, dinsel davranışların toplumsal yapılara etkilerini inceler. Dinin tanımı konusunda sosyologlar ortak bir payda bulabilmiş değildirler.

Kutsal ve Din Dışı
Durkheim’a göre bütün toplumlar her şeye “kutsal” ve “din dışı” şeklinde ayıran bir kategorilendirme sistemine sahiptirler. Din de bir bakıma bu ayırıma dayanır.
Kutsal sayılan nesnelerin kendi özünde bir kutsallık olup olmaması sosyolojik açıdan anlamlı bir soru değildir. Kutsal olan sembollerin neleri temsil ettiği ve toplum organizasyonunda bu sembollerin rolleri incelenmelidir. Topluluk/cemaat, sembolleştirdiği kutsallarla kendi sınırlarını çizer. Bu aynı zamanda o cemaatin karakterini de şekillendirir.

Cemaat
Din bir anlam sistemi oluşturur. Aynı inancı paylaşan insanlar dünyaya aynı pencereden bakarlar. Dinin inanç paylaşımının en doğrudan toplumsal sonucu cemaatleşmedir. Dinî cemaat insanlara bir kimlik (identity) verirken başkalarından ayrışmayı da (difference) öğretir.

DİN SOSYOLOJİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Şehristani’nin el-Milel ve’n-Nihal isimli eseri ile Endülüslü büyük âlim İbn Hazm’ın el-Fasl fi’l-Milel ve Ehvai ve’n-Nihal isimli eseri bu alandaki en önemli öncü metinlerdir. Bu eserlerde farklı dinler kendi kavramlarıyla tanıtılırken bir tür fenomenolojik veya anlamacı din sosyolojisi çabasının ilk örnekleri de verilmiş, farklı dinlerin inançları kendi kavramlarıyla anlatılmaya çalışılmıştır.
Milel (milletler) dini inanca sahip toplumları, Nihal ise vahye dayanmayan düşünce akımlarını işaret eder.

Her dinin kendine özgü bir hakikat iddiası vardır. Bütün dinlerde inanan ve inanmayanlar ayrımı vardır. Yahudilik İsrailoğullarının dışında kalan insanların tamamını gentile (centilmen sözcüğünün kökenidir fakat kök anlamı övgü değil sövgüdür) sözcüğüyle niteler.
Hıristiyanlar, coğrafi keşifler çağına kadar, Yahudi ve Hıristiyan olmayanları pagan olarak kabul ediyordu. Keşifler çağıyla birlikte birbirinden farklı kültürlerle karşılaşıp adeta çok geçirdiler. Huzursuz oldular; Bryan S. Turner’ın tespitiyle bu huzursuz teolojinin etkisi altındaki oryantalizm, özellikle 17. yüzyıldan beri öteki kültürlerle karşılaştıkça bu yüzden derin bir “ötekilik” algısı oluşturmuştur.

Dinler tarihi alanında hakim bir paradigma olarak pozitivist yaklaşım dinlerin çok tanrılı, hurafeci bir anlayıştan tek tanrılı rasyonel bir noktaya doğru evrildiğini anlatır. Hume ise gerek dinler arasında gerekse dinin kendi içinde tektanrı ve çoktanrı inancı arasında gelgitler yaşandığını belirtir. Hume’un Din Üzerine adlı kitabı din sosyolojisi için başlangıç metinlerinden biridir.

Sanayi toplumunun birçok dinî inancı aynı toplumda bir araya getirmesi sonucunda giderek artan bir görecelilik duygusu dinin hakikat iddiasına karşı sarsıcı bir etki yaptı. Bu atmosferin altında gelişen pozitivist-ilerlemeci yaklaşımlar yaşanmakta olan gelişmenin ileri aşamalarında dinin yok olacağını öngörüyorlardı. Sosyolojinin dine olan ilgisi de bu cenazenin nasıl kaldırılacağı merakına dayanıyordu.
Sosyolojinin kurucusu sayılan Auguste Comte tarihi doğrusal bir ilerleme mantığı üzerine kuruyordu. “Üç hâl yasası” olarak bilinen bu kurgusuna göre, Comte, dini “teolojik” dediği birinci hâle ait görüyordu. “Felsefi” dediği ikinci halde zayıflayarak da olsa ayakta kalmış olan dinin, geleceğin “pozitif-bilimsel” halinde tamamen yok olacağını öngörüyordu.

DİNİN KÖKENİNE DAİR SOSYOLOJİK TEORİLER
Auguste Comte din olgusunun insanlar tarafından uydurulduğunu söyler. İnsanlar nedenini açıklayamadığı (yıldırım, deprem vs.) olguları cevaplayabilmek için dini uydurmuşlardır. Camte, bu önermeden yola çıkarak, geleceğin dünyasında bilimin her soruya cevap vereceğini ve bu nedenle tanrıya ve dine ihtiyaç kalmayacağını öngördü.

Ludwing Feuerbach da tanrı fikrinin insanlar tarafından uydurulduğu kanaatindedir. Tanrı fikri, doğa karşısında güçsüz olan insan içi bir ihtiyaçtır Feuerbach’a göre. Kendi varlığını mükemmelleştiren insan bu suretle bir tanrı imgesine ulaşmıştır. Feuerbach’ın önermeleri sosyoloji için olduğu kadar antropoloji için de önemlidir.

Marx’a göre din bir üstyapı kurumu olarak insanlarca yaratılmış bir olgudur. Dini bir tür afyon olarak telakki eder.

Durkheim, dinin kökenini araştırırken saha çalışmalarına yönelmiştir. İlkel kabilelerdeki din olgusunu gözlemleyerek dinin ortaya çıkışı sorusuna cevap bulmayı umdu. Durkheim da dinin insanlar tarafından toplumsal ihtiyaçlara cevap vermek amacıyla uydurulduğu görüşüne dayanır.

DİN SOSOYOLOJİSİ VE DİNÎ SOSYOLOJİ
Toplumlarda paylaşılan belli bir kutsallık inancı ve bu kutsallık etrafında paylaşılmış bir uygulamalar alanı varsa sosyoloji için ilgiye veya kayda değer bir din olgusu da var demektir. Sosyolojinin görevi paylaşılan bu kutsallıkların toplumda ne ölçüde etkili olduğu, toplumu bir arada tutma veya başka toplumlara dair ne tür algılar ürettiği ve bu algılardan ne tür toplumsal dayanışma veya çatışmaların ortaya çıktığını tespit etmeye çalışmaktır.

Dinî sosyoloji, sosyolojiyi dinin veya belli bir dinin perspektifinden ele almaktır. Buna göre söz konusu dinin nasıl bir toplum yapısı önerdiği, kurumlar arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair tespitlerinden ziyade önerileri temellendirilmeye çalışılır. Burada söz konusu dinin içinden, o dinin hakikat iddialarına inanılmış olarak yola çıkılır.

METODOLOJİ TARTIŞMASI
Hangi konu olursa olsun, araştırmacının konuya yaklaşımı ulaşacağı sonucu büyük ölçüde şekillendirir/öngörür. Araştırmacının sezgisi (buna ön yargı da diyebiliriz) araştırma verilerini ne şekilde işleyeceğini kodlar.
Marksist bir bakış açısına göre üretim ve paylaşım ilişkilerine bakarak bu ilişkilerin nasıl bir din kurumu gerektirdiği çıkarsanabilir.
Bir dinin referans kitabından yola çıkarak o dinin sosyolojisi yapılamaz. Asıl olan o dinin belli bir dönemde belli insanlar tarafından nasıl anlaşılıp o anlama şeklinden nasıl bir pratik ortaya çıktığıdır. Bu pratiğin toplumsal değişme veya gelişmede nasıl bir rol oynadığı da önemlidir.

BİR SOSYAL FAKTÖR OLARAK DİN
Bir davranışın sosyal sayılabilmesi için başka birinin davranışına yönelmesi ve başka insanlarla bir etkileşim içinde olması gerekli görülür.
Farklı dinî inançlar farklı eylem tarzlarını ortaya çıkarır. Dünyada olup biten her şeyi insana hiçbir seçme gücü vermeksizin Tanrının yarattığını düşünen insanlarda bir tür kaderci, muhafazakâr ve sağcı davranış tarzı hâkim olur. Allah’ın insanlara hem seçme gücü vermiş olduğunu ve yapılan her şeyden de sorumlu tutacağını, bu sorumluluğu yerine getirmeyenleri de cezalandıracağını düşünenlerden sosyal hayata daha aktif bir katılım beklenebilir.

KLASİK SOSYOLOJİK TEORİLERDE DİN
Auguste Comte: Dini düşünceyi insanlığın ilkel dönemlerinin ürünü olarak sınıflandırmıştır. Bunun yanı sıra dinin toplumsal hayattaki rolünü görmezden gelmeyen Comte, bilimsel temeller üzerinde yükselecek bir insanlık dini hayal etmiştir/kurgulamıştır.

Karl Marx: Kalpsiz Bir Dünyanın Kalbi Olarak Din
Marx, toplumsal yapının temeline üretim ilişkilerini koyar. Dinin de dahil olduğu üst yapılar ekonomiye göre şekillenir.  Marx, dinin bireysel değil toplumsal bir ürün olduğunu ve bu ürünün de yanlış ve aldatıcı bir dünya oluşturduğunu anlatır. Bu yanlış ve aldatıcı dünya tıpkı ideoloji gibi egemenlerin çıkarına hizmet eder.
Marx’ın diyalektik materyalizm sisteminde ortaya konan din ve sosyal değişme ilişkisi özellikle Protestanlığın ortaya çıkışını da kendi teorik varsayımlarından hareketle açıklar.

Emile Durkheim: Toplumsal Yapıştırıcı Olarak Din
Durkheim’ın din çalışmaları toplumsal bütünlüğü hedefleyen bir araçsalcı yaklaşımı içinde barındırır.
Durkheim bütün dinlerin kökeninin bir olduğunu ve dünyada var olan bütün dinlerin belli bir tarihsel gelişimin değişik evrelerine göre şekillendiğini düşündü.
Sanayi devriminden önce homojen bir ortamda yaşayan insanlar ortak anlam bağlamı içerisinde yaşıyorlarken, devrimden sonra farklı kültürlerden insanlarla bir arada yaşamaya başladılar. Başka bir kültür atmosferinden gelen insanlar alışılmış ritüellere, inançlara kayıtsız yaşıyorlardı. Bu durum insanların inançlarına olan bağlılıklarını olumsuz yönde zedeledi. Durkheim inanca yönelik bu güvensizlik hissine anomi der. Durkheim’in meşhur eseri İntihar, dinî inançların bu şekilde zayıflaması ile intihar oranlarının artışı arasında da anlamlı bir ilişkinin var olduğunu bulgular.
Durkheim’in dinle ilgili temel kitabı Dini Hayatın Temel Biçimleri’dir. Bu eserinde temel varsayımı bütün dinlerin özünün aynı olduğu ve hepsinin belli bir evrim sürecinde aynı aşamalardan geçerek geliştikleridir.
Durkheim dinin “en temel” biçimleri olarak “kutsal” ve “kutsal olmayan” şeyler arasındaki ayrımın altını çizer. İlkel insanlar arasında dinin en temel formu olarak totemizm öne çıkar.
Toplumu bir organizma olarak düşünen Durkheim’a göre dinin işlevi toplumu bir arada tutmak, toplumu kaynaştırmaktır.

Max Weber: Motivasyon Olarak Din
Sosyolojinin başlıca rolünü sosyal eylemin yorumlanması ve anlaşılması olduğunu söyleyen Weber’e göre anlam atfedilen her eylem sosyal eylemdir. Weber’in birinci önceliği eylemin aktörünü anlamaktır. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda Marksistlere göre basitçe ekonomik şartların bir sonucu veya türevi olmaktan ibaret olan Protestan hareketin, aksine kapitalizmin ortaya çıkmasında etkili olan bir çalışma ve iş ahlakı motivasyonu sağladığını ortaya koyar.

Gerçekliğin Zihinsel İnşası ve Din (Fenomenoloji ve Etnometodoloji)
Fenomenoloji din çalışmalarında insanların dünyayı zihinlerinde nasıl ve hangi kavramlarla kurduklarını araştırır. Gerçekliğin gerçekte ne olduğu değil, o gerçekliğin insan zihnine nasıl yansıdığı önemlidir.


Etnometodolojinin de temeli fenomenolojiye dayanır. İnsanların zihinlerine gerçekliğin yansıyan bir görüntüsü vardır ancak bu görüntülerin her insanda aynı olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Buna rağmen insanlar sosyal hayatın akışı içerisinde aynı anlam bağlamlarına sahip olduklarını kabul eder şekilde hareket ederler. Entometodolojinin inceleme alanı tam da budur: Fenomenolojinin verilerinden yola çıkarak insan eylemlerinin nasıl anlamlandırıldığını inceler. 
---
Din ve Toplum
Editör: Prof. Dr. Yasin Aktay
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın no: 2991
Kasım 2015, Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder