7 Mart 2017 Salı

Din ve Toplum: Din ve Siyaset

Din ve Siyaset
DİNLERİN SİYASİ YORUMU
Dinler genel olarak bir ahlak öğretisi vazederler. Bu durum Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi üç din için de geçerlidir. Ahlaki içerik zamanla iktidarı ele geçirmek üzere siyasal olarak yorumlanır.

Hristiyanlıkta Tanrı Devleti Anlayışı
İncil metinleri yönetime mutlak olarak itaat edilmesini vaaz eder. Aziz Augustine İncil’de yer alan ve ilk kuşak Hristiyanlar tarafından kabul edilen yönetime mutlak itaat düşüncesini tersine çevirmiştir. Augustine, Tanrı Devleti adlı eserinde geliştirdiği kilise otoritesi ile devlet otoritesi ayrılığını ifade eden iki kılıç tezini insandaki ruh-beden ayrımına dayandırmıştır. Ruh iyiliklerin, bedense kötülüklerin alanıdır. Beden, şeytani otoritenin, ruhsa ilahi otoritenin kaynağıdır. Buradan hareketle Augustine, insanın aynı anda iki otoriteye bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Bunlardan biri seküler devlet otoritesi, diğeri ise Tanrı devleti otoritesidir. Kilise Augustine’a göre, Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür. İnananlar, kilise üzerinden Tanrı’yla irtibata geçerler. İnsanların kurtuluşu kilise otoritesine teslim olmaktan geçer. Kiliseye itaat birey için olduğu kadar devlet için de bağlayıcıdır. Seküler devletin meşruiyeti kiliseye itaat etmesinden ve bağlı kalmasından geçer. Bu düşünce, Orta Çağ boyunca kilise-devlet ilişkisini düzenleyen ana çerçeve olmuştur. Papa, böylece tüm Hristiyanların ortak siyasi otoritesi haline gelmiştir.

İslam’da Yönetim ve Hilafet Sistemi
Kur’an’da belli bir yönetim biçimi gösterilmemiştir. Bunun yerine yönetime ilişkin prensiplere işaret edilmiştir. Bu prensipler ana hatlarıyla adalet, istişare, liyakat, hakkaniyet gibi ilkelerdir. Yönetici kendilerinden biri olarak Kur’an’da zikredilen prensiplere uymakla yükümlü iken yönetilenler de ona itaat etmekle yükümlüdürler.
Hz. Muhammed’in Medine’ye göçünden sonra Müslümanlar burada yaşayan diğer topluluklarla birlikte ortak bir yönetim oluşturma yoluna gitmiş ve ortak bir sözleşme imzalamışlardır. Medine Vesikası olarak bilinen bu sözleşme Medine’deki yönetimin anayasası niteliğinde olup anayasacılık tarihinde önemli bir belge niteliğindedir.
Hz. Muhammed’in vefatından sonra Müslümanlar arasında Dört Halife dönemi başlamıştır. Halifelerin seçiminde kabileler arasındaki denge dikkate alınmış, halifelerin seçiminde inananların rızası esas alınmıştır. Dört Halife döneminden sonra fiilî olarak saltanat yönetimi baş göstermiştir. Emevi İmparatorluğu’ndan başlamak üzeri sultanlar kendilerini Emirullah veya Zilullah, yani Allah’ın gölgesi veya onun adına yöneten hükümdar şeklinde tanımlamışlardır. Hükümdar öldükten sonra yöneticilik sultanın soyundan birine devredilmiş ve seçim, rıza gibi değerler unutulmuştur.

ULUS DEVLET DÜŞÜNCESİ VE DİN
Feodal sistem güç merkezini dağıttığı için Orta Çağ Avrupa’sında irili ufaklı dört yüz kadar devlet bulunmuştur. Devletlerin otoritesi bir yandan dini aristokrasi, bir yandan da feodal sistemin toprak aristokrasisi tarafından sınırlandırılmıştı. On beş ve on altıncı yüzyıllarda filizlenen ulus devlet düşüncesi bu bakımdan her şeyden önce güçlü bir siyasi otorite düşüncesi etrafında gelişmiştir.
Machiavelli, Prens adlı eserinde kiliseye karşı bağımsız ve toplumuna mutlak anlamda hükmeden bir hükümdar düşüncesini geliştirmiştir. Machiavelli’ye göre çok sayıda küçük devletçiklere bölünmüş olan İtalyan topraklarında İtalyan halkının tek bir otorite etrafında birleşmesinin önündeki en önemli engel Katolik Kilisesi’dir.
Rönesans, Reform ve aydınlanma hareketinin yanı sıra, yeni gelişen ticaret burjuvazisi de güçlü merkezî bir yönetime ihtiyaç hissetmiştir.

Protestanlık ve Ulus Devlet
Ortaçağ boyunca papalar ile krallar arasında iktidar kavgası artarak devam etti. Kilisenin sahip olduğu servet ve şatafatlı hayatı halkın tepkisini çekiyordu. Almanya başta olmak üzere pek çok ülkede kiliseye ödenen vergi tartışılır oldu. Tepkilerin öncüsü olan gurup, dinde reformun gerekli olduğunda ısrar ediyordu. Daha sonraları bunlara protestan adı verildi. Öncüleri de 1517’de protest hareketi başlatan Martin Luther oldu. Luther’in tepkisi sadece ruhban sınıfınaydı, yöneticilerine karşı olumsuz bir tavrı olmadı. Bir başka Protestan lider olan Calvin de Luther gibi sadece kiliseyi hedef aldı.
Protestanların Katolik kilisesinin otoritesine karşı kralın otoritesini savunması, Avrupa’da ulus devletlerin güçlenmesine katkı yaptı. Aynı dönemde çeşitli Avrupa ulusları kendi kilisesini kurmaya başladılar; İngilizler 1558’de Anglikan Kilisesi’ni ilan ederek Katolik kilisesinden tamamen ayrıldılar.

İslam Dünyasında Din ve Ulus Devlet
Avrupa’da ulusal bilinç uyanmaya başlarken İslam âlemindeki güç merkezi Osmanlı Devleti’ydi. Hilafet Osmanlı hanedanında olmasına rağmen, Devlet çok uluslu yapıya sahip olduğu için padişahlar bu unvanı öne çıkarmamıştır. Osmanlı Devleti bünyesindeki milletler kendi din ve kültürlerine uygun olarak yaşamaya devam etmişlerdir. Hıristiyan milletlerin milliyetçilik akımının rüzgârıyla imparatorluktan ayrılmasından sonra İslam birliği düşüncesi gelişme gösterdi. Osmanlı Devleti hilafet makamını kullanarak İslam birliği kurmaya çalışırken imparatorluk içindeki İslam milletlerinin de bağımsızlık istemelerine engel olamadı. Nihayetinde Osmanlı Devleti, ulus devlet bilicinin farkına varamayarak tarihe karıştı.

DÜNYADA DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ
Ayrılık İlkesine Dayalı Laik Modeller
Kilise ile devlet arasındaki ayrılık modelinin tipik örneği Amerika’da görülmektedir. Amerika’da devletin dinler arasında tümüyle tarafsız olduğunu ifade eden “pasif” bir laiklik anlayışı gelişmiştir. Amerikan laiklik modeli devleti kiliseye karşı bağımsız kılarken kiliseleri de devlete karşı bağımsız kılmıştır.
Amerika sisteminin belli başlı üç değeri özgürlük, eşitlik ve çeşitliliktir.

Tarihte Hristiyanlığı topluca kabul eden ilk millet Fransız kimliğinin ana unsuru olan Franklar olmuştur. Fransız Devrimi’nden önce Roma Katolik Kilisesi tarafından atanan kardinaller Fransız kralının başbakanı statüsüne sahipti. Halk, Fransız Devrimi’ne kadarki süreçte kilisenin baskısı altındaydı. Bu nedenle Fransa’daki laiklik anlayışı katı ve keskindir. 
Fransa’da din ile devlet arasındaki ilişki 1801 yılından başlayarak yüz yıl boyunca Fransa ile Roma Katolik Kilisesi arasında imzalanan Konkordata göre işlemiştir.
Bu konkordat Ayrılık Yasası’nın devreye girdiği 1905 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. 1905 yılında çıkarılan Ayrılık Yasası ile dinle devlet birbirinden ayrılmıştır. Yasa, başta Katolizm olmak üzere, tüm dinleri, “din” olarak değil “kült” olarak kabul etmiştir. Ayrılık Yasası’na göre devlet okullarında dinî eğitim verilmez. Ancak özel okullar istedikleri müfredatı uygulamakta serbesttirler.

Karma Modeller
İngiltere’de yazılı bir anayasa bulunmamasına rağmen resmî bir din (established reiligion) vardır ve dinin tanıdığı kilise resmî ve hukuki bir statüye sahiptir. 1558 yılında Roma Katolik Kilisesi’nden koparak ulusal bir kilise haline gelen İngiliz Anglikan Kilisesi’nin başı kral veya kraliçedir. Anglikan kilisesi üst düzey görev atamaları bakımdan kraliçeye bağımlı olmakla birlikte ibadet ve doktrinde özerk bir konuma sahiptir.

Yunanistan’da da benzer bir yapı vardır. Yunan Anayasası’nda Ortodoks Hristiyan inancı devletin resmî dini olarak tanımlanmıştır. Yunanistan’da Kilise kanunlarına aykırı bir yasa doğal olarak Anayasaya aykırı olarak kabul edilir. Ortodoks Kilisesi piskoposlardan oluşan Kutsal Kilise Meclisi tarafından yönetilmektedir.

Bir Karma Model Olarak Türkiye’de Laik Sistem
Türkiye’deki karma model Osmanlı’daki din devlet ilişkisine dayanmaktadır. Osmanlı’da din Şeyhülislamlık kurumu üzerinden devletin altında örgütlenmişti. Cumhuriyet Dönemi’nde Şeyhülislamlık yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak din işleri devlete bağımlı hale getirilmiştir.

Teokratik ve Yarı Teokratik Modeller
Teokratik model ile yönetilen iki ülke örneğini Vatikan ve İran oluşturmaktadır. Vatikan 1929 yılında gerçekleştirilen Lateran Paktı ile birlikte bağımsız bir kent devleti haline gelmiştir. 44 hektarlık bir arazi üzerinde yer alan ve 930 vatandaşı bulunan Vatikan Birleşmiş Milletlere üye, bağımsız bir devlet hüviyetindedir.
Vatikan devletinin başı Papa’dır. Tüm Katolikler adına egemenlik Papa’ya aittir. Papa, Kardinaller tarafından seçilerek görev başına gelir.
Vatikan vatandaşlığı Papalığın takdiriyle elde edilen bir statüdür.

İran’da tarih boyunca devlet ile din farklı otoriteler tarafından yönetilmiştir. Devlet mutlak monarşik yapıya sahip olan şahlık tarafından yönetilirken din Hüseyniye Medresesi yapısı içinde ruhani otoriteye sahip olan ulema tarafından yönetilmiştir.
Şah Muhammed Rıza Pehlevi ile babası tarafından başlatılan İran toplumunu batılı değerler üzerinden modernleştirme çabası dinî liderler tarafından tepkiyle karşılanmış, bu tepki zamanla iki otorite arasında kanlı biçimde süren bir çatışmaya dönüşmüştür. Bu mücadelenin sonucunda 11 Şubat 1979’da İran’da İslam Devrimi meydana geldi.
İran İslam Cumhuriyeti’nin yönetim yapısı İran’daki Devrim Anayasası’na dayanmaktadır. Anayasa’ya göre sistemin en tepe noktasında İran’ın dinî lideri bulunmaktadır.
İran’da dinsel otoritenin altında seçimler yoluyla gelen yöneticiler yer alırlar. Bunların başında da Devlet Başkanı gelir. Devlet Başkanı dört yıllığına halk tarafından seçilir.
İran’da çifte yargı sistemi bulunmaktadır. Bir taraftan sulh ve ceza konularıyla ilgilenen mahkemeler vardır. Öte yandan ulusal güvenlik konularına bakan devrim mahkemeleri bulunmaktadır. İki yargı sisteminin de başları dinî lider tarafından atanır.
İslam dünyasında İran benzeri saf teokratik bir yapıyla yönetilen bir ülke daha yoktur. Şeriat hukukunun uygulandığı Suudi Arabistan, Yemen, Malezya ve Pakistan gibi ülkelerde yöneticilerin ruhani bir kimliği yoktur. Bu bakımdan bu tür ülkeler yarı teokratik ülkeler olarak nitelendirilebilir. Suudi Arabistan da İran gibi Şeriat kurullarıyla yönetilmektedir. Ancak yönetimin başı mutlak otoriteye sahip olan kraldır. Yönetimle ilgili tüm kararları verme yetkisi krala aittir.
Suudi Arabistan’da herhangi bir siyasi parti veya seçim yoktur. Tüm yetkiler kralda toplanmıştır. Suudi Arabistan kralları saltanat yoluyla Suudi ailesinden seçilirler. Kral, devleti büyük ölçüde kendi ailesinden kişilerle birlikte yönetir.

Yarı teokratik modelle yönetilen ülkelerden biri de İsrail’dir. Demokrasiyle yönetilen bir ülke olmasına rağmen ulusal kimliğin inşasında, kamusal alandaki değerlerin belirlenmesinde ve çıkarılan yasalarda dine dayanan bir sisteme sahiptir. İsrail’de yazılı bir anayasa yoktur. Bütün kararlar İsrail Meclisi olan Knesset tarafından alınır. Fakat Knesset hiçbir şekilde Yahudi Ortodoks inancına aykırı bir karar alamaz.

KÜRESEL DÜNYADA DİNİN SİYASAL BOYUTLARI
1920’lerden sonra İslam dünyasında sömürgeciliğe karşı başlatılan mücadele sürecinde İslami kaynaklara dönüş önemli bir siyasi proje haline geldi. Müslümanların yaşadığı topraklarda İsrail devletinin kurulması radikal hareketlerin filizlenmesine neden oldu.
Radikal dinî gruplar dinin bir ibadet ve ahlak biçimi olmasıyla yetinmezler; aynı zamanda dinin siyasi yorumunu geliştirerek onu bir siyasal rejime dönüştürmek isterler.
Amerika’da faaliyet gösteren Evanjelik gruplar Amerikan siyasetini kendi inançları doğrultusunda şekillendirmeye çalışmaktadırlar.
Yahudiler arasından çıkan Siyonist gruplar Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzayan toprakların Yahudiler için vaat edilmiş topraklar olduğunu ileri sürmekte ve bu geniş coğrafyaya hükmeden bir devlet kurmak için mücadele etmektedirler.

Din Temelli Şiddet ve Terörizm Sorunu
Tüm radikal guruplar mutlak ve tek bir hakikate inanırlar. Kendi karşıtlarını şeytanlaştıran bir dil ve inanç geliştirirler.

Sömürge karşıtı din temelli hareketlerin İslam dünyasında değişik suretleri gelişmiştir. İslam âlemi, siyasi ve askeri gücünü kaybettikten sonra (Osmanlı Devleti’ydi bu güç) emperyalistlerin av sahası haline gelmiştir. Emperyalistler Yahudi ve Hıristiyan oldukları için onlara karşı mücadelede İslam kendine yer bulmaktadır. İslam coğrafyasındaki milliyetçilik akımlarının beslendiği ana damar yine emperyalistlerdir.
Libya ve Sudan’da gelişen Senusilik, Fransızlara ve İtalyanlara karşı direniş göstermiştir.
Hasan El Benna’nın başlattığı İhvanı Müslimin (Müslüman Kardeşler) İngilizlerin Mısır’ı işgaline tepki olarak gelişti. Müslüman Kardeşler bugün hemen tüm İslam ülkelerinde taban bulmuş bir harekettir.
Filistin’de İsrail’e karşı silahlı mücadele yürüten Hamas, radikal guruplara bir başka örnektir.


Radikal guruplar iktidara yaklaştığı zaman bulundukları ülkelerde, ne hikmetse, kanlı olaylar yaşanmaktadır. Müslüman Kardeşler Mısır’da siyasal bir güç olarak fark edildiğinde, hareketin öncü isimleri idam edildi (Seyyit Kutup bu isimlerdendir). Cezayir’de İslami Selamet Cephesi 1991’deki genel seçimlerin ilk turunu kazandıktan sonra ülkede askeri darbe oldu ve hemen ardından yüz bin kadar insanın ölümüyle sonuçlanan bir iç savaş yaşandı.  
---
Din ve Toplum
Editör: Prof. Dr. Yasin Aktay
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın no: 2991
Kasım 2015, Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder