26 Nisan 2020 Pazar

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku


İlhami Algör - Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku
 
1
Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim.
İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgâra asılıp Tophane’ye indim.

Kahvem geldi. Kıvamındaydı, sevdim.

“Ulan,” dedim, “bu milletin tarih kitabına ihtiyacı yok. Şarkıları peş peşe diz, koy kasete, ver radyodan...”

Yönümü Galata’ya verdim.

Gözümün önüne Müzeyyenin gülümseyişi gelmişti.

2
…kafayı bir hikâyeye takmıştım

Müzeyyen ile, aynı pencereden gelen sabah güneşlerine birlikte uzanmaya karar verdiğimizde, ufaklık bir yaşında bebekti ve babası, henüz Müzeyyen karnı bile şişmemiş taze hamile iken, trafik kazasında gitmişti.

3-4-5
Zırt dedi, telefon girdi. “Alo?” dedim, “Günaydın,” dedi Müzeyyen.
… “Akşamüstü Kuledibi’nde, kahvede bir çay içelim mi?”
“Olur.”
“Anahtarları eve bırakır mısın?”
Laf beni boylamasına ikiye böldü, tuz gölüne batırdı.
“Hikâye,” dedim, “gel seninle anlaşalım. Sen yarım kal, adını da Yarım Kalan Hikâye koyalım.”

6
Mesele açıktı. Müzeyyen âşık olmuş, durumu benden gizlemişti.

“Niye ulan, niye?” Alnımızda “Her nevi yanık tedavi edilir” mi yazıyordu? Nöbetçi eczane mi açmıştık? Kaporta mı tamir ediyorduk? Niye?

7
Müzeyyen, ikinci çayını söylemiş, yeni bir sigara yakıyordu. “Ne çok içiyorsun Müzeyyen,” dedim, “fosur fosur.”

Bir zarf aldım, fotoğrafı ve ev anahtarını çıkarıp zarfa koydum. Bakkalın cüce çırağına, “Koçum,” dedim, “şu zarfı, şurada oturan ablana götürür müsün?”
Velet zıpladı, zarfı uzattı. “Güle güle Müzeyyen,” dedim,
“Nereye gidiyorsun çocuk,” dedim içimden, “büyümeye mi?”
İletişim Yayınları
7. baskı, 2015

Viktor E. Frankl - İnsanın Anlam Arayışı


Viktor E. Frankl  - İnsanın Anlam Arayışı

Dr. Frankl, şöyle veya böyle çeşitli acılar içinde kıvranan hastalarına-bazen “Neden intihar etmiyorsunuz?" diye sorar.
Bir hastada, onu yaşama bağlayan çocuklarına yönelik sevgi söz konusudur; bir başkasında kullanılacak yetenekler; bir üçüncüsünde belki de sadece korunmaya değer canlı anılar. Parçalanmış yaşamın bu ince ipliklerinden sağlam bir anlam ve sorumluluk örgüsü dokumak, çağdaş varoluşçu analizin Dr. Frankl’e özgü yorumlanışı olan logoterapi'nin konusunu ve hedefini oluşturmaktadır.

Freud, bu can sıkıcı rahatsızlıkların kökenini, çatışan bilinçdışı güdülerin neden olduğu kaygıda aramaktadır.
Frankl ise acı çeken kişinin, varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaramayışına bağlamaktadır.

1945 yılında Kitabı dokuz günde yazmış ve kesinlikle isimsiz yayınlanmasına karar vermiştim.
İstediğim tek şey somut bir örnek yoluyla okura, yaşamın, her durumda, hatta en acınası durumlarda bile potansiyel bir anlam taşıdığım anlatabilmekti.
Mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, aynı şey başarı için de geçerlidir: Ona aldırış etmeyerek, kendi kendine olmasına izin vermeniz gerekir.

1. Bölüm
TOPLAMA KAMPI DENEYİMLERİ
Bu kitap, gerçeklere ve olaylara ilişkin bir açıklama olma iddiasında değildir,

Bu kamplardan birisinde kalmış olanlar için kitap, orada yaşananları günümüzün bilgileri ışığı altında açıklamaya çalışacaktır.

…zamanımın çoğunu demiryolu hatları için kazı yaparak ve ray döşeyerek geçiriyordum.

SS subayı beni yavaş yavaş sağa çevirdi, böylece sağa yöneldim.
Bir süredir orada bulunan tutsaklara, meslektaşım ve arkadaşım P’nin nereye gönderilmiş olabileceğini sordum.
“Sol tarafa mı gönderildi?”
“Evet,” diye cevap verdim.
“O zaman onu orada görebilirsin,” dedi birisi.
"Nerede?” Bir el, Polonya'nın gri gökyüzüne alev saçan, birkaç yüz metre ötedeki bir bacayı gösterdi. Bacadan uğursuz bir duman bulutu yükseliyordu (s. 27).

Tiksinti, dehşet ve acıma: Bu olayı izleyen bir tutuklu artık böyle şeyler hissetmez. Birkaç haftalık kamp yaşamından sonra acı çekenler, can çekişenler ve ölümler öylesine sıradan şeyler olur ki, bunlar, tanıklık eden bir tutukluyu artık etkilemez olur (s. 36).

Tutuklunun ruhsal tepkilerinin ikinci evresinde ortaya çıkan semptomlar, duygu yitimi (apati), yani kişinin hissetmeyi göze alamadığı coşku ve duygularım köreltmesiydi; bu da sonunda tutukluyu, her gün ve her saat karşı karşıya olduğu dayağa karşı duyarsızlaştırıyordu (s. 38).

(Kâbus gören koğuş elemanı hakkında) O anda, ne kadar dehşet verici olursa olsun hiçbir rüyanın, bizi çevreleyen ve kendisini sarstığım takdirde adamın uyanacağı kampın gerçeklerinden daha kötü olmadığının, yoğun bir şekilde bilincine vardım (s. 44).

İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir.
Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım (s. 52).

…başhekim içeri dalıp tifüslü hastaların bulunduğu başka bir kampta tıbbi yardım için gönüllü olmamı istedi.
Çalışma grubunda kısa sürede öleceğimi biliyordum. Ama öleceksem, hiç olmasa bunun bir anlamı olmalıydı. Bir ot gibi yaşayıp sonunda o zamanlar olduğu gibi verimsiz bir işçi olarak ölmektense, bir doktor olarak yoldaşlarıma yardım etmeye çalışmanın elbette daha anlamlı olacağım düşündüm (s. 64).

…anlamlı olan sadece yaratıcılık ya da zevk değildir. Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz (s. 82).

Geleceğe olan inancın yitimi…

Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasılsa katlanabilir.
Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline!
Yaşından ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu (s. 92).

2. Bölüm
GENEL İLKELERİYLE LOGOTERAPİ
…psikanalizin özünün ne olduğunu anlatabilir misiniz?
Psikanaliz sırasında, hastanın divana uzanıp, bazen söylenmesi hiç hoş olmayan şeyleri anlatması gerekir.
Logoterapide ise hasta dik oturabilir, ama bazen duyulması hiç hoş olmayan şeyleri duyması gerekir.

Logoterapi daha çok gelecek üzerinde, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerinde odaklaşır (s. 112).

İnsanın anlam arayışı, içgüdüsel itkilerin “ikincil bir ussallaştırması” değil, yaşamındaki temel bir güdüdür (s. 113).

Her çatışma zorunluluk gereği nevrotik değildir; bir ölçüde çatışma normal ve sağlıklıdır. Benzer bir şekilde acı çekmek her zaman için patolojik bir olgu değildir; acı, nevrotik bir semptom (belirti) olmaktan çok, özellikle varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa, insanca bir başarı da olabilir. İnsanın kendi varoluşuna anlam bulma arayışının, hatta buna yönelik kuşkusunun, her durumda bir hastalıktan kaynaklandığını ya da böyle bir hastalığa yol açtığım kesinlikle reddediyorum (s. 116).

Kuşkusuz insanın anlam arayışı içsel denge yerine içsel gerilim yaratabilir. Ne var ki, ruh sağlığının vazgeçilmez ön koşulu da işte bu gerilimdir (s. 118).

…ruh sağlığının, belli bir gerilim ölçüsüne, kişinin ulaşmış olduğu şeyle ulaşması gereken arasındaki ya da o anda ne olduğuyla olması gereken arasındaki gerilime dayandığı görülebilir.

İnsanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir.
Bir mimar eski bir kemeri güçlendirmek istediği zaman kemerin üzerindeki yükü arttıracaktır, çünkü böylece parçalar daha sağlam bir şekilde birleşir (s. 119).

Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışavurur.

Hastanın, yaşamın anlamının ne olduğunu sorması halinde ne yapabileceğimize bir bakalım (s. 122).

Tek kelime ile her insan yaşam tarafından sorgulanır ve herkes, sadece kendi yaşamı için cevap verirken yaşama cevap verir; sadece sorumlu olarak bunu yapabilir. Bu nedenle logoterapi insan varoluşunun özünü, sorumlulukta görmektedir (s. 123).

…logoterapistin rolü, bir ressamdan çok bir göz uzmanının oynadığı roldür. Ressam bize, dünyayı kendi gördüğü haliyle aktarmaya, göz uzmanı ise dünyayı gerçekte olduğu gibi görmemizi sağlamaya çalışır (s. 124).

Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendim adayarak ne kadar çok kendim unutursa, o kadar çok insan olur ve kendim de o kadar çok gerçekleştirir (s. 125).

Sevmediği sürece hiç kimse, bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz (s. 126).

Anlam bulmak için acı çekmek kesinlikle gerekli değildir. Ben sadece acıya rağmen anlamın olası olduğunu -elbette acının kaçınılmaz olması koşuluyla- vurgulamak istiyorum.

Haz, bir yan ürün ya da yan etkidir ve öyle kalması gerekir ve kendi içinde bir amaç yapıldığı ölçüde yok edilmiş olur.

“Çelişik niyet” adı verilen logoterapi tekniği,
Bu yaklaşımda fobisi olan hastaya, bir an için de olsa, kesin olarak korktuğu şeye niyetlenmesi söylenir (s. 138).

…“nihilizm” öğretisinde, yapısal bir tehlike söz konusudur. İnsana ilişkin bu görüş, nevrotik bir bireyin, zaten inanmaya yatkın olduğu şeye, yani dış etkilerin ya da iç koşulların kurbanı olduğuna inanmasını sağlar (s. 144).

3. Bölüm
TRAJİK BİR İYİMSERLİK TARTIŞMASI
“Trajik bir iyimserlik”
Kısaca bu, insan varoluşunun (1) acı, (2) suçluluk, (3) ölümle tanımlanabilecek yanlarından oluşan ve logoterapide “trajik üçlü” adı verilen şeye karşın, insanın iyimser olduğu ve böyle kaldığı anlamına gelir (s. 149).

Birisinin gülmesini istiyorsanız, ona bir neden sunmanız, örneğin bir fıkra anlatmanız gerekir. Onu gülmeye zorlayarak ya da kendim zorlamasını sağlayarak, gerçek bir kahkaha yaratmak kesinlikle olanaksızdır.
Logoterapide bu tür bir davranış yapısına “aşırı niyet" denilmektedir.
…“haz ilkesi” denilen şey daha çok bir neşe yok edicidir.

Anlamsızlık duygusunun nedenine gelince, aşın basitleştirme de olsa, insanların yaşamalarını sağlayacak çok şeyin bulunmasına karşın, uğruna yaşayacakları bir şeyin olmadığı söylenebilir; insanlar araçlara sahip, ama amaçlan yok (s. 152).

Logoterapi, bilinci, belli bir yaşam durumunda ihtiyaç duyulduğunda takip etmemiz gereken yönü gösteren bir yönlendirici olarak değerlendirir.

Logoterapinin de ortaya koyduğu gibi, kişinin yaşamda bir anlama ulaşmasının üç temel yolu vardır. Bunlardan ilki bir eser yaratmak ya da bir iş yapmaktır. İkincisi bir şey yaşamak ya da bir insanla etkileşime girmektir; başka bir deyişle sadece işte değil, sevgide de anlam bulunabilir (s. 157).

Üçüncü yol: Değiştiremeyeceği bir kaderle yüz yüze gelen umutsuz bir durumun çaresiz kurbanı bile kendini aşabilir ve böylece kendini değiştirebilir. Kişisel bir trajediyi bir zafere dönüştürebilir.

…dünya kötü bir durumda ve her birimiz elinden geleni yapmadığı sürece her şey daha da kötüye gidecek.

Türkçeleştiren: Selçuk Budak
Okuyanus Yayınları
3. Baskı, 2009

Bilal N. Şimşir - Lozan Günlüğü


Bilal N. Şimşir - Lozan Günlüğü

Bu kitap, 1922-1923 Lozan Konferansı ve Barış Sürecinin belgesel bir kronolojisidir.

Başkomutan Mustafa Kemal, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” demiş, Türk ordusu İzmir’e çıkmıştı. Şimdi, “İkinci hedefiniz...” diyebilir ve muzaffer Türk orduları İstanbul ve Trakya üzerine yürüyebilirdi.

İsmet Paşa, İstanbul’da iki gün bazı temaslarda bulunduktan ve görüşmeler yaptıktan sonra, 9 Kasım günü öğleyin, heyetiyle birlikte, Sirkeci garından törenle uğurlandı.
Listede toplam 40 kişi görünmektedir: 3 delege, 24 danışman,         8 kâtip, 2 asker, 3 gazeteci. Listede adları, rütbeleri görünmeyen, beş-altı koruma görevlisi daha bulunduğu sanılmaktadır.

İsmet Paşa heyeti, 12 Kasım Pazar günü saat 22.00’de Lozan’a vardı.
13 Kasım Pazartesi günü açılması gereken Barış Konferansı, Türk tarafına bilgi bile verilmeden, son anda 20 Kasıma ertelenmişti.

O günlerde Türkiye'nin dış ilişkileri pek sınırlıydı. Dünya Savaşı dolayısıyla düşman ülkelerle ilişkiler kesilmişti. Mondros Mütarekesi üzerine Almanya, Avusturya gibi eski müttefik ülkelerle de ilişkiler kesilmişti. Avrupa’da yalnız altı tarafsız ülke ile ilişkiler kesilmeden kalmıştı; fakat o ülkeler de henüz Ankara Hükümeti ile resmi ilişki kurmamışlardı. Ankara’da yalnız üç elçilik vardı: Sovyet Rusya, Azerbaycan ve Afganistan
Yurtdışında da Ankara Hükümetinin Moskova’da ve Kâbil’de elçilikleri; Bakü’de, Roma’da ve Paris’te Mümessillikleri vardı. Hepsi o kadardı.

İsmet Paşa Lozan’da “kelle koltukta” görev yapmıştır.
Ermeni terörü Lozan’da İsmet Paşa’nın da peşindeydi.

Barış Andlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalanmıştır. 143 maddeli bir belgedir. Yugoslav delegeler bunu imzalamamışlardır.

Lozan ile Ankara arasında 1600 kadar telgraf gidip gelmiştir. Bir o kadar de Lozan ile Londra arasında telgraf yazışması yapılmıştır.

BİRİNCİ BÖLÜM
BÜYÜK ZAFERDEN LOZAN BARIŞ KONFERANSINA
(9 Eylül-19 Kasım 1922)
Lord Curzon’dan İstanbul’da Yüksek Komiser Rumbold’a tel, 10.9.1922
“Anadolu boşaltıldıktan sonra, çarpışan taraflar arasında temas kesilecek ve Türklere Trakya’da ödün vermeye gerek kalmayacaktır. Yunanlıların İstanbul’u işgal edecekleri korkusu Mustafa Kemal ile müzakerelerde önemli bir koz olabilir. Bu bakımdan Yunanlıların Trakya’dan geri çekilmeleri önerilerine karşıyız.” / s. 30


Hindistan Kral Naibinden Hindistan İşleri Bakanlığına tel, 11.9.1922
“Türk zaferi, İslam dünyasında şiddetli yankılar yapacak ve Hindistan’da güçlüklerimizi artıracaktır. Hindistan bakımından Majesteleri Hükümetinin amacı eski Türk-İngiliz dostluğunu diriltmek olmalıdır. O zaman Hindistan Müslümanları yatışacak, Afganistan sınırındaki güçlüğümüz azalacak; Türkiye, Rusya’dan ayrılmış olacaktır. Türklerin zaferlerinin meyvelerini ellerinden almaya kalkışmak ise İslam dünyasında fırtına koparacaktır.”

Yüksek Komiser Rumbold’dan Lor d Curzon’a tel, 14.9.1922
“Tezelden bir konferans toplanması önem taşımaktadır. Savaşan tarafların artık birbirleriyle temasları kalmadı. Konferans çağrısı için şimdi en uygun zamandır. Yoksa Mustafa Kemal rahat durmaz. Ordularına ‘İlk hedefiniz Akdeniz’dir’ diyen Mustafa Kemal’in ikinci hedefi Trakya’dır. Konferans olmazsa Trakya’ya geçmeye çalışacaktır. Gecikirsek güç durumda kalırız. Konferansın amacı mütareke, Trakya, Boğazlar ve azınlık sorunları olmalıdır.” / s. 31

Gazi M. Kemal’den “Daily Telegraph” muhabiri John Clayton’a demeç, 27.9.1922
“…İngiltere tarafsız bir bölge ilan etti. Hâlbuki bölge tarafsız değildir; bu husus Yunan ordusunun bakayasını (kalıntılarını) himaye için hazırlanmış bir tertiptir. İngiliz hükümetinin, Çanakkale Boğazı’ndan serbest geçişten bizi mahrum etme maksadının Yunanistan'ı himaye olduğu bir hakikattir.
İngiliz hükümetinin şimdiki tavrında iki maksat vardır; birincisi, Yunan ordusunun bakayasını kurtarmak, İkincisi, hem Çanakkale Boğazı’nı hem İstanbul’u tahakküm altında tutmak...” / s. 40

Lord Curzon’dan İstanbul’da Yüksek Komiser Rumbold’a tel, 1.10.1922
“Toplanacak Mudanya Konferansı konusunda yönerge:
1) Konferans sadece askeri konularla uğraşacak, Trakya’da Yunan askerinin hangi hattın gerisine çekileceğini belirleyecek.
2) Mustafa Kemal, Paris görüşmelerinde kararlaştırılmış olan esaslara uyacak, 3) Müttefik generaller siyasal konularda karar veremeyecekler ve bu gibi konular ortaya atılınca Yüksek Komiserlere danışacaklardır. Doğu Trakya’nın geçici yönetimi Müttefik hükümetlerce kararlaştırılacaktır.” / s. 43

M. Kemal Paşa, TMMM Gizli Oturumunda Açıklamalar yapıyor, 9.10.1922
“Müttefik devletlerin Mudanya Konferansını kabul etmeleri... Bir hat tespit edilecek ve Yunan ordusu o hatta çekilecektir... Tespit edilmek istenilen hat bizim tarafımızdan Edirne şehri ve Meriç batısıdır diye tespit edilmiş idi... Onlar da bunu kabul eder gibi oluyorlar. Fakat son günlerde bunun aldatıcı olduğunu anladık. Bize dediler ki, evet, tahliye söz konusudur, fakat teslim söz konusu değildir... Bizim maksadımız, Trakya’yı muharebesiz düşmandan, (düşmanın) ordu ve idaresinden tahliye ettirip TBMM idaresine almaktır. Fakat (...) karşımıza İngiltere, Fransa, İtalya çıktı... ‘Daha ileriye hareket edecek olursanız, Müttefik devletlere karşı harp ilan etmiş kabul edileceksiniz’ dediler... Diğer taraftan şunu da arzeyim ki, Mudanya Konferansını kabul ettiğimiz gün veyahut harekâtı durdurduk dediğimiz gün bizim harekâtımız durmuş değildir. Harekât kesintisiz devam etmektedir... Yani istediğimiz zamanda İstanbul’u, Boğazları derhal işgal edecek derecede muktedir bir haldeyiz... Mudanya Konferansından sonra asıl barış konferansı olacak. Gerçi biz ayın yirmisini kabul ettik. Onların yirmisini kabul edip etmeyeceklerini bilmem... Bu konferans ne kadar devam edecek, onu da bilmem. Bu konferans müddetince büyük ordularımızı böyle ayakta tutmak doğru bir şey değildir... Yapılacak işler derhal barış konferansına dahil olmak ve orada diplomatik vasıtalarla Misak-ı Milli gayelerine ulaşmaktır... Hedefimiz Misak-ı Milli’dir. Fakat göğüslenemez zemin ve istikamete gitmeyelim...” / s. 47-48

Yüksek Komiser Rumbold’dan Curzon’a rapor, 17.10.1922
“Kemalistler Anadolu’da Yunanlıların hesabını gördükten sonra, gelişmelerin ağırlık merkezi Boğazlara ve Trakya'ya kaydı ve Mudanya Konferansına gidildi. Kemalistler savaşmadan Doğu Trakya’yı kazandılar, karşılığında verdikleri ödün ise kalıcı değildir. Kemalistler Misak-ı Milli’den ödün vermek niyetinde değillerdir. Ama karşılarında İngiltere vardır. Sevr Antlaşması ölmüştür, ancak şimdi Müttefikler Misak-ı Milli ile boğuşmak durumundadırlar. Sınırlar çizilirken Kemalistler Batı Trakya’da plebisit isteyecekler, Musul’u geri almak isteyecekler, Suriye sınırında düzeltme yapılsın diye direnecekler, Boğazlar sorununda İstanbul’un güvenliğini öne sürecekler, mali ve ekonomik kontrole karşı çıkacaklar, kapitülasyonlar konusunda hiç boyun eğmeyecekler ve ‘Türkiye egemen ve bağımsız olmalıdır’ diye cevap vereceklerdir. Bu durumda İngiltere bu bölgedeki kuvvetlerini artırmalıdır... Barış konferansından önce İstanbul hükümetinin sahneden çekilmesi belki hayırlı olacaktır, yoksa Padişahın durumu ciddi sorun yaratacaktır.” / s. 52

Yusuf Kemal Bey Dışişleri Bakanlığından istifa etti, 25.10.1922
İsmet Paşa Dışişleri Bakanı oldu, 26.10.1922

Rusya hükümeti de Konferansa çağrıldı, 27.10.1922
İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922 günü Rusya’ya gönderdikleri nota ile Boğazlar sorunu görüşülmesine katılmak üzere Rus hükümetinden Lozan’a delegeler göndermesi istendi.

TBMM Saltanatı kaldırdı, 1.11.1922

4.11.1922 Dr. Fridtjof Nansen, Türk-Yunan nüfus mübadelesi konusunda Milletler Cemiyeti’ne raporunu sundu.
“…İstanbul’daki Yüksek Komiserler bana nüfus mübadelesi için bir anlaşma hazırlamamı tavsiye ettiler. 22 Ekimde Mustafa Kem al’den bir telgraf aldım. Mübadelenin ilke olarak kabul edileceğini, ancak bu işin hükümetler arasında görüşülmesi gerektiğini bildirdi…” / s. 80

İsmet Paşa, heyetiyle beraber Ankara’dan Lozan’a hareket etti, 5.11.1922

Lord Curzon’dan Paris Büyükelçisi Lord Hardinge’e ve Roma Büyükelçisi Sir R. Graham’a tel, 6.11.1922
“Lozan Konferansının 13 Kasımda toplanması pek güç olacak. Konferansın 1922 Kasım ayı sonuna ertelenmesini gerekli görüyoruz. Çünkü: 1) Türkiye’de kaygı verici ve nazik bir durum var, 2) Signor Mussolini de ertelemeyi arzu etmektedir, 3) İngiltere’de genel seçimler yaklaşmıştır104 ve 4) Konferansa gitmeden önce Müttefiklerin kendi aralarında görüş alışverişinde bulunmaları ve Türklere karşı birleşik bir cephe oluşturmaları gerekiyor. Bunları M. Poincare’ye/Signor Mussolini’ye açıklayınız ve konferansın mesela 27 Kasım tarihine ertelenmesi hakkında hükümetlerinin görüşlerini öğrenip bildiriniz. Yarın Lozan’a hareket edeceği anlaşılan İsmet Paşa’nın da yolculuğunu ertelemesi için İstanbul’a telgraf çekiyorum.” / s. 81-82

Musul ve Süleymaniye temsilcilerinden Mustafa Kemal’e tel, 9.11.1922
“Üç buçuk seneden beri antlaşmaya aykırı olarak İngilizlerin işgalinde bulunan Musul ve havalisinin kurtarılmasını Zâtı Samilerinden istirham eyleriz efendim. -Musullular namına eşraftan Şeyh Ahmet, Süleymaniyeliler namına Seyid Ahmed Hüseyin.” / s. 93

Havas Ajansı’nın flaş haberi, 12.11.1922
Türk heyetini götüren Doğu Ekspresi İsviçre sınırına yaklaştığı sırada, bomba gibi bir olay patlak verdi: Fransa, son dakikada İngiltere’nin teklifini kabul etmiş, Lozan Konferansı geri bırakılmıştı. Konferans, 13 Kasımdan, 20 Kasıma, yani bir hafta geriye atılmıştı. 12 Kasım Pazar günü Fransız Havas Ajansı Paris’ten flaş haberi verdi / s. 96

12 Kasım akşamı saat 22.00’de İsmet Paşa ve Türk heyeti, Lozan’a vardı.

Basın, önemli bir haber kaynağıydı ve Türkiye’nin dış haber kaynakları sınırlıydı. Bugünkü gibi beş kıtaya yayılmış elçiliklerimiz, konsolosluklarımız, basın ataşeliklerimiz yoktu; olanlar da tam teşekküllü değildi. Dış basını izlemek, genel havayı kavramak, Türkiye aleyhindeki yayınlara cevap yetiştirmek gibi işler çoğu zaman Lozan’daki delegasyona düşüyordu (s. 103-104).

13 Kasım sabahı Fransa’nın Bern Elçiliği Müsteşarı De Lacroix Konferansın, İngiltere ve İtalya’nın iç durumları dolayısıyla küçük bir gecikmeye uğradığını ve 20 Kasımda toplanacağını bildirdi ve İsmet Paşa’yı bu süre zarfında Fransa’ya davet etti.

Lord Curzon’dan Paris Büyükelçisi Hardinge’e tel, 13.11.1922
Konferans arifesinde ve Türk iddialarına karşı birleşik cephe (united front) halinde çıkabilmek, Fransa hükümetiyle kesin bir anlaşmaya varmak için bizim her türlü çabayı sarfettiğimiz bir sırada, Türk temsilcisinin Fransa Başbakanıyla ayrı görüşmeye girmesi katiyen doğru olmaz (s. 108).

“Ermeniler suikast için hazırlanmışlar!” Lozan’a varışının daha ikinci gününde İsmet Paşa’ya ulaşan haberlerden biri buydu.

İsmet Paşa Lozan’da 48 saat kaldıktan sonra trenle Paris’e gitti.

İsmet Paşa, Paris’e küçük bir grupla gidiyordu. Paris temsilcisi Ferit Bey’den başka Türk heyetinin Genel Sekreteri Reşit Safvet (Atabinen), Hukuk Danışmanı Münir (Ertegün), Askeri Danışman Yarbay Tevfik (Bıyıldıoğlu), Yaver Binbaşı Atıf (Esenbel) İsmet Paşa’yla beraberdi. Tren, saat 21.10’da Lozan’dan kalktı... / s. 111

Paris’te İsmet Paşa’yı ilk gören ve ziyaret boyunca yanından ayrılmayan Dr. Nihat Reşat (Belger) Bey oldu. Ölüm yatağında Atatürk’ün başucunda bulunan Dr. Nihat Reşat Bey, İstiklal Savaşı yıllarında Paris’teydi.

15 Kasım günü saat 17’de İsmet Paşa Fransa Başbakanı ve Dışişleri Bakanı M. Poincar’yi ziyaret etti.

Ankara Hükümetinin Paris Temsilciliği ise “Türk Diplomatik Mümessilliği” (Mission Diplomatique Turque) adını taşıyordu.
İsmet Paşa, Çeşitli ülkelerde bir düzineye yakın eski Osmanlı temsilciliğini, geçici olarak, Paris Mümessili Ferit Bey’e (Tek) bağladı.
Avrupa ve Amerika’daki son Osmanlı temsilciliklerinin, Türkiye’nin Paris Temsilciliğine bağlanması, Ankara Hükümetine bağlanması demekti (s. 124).

İsmet Paşa, bir gece yolculuğu yaparak 18 Kasım Cumartesi sabahı Paris’ten Lozan’a döndü.

Türkiye’nin Roma temsilcisi Celâlettin Arif Bey de Lozan’a gelmiş bulunuyordu.

M. Poincaré ile Lord Curzon Paris’te Mussolini ile buluştular. Orada üçlü bir görüşme yaptılar.

Mösyö Poincaré mali kapitülasyonların kaldırılmasında müsait davrandığı halde, adli kapitülasyonlar için kaçamaklı konuşuyordu... 'Bir intikal (geçiş) devri lazımdır’ düşüncesindeydi.

İKİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ DÖNEM LOZAN BARIŞ KONFERANSI
(20 Kasım 1922-4 Şubat 1923) (s. 145 vd.)

Mors alfabesi Latin alfabesi esasına dayandığından, Türk Yazı Devriminden önceki dönemde eski harflerle Türkçe uluslararası telgraf çekilemiyor, bu yüzden ya çeviri yazısıyla ya da yabancı dilde telgraf çekiliyordu (s. 150).

Lord Curzon’datı Foreign Office’de E. Crowe’a tel, 22.11.1922 (özet)
“Sınırlar Komisyonunun ilk toplantısı yapıldı. Toplantı, Türklerin, savaş öncesi bütün Trakya sınırlarının değiştirilmesi ve Batı Trakya’da plebisit yapılması istekleriyle açıldı. Venizelos, Batı Trakya’nın bir parçası olan Karaağaç üçgeni konusunda Türklere gereken cevabı verdi. Romanya adına Duca, Sırbistan adına da Ninçiç, bütün kalpleriyle Müttefiklerin yanında yer aldılar. Müttefik delegelerle benim odamda önceden yarım saatlik bir toplantı yaptık. ‘Trakya sınırlarıyla ilgili andlaşmaların yırtılıp atılmasını reddetmeli ve Meriç sınırını kabul etmeliyiz’ dedim. Sapasağlam bir müttefik cephe olduğumuzu Türklere gösterdik.” / s. 168
23 Kasım. Lozan’da, Trakya sınırı görüşüldüğü bir sırada, Lord Curzon, Fransız ve İtalyan delegeleriyle beraber, İsmet Paşayı özel bir görüşmeye davet ediyor.

Curzon, gayet nazik bir davranışla, İstanbul’daki durumun huzuru kaçırdığından, (…) durumun kaygı verici biçimde devam etmesinin Konferansın kesilmesine sebep olabileceği kaygısı dile getirildi.
Müttefiklerarası Komisyon ve Sağlık Komisyonu lağvedilmiş ve iki Türk bir İngiliz askerini öldürmüş. Türklerin tutuklanmasına izin vermemişiz.
Fransızın dediğine göre, okullar ve bankalar hakkında Ankara yasaları sert ve kaba biçimde uygulanmakta ve aşamalı olarak uygulanmasına asla uyulmuyor imiş
İtalyanın dediğine göre tüccar bazı yasak eşyayı daha önce ısmarladıkları için getirmişler. Şimdi ne satabiliyor, ne de geri göndermelerine müsaade olunuyormuş. Edremit’te bir miktar İtalyanın işine son verilmiş ama seyahatlarına da müsaade olunmuyormuş. Curzon, ekleme yaparak, Hıristiyanların zorla göç ettirilmelerine karar verildiği ve yolda bir milyon insan bulunduğu hakkında emin bilgisi olduğunu ve yirmi bine yakın Ermeni yetimin sınırdışı edildiğini bildirdiler (s. 175-176).

Bu görüşmenin ardından İngiliz, Fransız ve İtalyan delegeleri, söylediklerini yazıya da döküp İsmet Paşaya iki muhtıra verdiler. Birinci muhtırada, Müttefik çıkarlarına karşı eylemde bulunanların tutuklanmaları ve yargılanmaları konusu üzerinde durulmaktadır.
İkinci muhtırada, TBMM’nin Anadolu’daki Hıristiyanları sınırdışı etmeye karar verdiği, Hükümetin emri üzerine 12 bin Ermeni yetimin Türkiye’yi terk ettiği iddia edilmektedir (s. 177).

Lord Curzon, hem Batı Trakya’da plebisit yapılmasına, hem de Edirne’ye sadece 4 kilometre mesafedeki Karaağaç istasyonunun Türkiye’ye geri verilmesine tekrar şiddetle karşı çıktı. Curzon, İsmet Paşayı isteklerinden caydırmak için, kabaca gözdağı vermeyi de ihmal etmedi. Bu defa yalnız Müttefiklerin birleşik cephesi değil, Balkan blokunun da topyekûn Türkiye’nin karşısında bulunduğunu belirtti (s. 186).

İsmet Paşa, 26 Kasım akşamı Lord Curzon ile görüşmüş.
Akşam Lord Curzon ile Irak üzerine özel konuştuk. Musul vilayetini istediğimizi söyledim. Fakat reddetti. Müttefiklerle (bu konuda) tamamen mutabık olduğunu; Yunanlıları yendiğimizi fakat İngilizleri yenmediğimizi söyledi…” / s. 193

(Curzon İsmet Paşa’ya) Türkiye eğer topraklarında oturan Avrupalılara güvence vermezse, kendisi için de Avrupa’dan güvenceler bekleyemeyeceği uyarısında bulundum (s. 195).

(Boğazlarla ilgili ilk oturuma dair Curzon’un değerlendirmesi)
Türkiye, açıkça ve hiç gerek yokken, kendisini alçaltarak Rusya’ya bağımlı bir duruma soktu; Rusya da Karadeniz’i tahkim edilmiş bir Rus gölüne dönüştürmeyi ve Türkiye’yi de kendisine tâbi duruma sokmayı amaçlayan gülünç bir plan ortaya attı (s. 247).

(Aralık ayının son günleri)
Curzon, görüşmelerin Büyük Britanya’nın yegâne ilgili taraf olduğu bir konu yüzünden çıkmaza girmesindense, kendisi ve diğerlerinin dünyanın sempatisini kazanabileceği kapitülasyonlar konusunda sekteye uğramasını tercih etmişti.

Dış basından başlıklar, 29.12.1922
Dış basın da kapitülasyonlar, özellikle adli kapitülasyonlar yüzünden Lozan Konferansının kesilebileceğini yazıyordu.

30.12.1922: Amerikan Delegesi Mr. Grew’un günlüğünden
Ermenilere bir yurt tahsis edilmesi hususundaki açıklamamızı sunduk. (s. 321)

Gazi Paşa’nın Eskişehir konuşmasından, 15.1.1923
“…Lozan Konferansı, başlangıcı pek eski olan bir mücadelenin derin safhalarını tahlil ederek, bunu neticeye bağlamaya çalışıyor.
Bu barışın teessüsü hem cihanın menfaati, hem de bizim menfaatlerimiz içindir. Biz evvela kendi menfaatimize aykırı olan ve bütün cihanın huzurunun bozulmasına sebep olan harbin devamına taraftar değiliz (s. 346).”

Lord Curzon’dan Foreign Office’de Sir E. Crowe’a tel, 15.1.1923
…kapitülasyonların kaldırıldığını antlaşmaya koymak isterken; bunların yerine, Devletlerce onaylanacak ve Türk kanunlarında gerekli reformlar tamamlanıncaya kadarki yıllarda geçerli olacak geçici bir hukuk sistemi koymak zorundayız.
Yoksa bizim kendi hükümlerimizi antlaşmaya koymaktan ve bunlara ya katılırsınız ya da katılmazsınız demekten başka bir seçeneğimiz kalmaz (s. 349).

Gazi M. Kemal’in İzmit’te gazetecilere konuşmasından, 17.1.1923
“Batı Trakya hakkındaki maddeyi Misak-ı Milliye ithal edenler hiçbir şey düşünmemişlerdir. Bunu koyan ben değilim. Bu madde sonradan ithal edilmiştir... Batı Trakya'nın bize geçmesi kuvvet midir? Zaaf mıdır? Bunu düşünmek icap eder...
Şimdi bu özetten bir mana çıkaralım. Görülüyor ki, bizce esas olan kapitülasyonlar meselesinde bir ilerleme var. Boğazlar meselesinin halli, bulunacak şekle bağlıdır. Musul’da ısrar ediyorlar, belli ki vermeyeceklerdir. Karaağaç’ta ısrar ediyorlar, belki vermeyecekler...
Trakya’yı muhafaza için oraya ordular göndereceğimizi düşünmemeliyiz. İstanbul iki parçadan ibarettir. Anadolu tarafındaki parçası emniyetle müdafaa olunabilir. Diğer parçası Trakya üzerinde olduğu için Trakya’nın mukadderatına tâbidir.
Musul bizim için çok kıymetlidir... Bununla beraber Musul’u almamakla muharebeye devam mı edeceğiz? Hatta sizlere soruyorum: Her şey oldu bitti. Musul için harbe devam makul bir şey midir?”  s. 355 - 357

Amerikan Elçisi Grew’un günlüğünden, 18.1.1923
İsmet (Paşa), bizleri kolumuzdan yakalayarak gidişimize mani oldu. Bunun yerine bizleri bitişikteki odaya soktu, yeşil chartreuse likörü sipariş etti ve kadehleri daha önce benzerini görmediğim bir hız ve ritim ile birbiri ardından yuvarlamaya koyuldu.
…her ikimizin de ellerimizden tuttu ve hayatın ne kadar güzel olduğunu söyledi. İsmet, Amerika’yı görmek istediğini söylediğinde çarpıcı ayrıntılar ile kendisini nasıl Paris ve Londra’ya götüreceğimizi, ardından özel bir trenle bütün Birleşik Devletler’i gezdirerek, Niagara şelalesini, Colorado Kanyonunu ve Beyaz Saray’ı göstereceğimizi söyledik. Bunun için yapması gereken şey şu iki antlaşmayı imzalamaktan ibaretti.
Eğer antlaşmaları hazırlamış olsaydık büyük ihtimalle her şeye imzayı basacak durumdaydı (s. 360).

İstanbul’da Y. Komiser V. Henderson’dan Curzon’a rapor, 20.1.1922
Barış yapılınca bugünkü TBMM feshedilecektir ve Gazi buna hazırlanıyor. Seçim için en örgütlü olanlar İttihatçılardır; bunların başında Kara Vasıf vardır ve Gazi’nin düşmanları da bunlar arasındadır. Gazi’nin kendi partisi ise Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk örgütüdür ve birkaç hafta önce bunun siyasi partiye dönüştürüleceği açıklandı (s. 366).

Gazi M. Kemal Paşa’nın Bursa konuşmasından, 22.1.1923
Lozan’da en fazla kapitülasyonlar üzerinde ısrar ediyorlar.
Din, hükümete esas olarak adaleti emretmiştir.
En medeni milletler derecesinde hukuki hükümlerimizi de iyileştireceğiz. Yüz sene, beş yüz sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan kanunlarla, bugünkü toplumları idareye kalkışmak gaflettir, cehalettir... Bu memlekette adli kapitülasyonların teşekkülü, bu gafletimizin, bu cehaletimizin cezasıdır (s. 368).

Amerikan delegesi Grew’un günlüğünden, 28 Ocak 1923
Bugün sekretaryadan antlaşmanın 100 teksir sayfasından oluşan 160 maddelik taslağının Fransızca metnini aldık. Bu metin dört ayrı antlaşma düzenini içeriyordu… / s. 394

Amerikan delegesi Grew’un günlüğünden, 29.1.1923 Pazartesi
Türklere resmi bir yemek verdik. (…) Hasan Bey ile konuşurken, Konferanstaki tavrımızdan heyet olarak son derece memnun olduğunu söyledi. Kendilerini rencide eden yegâne açıklamamız, Ermeni Ulusal Yurdu ile ilgili olandı ama bunu yapmaya mecbur kalışımızı da gayet iyi anlıyorlardı (s. 397).

Amerikan Delegesi Grew’un günlüğünden, 4.2.1923 Pazar
…müttefiklerin hazırlamış olduğu antlaşma taslağının -Türkler imzalasın ya da imzalamasın- bugün öğleden sonra saat 4.00’te konferans masasında olacağını ve sonuç ne olursa olsun Curzon’un saat 9.00 itibariyle gideceğine dair yemin ettiğini biliyoruz (s. 411).

Antlaşmanın imzalanmasını izlemek üzere çağrılma beklentisi içersinde böylece bekledik durduk. Birdenbire saat 8.00’de üst kattaki kapının açılma sesi geldi: Herkes ayağa kalkarak merdivenlere doğru yöneldi. Bir anda İsmet göründü. Silindir şapkasını çıkardı, sağa ve sola doğru hafifçe eğilerek lobideki kalabalığı selamladı ve olabildiğince gülümseyerek oteli terk etti. Tabiatiyle böyle bir hadiseyi unutmam asla mümkün olmayacaktı. Konferans başarısızlığa uğramıştı. İmzalama olmayacaktı... / s. 412

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ARA DÖNEMDE GELİŞMELER
(5 Şubat-22 Nisan 1923)
(s. 415 vd.)

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BARIŞ KONFERANSININ İKİNCİ DÖNEMİ: ÇOK TARAFLI BARIŞ ANTLAŞMASININ VE TÜRK-ABD ANTLAŞMASININ İMZALANMASI
(23 Nisan-8 Ağustos 1923)

İsmet Paşa’dan M. Venizelos’a mektup, 8.6.1923
“Karaağaç’tan her şeyin, hatta evlerin kapı ve pencerelerin bile Yunanistan’a taşındığını haber aldım. Bu hareketlerin önlenmesi ve götürülen eşyanın geri verilmesi için müdahalenizi rica ederim.”

M. Venizelos’tan İsmet Paşa’ya mektup, 8.6.1923
“Mektubunuzu Atina’ya telledim. Karaağaç halkının eşyalarını yok etmesi onların aleyhinedir. Alıp götürüldüğü söylenen eşyalar konusuna gelince, Yunan halkı kendi mallarını istediği gibi kullanabilir ve başka yere taşıyabilir.” / s. 527-528

Yüksek Komiser Vekili Henderson’dan Lord Curzon’a rapor, 24.6.1923
“Türkiye kötüye gidiyor. İç ayrılıklar artıyor. Mustafa Kemal’in sivil halk üzerindeki etkisi uçup gidiyor. Basın, İstanbul’daki milli idareyi her Allah’ın günü sürekli eleştiriyor. Çerkez Ethem’in, milli idareyi despot olarak gösteren, Türk ordusuna saldıran ve İttihat ve Terakki’yi öven mektubu sansüre rağmen basında yayımlandı. Seçimler bir göz boyamadır; Müdafaai Hukuk adayları, seçim özgürlüğü olmadığı için seçiliyorlar. Halk ve Kemalist’ler özellikle doğu illerinde kendilerini güvende hissetmiyorlar. Türkiye'nin gerçek güçsüzlüğü, ‘Ümid’ vapurundaki silahlara İngiliz donanmasınca el konulması olayında açıkça ortaya çıktı. Üzerinden bir hafta geçtiği halde Türkiye bu olayı hâlâ protesto bile edemedi. Fakat asıl tehlike şurada yatmaktadır: Türkiye, mali ve ekonomik bağımsızlığına aykırı gördüğü bir barış yapmaktansa Anadolu'ya çekilip gücünü burada toplamaya yönelmektedir. Buna karşı Müttefikler Anadolu’da fiili tedbirler alamazlarsa, Türkler, borç kuponlarını Sterlinle ödemeye razı olmaktansa barış antlaşmasını imzalamaktan vazgeçerek Konferansı kesintiye uğratabilirler. Bu riski göğüsleyerek Türklerin boyun eğmesini beklemek Müttefik Devletlerin takdirine kalmıştır. Bu takdirde İstanbul’un işgalini sittin sene sürdürmek gerekecektir.” / s. 547

Gazi M. Kemal’den Bayram Dolayısıyla Halife Abdülmecid’e tebrik telgrafı, 25.7.1923
“Şanlı bir barışın imza gününe tesadüf etmiş olarak idrak ettiğimiz bayram dolayısıyla Zâtı akdesi Hazreti Hilafetpenahilerine en kalbi özel tebriklerimi arz ve takdim ederim. -Gazi Mustafa Kemal” / s. 593

BEŞİNCİ BÖLÜM
LOZAN BARIŞININ YÜRÜRLÜĞE KONMASI, DEĞERLENDİRİLMESİ VE YAŞATILMASI

İstanbul’un kurtuluşu dolayısıyla Üsküdar’da mevlüt okundu, 5.10.1923
İstanbul’un yabancı işgalinden kurtuluşu dolayısıyla, 5 Ekim 1923 Cuma günü, Üsküdar Yeni Camiinde, Türkiye şanlı ordusunun sağlık ve güvenliği için dua edildi; şehitlerimizin ruhlarına bağışlanmak üzere hatim indirildi ve mevlüt okundu (s. 656).

İngiltere Lozan Barış Antlaşması ve eklerini onayladı, 15.4.1924

İngiltere, İtalya ve Japonya’nın Lozan Antlaşması’nı onay belgelerini sunmaları üzerine Lozan Barış Antlaşması yürürlüğe girdi, 6.8.1924

Fransa Hükümeti en son Lozan Barış Antlaşması’nı ve eklerini onayladı, 27.8.1924

Bilgi Yayınları, İkinci Baskı, 2012

Ömer Seyfettin Hikâyelerinde Siyasal İdeoloji ve Toplumsal Temalar II. Meşrutiyet'in Türkçü Eleştirisi


Ekin Erdem - Ömer Seyfettin Hikâyelerinde Siyasal İdeoloji ve Toplumsal Temalar II. Meşrutiyet'in Türkçü Eleştirisi

Birinci Bölüm
1. Liberalizm ve Milliyetçilik Çağında Bir Osmanlı Aydını
Osmanlı İmparatorluğu'nda siyasal liberalizmin ilk izleri 19. Yüzyıl'ın ilk yarısında görülmeye başlandı (3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı).
(19. asır boyunca gözlenen liberal hareketlerin amacı açıktır ki imparatorluğun parçalanma sürecinin önüne geçmekti.)
Jön Türklerin iki baskın fraksiyonu olan Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin gruplarının her ikisi de, Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet'ten devralınan Osmanlıcılık idealini benimsemiştiler. Comte'un pozitivizminden esinlenen Ahmet Rıza, düşünürün sosyal statiğe vurgu yapan Ordre (Düzen) ilkesini, Osmanlı halklarının birliğini öne çıkaran Union (İttihat) terimiyle değiştiriyor, sosyal dinamiği ifade eden Progres (Terakki) prensibini ise olduğu gibi bırakarak, başında bulunduğu cemiyete "İttihat ve Terakki" adını kazandırıyordu (s. 14-15).

Günümüzde daha çok Servet-i Fünun edebiyatındaki yeriyle anılan, ancak belki bu özelliğinden daha baskın olmak üzere, 1908 Devrimi'nin ilk birkaç yılının ideolojik söylemini hazırlayan kişi olarak değerlendirilmesi gereken Tevfik Fikret, tıpkı daha önce yazdığı “Sis”, “Tarih-i Kadîm” ve “Sabah Olursa” adlı politik manzumelerinde olduğu gibi, isyanın başlamasından birkaç gün sonra kaleme aldığı "Millet Şarkısı" adlı şiirinde, o döneme kadarki Türk edebiyatında hemen hiç rastlanmayan biçimde doğrudan "devlet" kavramını sorgulamaya açmış ve "Haksızlığın envaını gördük, bu mu kanun? En gamlı sefaletlere düştük, bu mu devlet? Devletse de kanunsa da artık yeter olsun, yeter olsun bu denî zulm ü cehalet" gibi mısralara yer vermiştir (s. 17-18)

10 Ekim 1908'den itibaren Avusturya'da üretilen feslere karşı boykot ilân edilmesi ve bir asker başlığı olan kalpağın takılmaya başlanması, Türkler arasında iktisadi ve kültürel bir milliyetçiliğin doğuşunun ilk belirtileri olarak görülebilir (s. 19).

Ömer Seyfettin'in de "İrtica Haberi" adlı öyküsünde tasvir ettiği üzere, Selanik'te Meşrutiyet'i kurtarma amacıyla toplanan Hareket Ordusu, 24-25 Nisan'daki çarpışmaların ardından İstanbul'a girer ve 27 Nisan'da II. Abdülhamid tahttan indirilir (s. 21).

1864 yılı / sürgünle Anadolu'ya gelenlerden biri de Ömer Seyfettin'in çocuk yaştaki babası Ömer Şevki Efendi idi.
Ömer Seyfettin, 12 Mart 1884'te Gönen’de dünyaya geldi. Kendisinden on yaş büyük bir ablası ve "Kaşağı" hikâyesinde kuşpalazından ölüşünü anlattığı Hasan adında bir kardeşi vardı.

Ömer Seyfettin İstanbul Harp Okulu ile devam eden kariyerinde ilk ilgi gösterdiği edebiyatçı liberal ve hümanist Tevfik Fikret oldu.

Kuşadası Redif Taburu'nda askerlik kariyerine başladığı yıllarda Tevfik Fikret, "Tarih-i Kadîm" şiirini yazmıştı.

1905 tarihli Sahir'e Karşı
Öyküde 21 yaşındaki yazar, büyük ölçüde kendini anlatmaktadır.
…yazarın zihninde askerlik karşısında edebiyatın, avcı karşısında entelektüelin, bedenini çalıştıran karşısında aklını işletenin nasıl konumlandığını açıkça gösterir (s. 26-27).


Ömer Seyfettin, Genç Kalemler Dergisi'nin 18 Aralık 1911'de yayımlanan yeni sayısında yer alan "Primo: Türk Çocuğu" başlıklı hikâyesinde, Meşrutiyet'in ilânından beri hemen hiç anmadığı İttihatçıları "Genç Türkler" adıyla selamlayacak ve "Kenan" karakterinin dilinden, Türk Milleti için kurtuluşun sadece onlardan gelebileceğini ileri sürer (s. 29).

1914 / makaleleri ve hikâyeleriyle Ömer Seyfettin’i iktidardaki İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin en öndeki savunucuları ve propagandistlerinden biri hâline getirmiştir.
(İlerleyen tarihlerde) Meşrutiyet ilkelerinden ne kadar koparsa İttihat ve Terakki’ye o kadar yaklaşmış görünmektedir (s. 33).

İkinci Bölüm
2. "Hürriyete Karşı Milliyet": 1908 Devrimi'nin Siyasal Eleştirisi
Ömer Seyfettin’in öyküleri kronolojik bir sınıflandırmayla ele alınırsa birinci dönemi II. Meşrutiyet’in ilânıyla, ikinci dönemi Balkan Savaşı sırasında düştüğü Yunan esaretinden dönüşüyle, üçüncü dönemi üç yıllık bir aradan sonra hikâyeciliğe yeniden başladığı Yeni Mecmua yazarlığıyla, son dönemi ise Mondros Mütarekesi’nin imzalanışıyla başlatmak mümkündür (s. 34).

…basitçe “devrim aleyhtarlığı” (1908 Devrimi) olarak tanımlanabilecek bu tutumu, yazara şimdiye kadar pek az işlenmiş olan özgün siyasal kimliğini kazandırmış, aynı zamanda toplumsal ve kültürel alanlardaki görüşlerinin biçimlenmesinde de rol oynamış görünmektedir.

Osmanlı parlamentosunun yeniden açıldığı 17 Aralık 1908’den iki gün sonra Aşiyan Mecmuası’nda yayımlanan “İki Mebus” adlı hikâyesi
Bütün İstanbul’un, hatta bütün Türkiye’nin “feylesof” adıyla tanıdığı, dokuz lisan bildiği ve “bir milyona yakın kitap okuduğu” iddia edilen eski vekil -ki her hâlinden Ömer Seyfettin’in hayatı boyunca hiç hoşlanmadığı Rıza Tevfik (Bölükbaşı) olduğu bellidir- genç parlamentere kendi dönemleriyle şimdiki zamanın farkı üzerine uzun bir söylev çekmektedir (s. 35-36).
1908 Devrimi’nin bütün başarısı, tanısı belli bir hastalık karşısında batının sayısız dehası tarafından hazırlanmış bir hapı “şüphelenmeden, tiksinmeden” yutmaktır.

“Gayet Büyük Bir Adam” adlı hikâyede ana tema, bu kez daha baskın olarak, dönemin başıboşluğu ve “millî mefkûre”lerden yoksunluğudur.

Hürriyet Gecesi, adından da anlaşılabileceği gibi İkinci Meşrutiyet’in ilân edildiği günün gecesine ilişkindir.
Hürriyet’in ilân edildiği gün (…) yazar herkes gibi kendini kaybetmiştir.
…kendini tekrar sokağa atar.
…birdenbire “Yaşasın hürriyet!” çığlığını basar ve elinde savurduğu bastonla bir havagazı fenerini parçalar.

Mütareke’den sonra yayımlattığı, (…) “Efruz Bey”le temsil ettiği Meşrutiyet rejimini, artık doğrudan doğruya budalalıkla tanımlamakta ve giderek bir tür “hıyanet” bağlamında değerlendirmektedir (s. 39).

“Küçük Hikâye”, bir mehtap sefasından dönen Niyazi Bey’in, yalısının penceresinden Boğaz’ı izleyerek, dünyadaki bütün insanların kendileri gibi iyi bir eğitim görmesi durumunda savaşların ve ayrılıkların yeryüzünden silineceğini düşlediği bir sahneyle başlar.
Niyazi Bey, Hürriyet’in ilânından sonra imparatorluğun bütün unsurlarını tek bir siyasal ve toplumsal kimlik altında birleştirme amacıyla açılan “Osmanlı Kaynaşma Kulübü”nün kurucuları arasındadır. Kulübün başında bulunan kimseler, Tevfik Fikret’i simgeleyen Şair Sait Bey ve Rıza Tevfik’i (Bölükbaşı) temsil eden Eserullah Nâtık’tır.
Niyazi Bey “Tanzimat dâhileri” tarafından kurgulanan Osmanlılığın henüz bir tohum hâlinde bulunduğunu, kendi emellerinin bu kitleyi “tıpkı Amerikalılar gibi ayrısız gayrısız bir millet yapmak” olduğunu söylemektir (s. 48).

Münif Paşa’dan beri zaman zaman gündeme gelen Lâtin alfabesini benimseme fikri, 1909’da Arnavutların bu alfabeyi kabul etmeleri üzerine Türkler arasında da konuşulmaya başlanmıştır.

…kendisini bir “mefkûreci” (idealist) olarak tanımlayan Ömer Seyfettin’in, siyaset ve kültür alanındaki hemen bütün ölçütlerini idea ya da kavram yerine bu şekilde maddeden ve doğadan çıkarması paradoksal olduğu kadar, yazarın ideolojik yönelimlerinin 19. yüzyıl sonundaki reaksiyoner Fransız sağı ve özelikle Charles Maurras ile olan benzerliğini vurgulaması bakımından dikkat çekicidir (s. 49).

“Ashab-ı Kehfimiz”de “Osmanlı Kaynaşma Kulübü” projesini bu kez Dikran Hayikyan adında bir Ermeni üyenin tuttuğu anı defteri üzerinden ele alır.
Metnin ilk mesajı, İttihat ve Terakki'nin resmi görüşünün aksine, Ömer Seyfettin için 31 Mart'ın rejime ilişkin boyutunun -meşrutiyete karşı mutlakıyeti ya da inkılâba karşı irticayı temsil etmesinin- neredeyse hiç bir önemi olmamasıdır.
…bir çarpıcı unsur ise Tanzimat yönetiminin Türk ve Türkiye tabirlerini resmi evraklardan ya da ders kitaplarından kaldırdıklarına yönelik iddiadır.
Ömer Seyfettin'in iddiasının tam karşıtı olarak, Türk, Türkiye ve Türkistan terimlerinin siyasal ve toplumsal alanlarda kullanıma girmeleri de ilk kez Tanzimat döneminde gerçekleşmiştir (s. 55-56).

(Devrimin ilkelerinden kardeşlik (uhuvvet)'in eleştirildiği ilk öyküsü, “Bomba”dır.
Ömer Seyfettin’in Boris tiplemesinde çizdiği sosyalist imajı, insaniyetçilik (hümanizm) ve savaş aleyhtarlığı (pasifizm) gibi fikirlerle, birkaç yıl sonra Efruz Bey, Niyazi Bey ve Dikran Hayikyan’da hicvedeceği Osmanlıcı aydın tiplemesinin hemen hemen aynısıdır.
Gece yarısı çiftin kapısı, komşuları Melina tarafından çalınır.
Boris çetelerin kendisinin kaçacağını anlayarak baskın yaptıklarını anlar, kalpağını başına alarak evden çıkar.
Bir sonraki sahnede çete mensupları Baba İstoyan’a Boris’le anlaştıklarını, bütün paralarının kendilerine verilmesi şartıyla oğlunun serbest bırakılacağını söyler.
Anlatının bundan sonraki bölümü, Ömer Seyfettin öykülerinde insan doğasının önlenemez ve değiştirilemez bir unsuru olarak kodlanan “itisaf” (zulmetme) arzusuna odaklanır.
Şafak sökerken Magda’ya ve Baba İstoyan’a aldıkları sekiz yüz lira için teşekkür eden komitacılar, anlaşma gereğince Boris’i serbest bırakmak vaadiyle evden ayrılırlar.
Gözden uzaklaşırlarken içlerinden birinin, “Hey Magda, dikkat et, bomban patlayacak!” diye haykırması üzerine can havliyle odaya koşan genç kadının paketi açtığında karşısında bulduğu şey, Boris’in kanlar içindeki kesilmiş kafasıdır (s. 61-62).

Primo Türk Çocuğu, s. 63 vd.

Beyaz Lâle, s. 72 vd.

Üçüncü Bölüm
3. “Medeniyete Karşı Tabiat”: Meşrutiyet Türkiyesinin Toplumsal Eleştirisi
…yazarın nihai ve temel yargısı “milliyeti Allah’ın yaptığı” yönündedir.
Ömer Seyfettin, her ne kadar –kendisini de ikna etmek istercesine- sürekli milletle ırkın farklı kavramlar olduğunu ileri sürüyorsa da benimsediği kuram doğaya dayalı olduğu için en küçük kriz anında milliyetçiliği yeniden ırkçılığa doğru savrulacaktır. Çünkü ırktan (ya da kavimden/ ethnie'den) ayrı olan bir milliyet tanımlamanın tek yolu, kavramı doğa yerine kültürel ya da siyasal bir zeminde temellendirmektir (s. 110).

Sonuç ve Değerlendirme
Ömer Seyfettin, tutarlı ve bütünlüklü bir düşünce sistemine sahiptir.
Modern-öncesi değerlere dayanan bir milliyetçiliğin, Sosyal Darwinizm'in savaşçı ve ayıklanmacı temalarıyla birleştirilmesinden oluşan bu sistem, keskin çizgilerle belirtilmiş iki temel karşıtlık üzerine oturmuştur. Bu karşıtlıklardan biri birey ve toplum, diğeri ise kültür ve doğa arasındadır.

Böyle bir şablonda bireyin önünde sadece iki seçenek sunulur. …uzvî arzularını ve kaprislerini izlemek ya da kendini transandantal bir varlık olarak tanımlanan millete ve onun siyasal görünümü olan devlete adamak, hatta kişiliğini bu unsurların içinde eritmek (s. 111).

Ömer Seyfettin hikâyeleri, İkinci Meşrutiyet Dönemi'ni neredeyse bütün yönleriyle yansıtan ve yine bütün yönleriyle eleştiren yoğun sosyo-politik içerikli anlatılardır (s. 114).
Doktora Tezi, Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa - 2015

23 Nisan 2020 Perşembe

Dücane Cündioğlu - Anlamın Buharlaşması ve Kur’an

Dücane Cündioğlu - Anlamın Buharlaşması ve Kur’an

Hermeneutik Bir Deneyim II

 

Önsöz

Kur’an’ı Anlama’nın Anlamı adlı ilk kitabımızın bir devamı niteliğindedir.

…her yorum eleştirisi, bir süre sonra “yorumlardan bir yorum” hâlini alacak ve tabiatıyla hâkim söylem yine yaşamaya devam edecektir.

 

Arap diline uygunluğu gösterilmedikçe, hiçbir yorum Allah’ın muradını temsil edemez, zira Allah Teâlâ muradını bu dil de, bu dil vasıtasıyla beyan etmiştir.

 

Arap dilini önemseme, Emevilerle başlayan süreçle birlikte Arap dilini kutsallaştırmaya dönüşmüş, Arap dili kutsanınca, Arap kavmi de bu kutsallıktan payını almıştır.

 

1. Bölüm

Kur’an’ı Anlama’nın Mahiyeti Üzerine Felsefî Bir Çözümleme

 

1. Kur'an’ı Anlamak

Bir Kur’an ayetinin hangi anlama geldiğini bilmek isteyeceklerin öncelikle ayetin nasıl ve niçin o anlama geldiğini bilmeleri gerekir.

Kesinliğin olmadığı yerde, doğru ya da yanlış anlam’dan söz edilemez. Dolayısıyla da anlamdan söz edilemez.

 

“Kur’an'ı anlamak" ne demektir?

 

İslâm Mantıkçıları, Mantık'ın konularını tasavvurat ve tasdikat olmak üzere iki bölümde incelemişler, kavramları ve tanımları tasavvurlar kısmına dahil edip hüküm ve önermeler ile akılyürütmeleri ise tasdikat kısmında ele almışlardır.

 

Otoriter Yorum ya da Otoritelerin Yorumu

Safsata vehimlere dayanır, bedihî değildir, aldatıcıdır ve en nihayet insanı heyecanlandırır, duygulandırır ama ona bir bilgi vermez, bir şey öğretmez; onu sadece oyalamış olur. Safsatayı kendisine sanat edinmiş popülizm ise tüm gücünü, halkın safsatayla yetinebilen bir yapıda oluşundan alır (s. 19-20).

 

Anlama’nın nesnel koşullan bulunmadığında, bulunamadığında, anlam’tn kendisini de bulamayız; anlam'ı bulamadığımızda ise metne anlam'ı biz vermek zorunda kalırız. "Bizce verilen anlam”, tabiatı gereği ilzam edici olamayacağından, son tahlilde ikna edici de olmaz ve gücünü, meselâ “yorumun sonu yoktur!”

 

Mahiyet-Muhteva Ayrımı

Kur'an’da Kur’an’ın kendisiyle ilgili olarak, meselâ, vahiy, tenzil, kelâm, kur’an, kitab, ilim, hikmet, huden, şifa, rahmet, nûr, ruh, tebyin, furkan, zikr, nezir şeklinde birçok sıfat geçmektedir

…hepsi de Kur'an'ın farklı yönlerine işaret etmektedirler.

 

Tenzil

Kelâm

Vahiy

(Hz. Muhammet) Furkan, Zikr, Şifa. Nûr, Rahmet – İnsanlar…

 

Mahiyet Soruşturması

Kur’an’ı anlamak demek, bir dili (lisanı), dilde, dille ifade edilmiş bir sözü (kelâmı) anlamak demektir.

 

Lisan’ı ve Kelâm’ı Anlamak

“Bir dili (lisanı), dilde, dille ifade edilmiş bir sözü (kelâmı) anlamak” ile kastedilen nedir?

 

Lisan ve Kelâm

İslâm düşüncesi geleneğinde de lisanullah diye bir kavram mevcut değildir. Kuran Arap diliyle, Arapça'yla nâzil olmuştur ve fakat Allah’ın Lisanı şeklinde değil, Allah'ın Kelâmı olarak tesmiye edilir.

 

Muvâdaa ve Kasd-ı Mütekellim

Kur’an’ı anlamanın ilk şartı, bu lisanı (Arap dilinde kullanılan kelimelerin ve ibarelerin delâlet ettikleri mânâyı) bilmektir.

 

Murad-ı İlahî

 

Metin ve Muhatab

Muhatabın, metnin anlamını çözmesi, genellikle ‘metne anlam vermesi’ şeklinde anlaşılır. Nitekim anlama faaliyetinin ‘yorumlama’ terimiyle ifade edilmesi de bu yüzdendir.

 

Sonuç

 

2. Bolum

“Kur An Dili” Üzerine Bir Soruşturma

Giriş

…ne denmek istendiğini bilmek için, önce ne dendiğini anlamak lâzımdır.

 

1. Nomos ve Physis

Dildeki sözcükler ile bu sözcüklerin delâlet edip gösterdikleri nesneler ve kavramlar arasındaki bağlantı doğal mıdır, doğuştan mıdır, aralarında sahici bir bağ var mıdır…

 

1/a. Doğanın Dili’nden Dilin Doğasına

Herakleitos’a göre tabiatta zıdlar arasında bir düzen, bir ahenk vardır. Lirde ve yayda görülen ahenk büyük düzenin örnekleridir.

Ruh tabiattaki nizamı görür ve onu diliyle ifade eder; gördüğü düzenle ifade ettiği düzen aynıdır, yani bu düzen insan dilinde de bulunmaktadır. Her ikisi de Logos’tur. Bu Logos bütün insanlar için aynıdır. Tabiat daima değişir, fakat bu Logos aynı kalır.

Logos, oluş

 

Ferdinand de Saussure’un (öl. 1913) asırlar sonra, “olguları tanımlamak için sözcüklerden yola çıkmak kötü bir yöntemdir” şeklindeki şikayetinin aksine, Yunanlılar sözcüklerin kaynağına inip sözcüklerin asıl anlamını açığa çıkarmayı (etimoloji yapmayı), doğanın gerçeklerinden birini ortaya çıkarmanın en heyecan verici yöntemlerinden biri olarak kullandılar. Çünkü köke, kökene inmek, doğruya ve gerçeğe ulaşmanın en müessir yoluydu (s. 79).

 

1/b. Doğa’dan İnsan’a

(Aristoteles) sözlerin veya söylenen kelimelerin ruhtaki intibaların sembolü ve işareti olduğunu, yazı ve sözün bütün insanlar arasında aynı olmadığını ve fakat etraftaki varlıkların ve bunların zihindeki intihalarının aynı olduğunu, seslerin ve işaretlerin kendiliklerinden bir anlama gelmediğini (…) kelimelerin insanlar arasındaki bir anlaşmadan doğduğunu, yani ‘doğal’ olmadığını söylemiştir.

 

2. Dillerin Menşei

Ehl-i Sünnet uleması (özellikle Eş‘ariler) dil’in, özellikle Arap dili'nin tevkifî olduğunu söylemekte, buna karşın Mutezilî âlimler bu görüşün aksini savunmakta ve dilin menşeinin ıstılahı olduğunu öne sürmektedirler.

 

2/a. Beyan: Dil Yetisi

…dil yetisi, düşünebilme ve konuşabilme melekesi insanoğlunun kendisinde doğuştan olarak vardır…

 

2/b. Lingua Sacra

 

3. Söylem ve Dil

Türk lisânı Arapça lisânı gibidir, Arapça'nın Türkçe'den farkı Kur’an-ı Kerim’in Arapça nâzil olmasıdır" diyor Gazzâlî

 

3/a. Cennet Ehli’nin Dili

 

3/b. Söylem’in Düzeni

Arap kavmiyetçiliği, birtakım siyasî gelişmelerin de tesiriyle yayılmış, Arap olmayan müslümanlar, toplumun âdeta ikinci sınıf vatandaşları konumuna itilmişti. Hz. Peygamber döneminin hiçbir ırka, hiç bir sınıf ve zümreye ayrıcalık tanımayan o eşitlikçi zihniyeti zamanla çözülerek, onun yerine —Hz. Hüseyin’in de dediği gibi— Cahilî duygular geçmişti.

 

3/c. Söylem’in Gücü

İşin doğrusu, Allah Teâlâ, kendi dillerinde konuşan kimselerin sözlerinin mânâlarını bize bizim anlayabileceğimiz bir dille (Arapça) nakl ve beyan etmektedir, o kadar.

 

3/d. Söylem ve Yorum

Kimse, dilin kutsallaştırılmasının metnin muradını gölgeleyeceğini, ‘gölgelemek’ ne kelime, bizatihi örteceğini ve bu nedenle de anlamın buharlaşacağını düşünemedi.

Anlam lafzın kendisine delâlet ettiği, murad’ın kendisinde tecelli ettiği, muradın kendisiyle ifşa olduğu bir ‘şey’ olmaktan çıkmış, bunun yerine lafız daha da önem kazanmıştı.

Anlam kelâm’da değil, salt lisan’da arandı ve kelâm bir kenara itilince, dileyenler diledikleri gibi diledikleri lafızlara diledikleri anlamlan yakıştırmak amacıyla lisan’ı istismar ettiler.

 

4. Varlık ve Dil

 

4/a. Ehl-i Sünnet’in Görüşü

Eş'arî mezhebinin ünlü Kelâm bilginlerinden Bâkıllanî (öl. 403/1013) et-Temhîd adlı eserinde isimle müsemmâ'nın aynı olduğunu söyler

 

Mâturidî âlimlerinden Ebu Muîn en-Nesefî (öl. 508/1114), Eş'arî âlimler gibi isimle müsemmâ’nın aynı olduğunu söyleyenlerdendir.

 

İsmin müsemmâ ile aynı olduğunu söyleyenlerin böyle bir görüşe zâhib olmalarının ardındaki sebep, Allah’ın sıfatlan konusunda takındıkları tavırla ilgilidir.

 

4/b. Mu‘tezile’nin Görüşü

Buna mukabil Mutezile, ismin müsemmâ’dan ayrı olduğunu iddia etmekle sıfatların kıdemi konusundaki görüşüne uygun bir tavır almış olmaktadır.

 

4/c. Varlığın Mertebeleri

Gazâlî’nin İlcâm’ul-Avâm adlı eserindeki varlığın mertebeleri

1. Hariçteki varlığı (uücud fî'l-a'yân)

2. Zihindeki varlığı (vücud fî’l-ezhân)

3. Dildeki varlığı (vücud fî’l-lisan)

4. Yazıdaki varlığı (uücud fî’l-beyaz’il-mektub)

“Ateş yakıcıdır" denirse, evet’ deriz. Eğer “Ateş kelimesi yakıcıdır" denirse, bu sefer ‘hayır’ deriz. Eğer “Bu kelimeyi oluşturan sesler yakıcıdır” denirse, yine ‘hayır’ deriz. Eğer “Kâğıt üzerine yazılı harfler yakıcıdır” denirse, yine ‘hayır’ deriz. Ancak bize denirse ki “Sesle veya yazıyla zikredilen ateşin kendisi yakıcıdır", işte o zaman ‘evet’ deriz.

 

4/d. Dilin Gerçekliği, Gerçekliğin Dili

Sözü, sözcükleri anlamlı kılan, onlara canlılık kazandıran, hayatiyet veren, sözün, sözcüklerin delâlet ettikleri, karşılık geldikleri varlıktır, varlıklardır; ne ki söz olmadan, sözcük olmadan da varlık suskunluğa, sessizliğe, anlamsızlığa gömülürdü, hatta var olamazdı, çünkü varlığını ifade edemezdi.

 

Sonuç

Doğada hiçbir nesne tek başına değildir ve hiçbir şey tek başına varolmamaktadır.

Bu bakımdan varlığı anlamaya çalışmak, aslında, değişik varlık mertebelerinden meydana gelen bu bütünlüğü anlamaya, bu bütünlüğe ulaşmaya çalışmak demektir.

Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'in dile getirdiği gerçekleri anlamak istediğimiz kadar, dile getirilen gerçekliğin mahiyetini de bilmemiz gerekmektedir. Çünkü dil’e getirilen (dil’de temsil olunan), aslında gerçekliğin kendisi değil, onun bir temsilidir.

 

6 Basım, Kapı Yayınları

 




Ali Osman Ateş - İslam'a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Adetleri

Ali Osman Ateş - İslam'a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Adetleri

Beyan Yayınları (1996)


 

Önsöz

İslâm Hukûku'nun ikinci kaynağı, Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerini ihtiva eden Sünnet'tir. Bu açıdan İslam’ı hükümlerin çoğu Sünnete dayanmaktadır.

…müsteşrikler, Hz. Peygamber'in Kur'ân dışında hiç bir sünnet ya da hadis bırakmadığını, / İslâm cemaatinin uyguladığı Sünnetin Hz. Peygamber'in Sünneti olmayıp, Kur'ân vasıtasıyla tâdile uğrayan İslâm öncesi Araplarının örfü olduğunu, / ileri sürmüşlerdir.

 

Çalışmamızın birinci bölümünde ibadetlerle ilgili uygulamaları ele aldık.

İkinci bölümde ise, aile ve miras Hukûku ile ilgili örf ve âdetler yer almaktadır. Üçüncü bölümde de, savaş, ganimet, kölelik, şahitlik, suçlar ve cezaları, yiyecek ve içeceklerle ilgili uygulamalar, alış verişle ilgili örf ve âdetler araştırmamıza dahil edilmiştir.

 

Birinci bölüm

İbadetlerle İlgili Örf ve İbadetler

Abdest

Tevrât'ta yer alan ifadelerden, Yahudilik'te ibadetleri yerine getirmek için İslam'daki abdeste benzer bir uygulamanın mevcut olduğunu görmekteyiz. / Tevrat, Çıkış 30/17-21.

Burada dikkati çeken husus, su kullanılarak ellerin ve ayakların yıkanılması, bunun Toplanma Çadırına girildiği zaman veya ibadet edilerek mezbaha yaklaşıldığı zaman yapılmasıdır.

 

Bugün Hıristiyanlık'ta abdeste benzer bir uygulama görmemekteyiz.

 

İnciller'de verilen bilgilere göre, Hz. İsa zamanında Yahudilerin yemekten önce ellerini yıkadıkları, yıkanmamış elleri murdar kabul ettikleri anlaşılmaktadır. Nitekim, Yahudiler, ellerini yıkamadan yemeğe oturan Havarileri ayıplamışlardır.

Matta, 15/1-3, 17-20; Markos, 7/1-5; Luka, 11/37-38.

 

Yahudilik'te, gerek erkek olsun gerek kadın olsun, özürlü oldukları zaman murdar kabul edilmişlerdir. Bu durumdaki kadın veya erkeğin dokunduğu şahıs veya eşyalar murdar sayılmaktadır. Özürlü kimseye dokunan şahsın bedenini ve elbisesini yıkaması gerekmekte, yıkandıktan sonra akşama kadar murdarlığı devam etmektedir.

 

İslâm, özürlü kimselerin murdar olması fikrini reddetmiştir.

 

Yahudilik’te cünüblükten dolayı yıkanmanın gerektiğini görmekteyiz.

 

Tevrât, kendisine veya leşine dokunulduğu zaman murdar olunan hayvanları bildirmiştir. Bunlar, çatal tırnaklı olmayıp geviş getirmeyen hayvanlar ile dört ayaklılardan pençesi üzerinde yürüyen hayvanlardır. Gelincik, fare, bukalemun gibi yerde sürünen hayvanlar da buna dahildir. / Tevrât, Levililer, 22/5-7

İslam, özürlü, hayızlı veya cünüb bir kimseye dokunan kimsenin murdar olacağını kabul etmemiştir.

 

Hz. Peygamber, Müslümanların idrardan sakınmalarını emretmiş ve idrardan dolayı kabir azabının mevcut olduğunu haber vermiştir.

 

Hıristiyanlık'ta mecburi bir yıkanma olarak vaftiz uygulamasını görmekteyiz.

 

Markos İncilinde Hz. İsa’nın: "iman edip, vaftiz olan kurtulacaktır, fakat iman etmeyen mahkûm olacaktır"  dediği nakledilmektedir. Hıristiyanlığın, Hz. İsa’nın bu sözündeki "iman etmek" tabirinden çok, "vaftiz olmak" lafzına takılıp kaldığını görmekteyiz.

 

Hıristiyanlık'ta vaftiz, ilk günahı silmek ve Hıristiyanlaştırmak için yapılan kutsal bir işlemdir. Vaftiz, ilk günahı ve vaftiz gününe kadar yapılan kusurları ortadan kaldırır, vaftiz edilen kimseyi, Tanrının mağfiretinden yararlandırır.

 

İslâm, aslî suçu ve insanların günahkâr olarak dünyaya geldiğini kabul etmez. İslâm'a göre, bütün insanlar günahsız ve suçsuz olarak dünyaya gelirler.

Bu konuda; Kur'ân-ı Kerîm: "Kimsenin, başkasının işlediği bir suç veya günahın vebalini çekmeyeceğini" bildirmiştir.

 

Katolik mezhebinde, vaftizde su kullanılır, su ve şarap dökülür, İncil 'den parçalar okunur. XV. yüzyıldan beri Batı Kilisesi'nde genel vaftiz uygulaması, vaftiz edilenin başına su dökülerek yapılır. Doğu Kilisesi ise, vaftizi, önce adamı suya daldırarak, sonra gövdenin bir kısmını suya sokarak yapmaktadır. Vaftiz edilenin üstüne su serpmekle uygulanan vaftiz işlemi de geçerlidir.

 

Namaz

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim’in: "Rabbim! beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle!" diye duâ ettiğini haber vermektedir.

 

Mittwoch, Müslümanların namazındaki rükûyu, Yahudi ibadetindeki "Kerî'a"ya benzetmektedir!

Talmud'da İbrahim’in sabahları erken kalktığı, şafak vaktinde Tanrı'ya ibadet ettiği, Yahudilerin "Şaharit" ibadetinin İbrahim’den kaldığı kaydedilmiştir.

Yahudilerin, öğle vakti yaptıkları "Minha" ibadetinin İshak’tan, akşamleyin yaptıkları "Maarib" ibadetinin Ya'kub'tan kaldığı zikredilmektedir.

 

. A. J. Wensinck de, "Salât" kelimesinin daha önceki dillerde de mevcut olduğunu söylemekte ve namazla, Yahudi ve Hıristiyanların dini ayinleri arasındaki benzerliklerle ilgili tesbitlerde bulunmaktadır. Wensinck'in kaydettiğine göre: "Arâmice selota kelimesinin iştikâki çok açıktır, kökü olan sl-'arami dilinde katlamak, bükmek manalarına gelir. Se- lota bir mastar ismidir ve "katlamak" vb. fiillere delâlet eder.

 

Yahudi şeriatındaki "kavvana"nın, İslâm ibadetindeki niyete tekabül ettiği ileri sürülmüştür.

Yahudilerde, sabah ibadetinde "Tallit" denilen bir örtü örtünülür. Bütün vakitlerde, "Tzizith" (Saçaklı) dış elbise olarak giyilirdi.

Yahudilik'te ibadet esnasında erkeklerin başlarını örtmeleri gerekir.

İslâm'da ise, setr-i avret namazın şartlarından kabul edilmiştir.   Ancak, günlük ibadet esnasında Arba Kanfoth, Tallith, Tzizith gibi hususi bir elbise giyme mecburiyeti yoktur

 

Yahudilik'te, günde üç adet tayin edilmiş ibadet vakti vardır. Bunlar, sabah, öğleden sonra ve akşamdır. Sabah ibadeti şafağın sökmesinden, günün üçte bir vakti girinceye kadar, öğleden sonraki ibadet, güneşin batmasından biraz önceye kadar, akşam ibadeti, akşam karanlığının biraz öncesinden, şafağın sökmesine kadar ezberden okunarak yapılır.

 

Yahudilik'te günlük ibadetin başlıca özelliği Tefıllahtır. Tefillah'ın özü niyazdır, fakat şimdi "Amidah" (Kıyam) olarak bilinmektedir. Amidah, ondokuz (aslında onsekiz) duâdan ibarettir, bunlar ezbere okunur.

 

Yahudilik'te; ibadet esnasında "Misrah" (Doğu Yönü) denilen Kudüs yönüne dönülür. Yahudilerin evlerinde de, bu yönü göstermek için duvara "Misrah Levhası' asılmaktadır.

 

Hıristiyanlık'ta önceleri yedi defa ibadet yapılırken, günümüzde, kilise de günde iki vakit ibadet ve dua yapılmaktadır. Sabah ve akşam yapılan bu ibadetler için, tesbit edilmiş muayyen bir vakit yoktur.

 

İslâm, ibadetlerin yerine getirilmesinde ruhban sınıfı kabul etmemiştir. İslâm'da, yeterli bilgisi olan, imamlık şartlarını taşıyan her Müslüman, namaz kıldırabilir.

 

Hıristiyanlar da, Yahudiler gibi Kudüs'e dönerek ibadet etmektedirler.

 

Yahudiler'de "on emrin" dördüncü maddesinde yer alan en önemli ibadet, Sebt (Cumartesi) günü ibadetidir. Tevrât'a göre, Yahova dünyayı altı günde yaratmış, yedinci günde istirahat etmiştir. Bunun için, bu günde ibadeti bırakıp çalışmaya ruhsat vermemiştir. Bu sebeple Yahudiler altı gün çalışır, yedinci gün hiçbir şey yapmazlar, bütün gün ibadetle meşgul olurlar. Sebt günü, Cuma akşamı başlar, bu vakitte Yahudiler sinagoga gitmek zorundadırlar.

 

Hıristiyanlık'ta haftalık ibadet Pazar günü yapılmaktadır. Çünkü onlara göre, Hz. İsa (İsus Hristos), çarmıha gerilip öldükten sonra pazar günü dirilmiştir. Hıristiyanlık'ta en büyük ibadet, pazar günü yapılan ve altı saat süren haftalık ayindir.

 

Câhiliye devrinde de, Cum'a ile ilgili bazı uygulamalar göze çarpmaktadır. Nitekim Câhiliye devrinde, Kâ'b b.Lüey b.Galib b.Fihr b.           Malik'in Kureyş'i Cum'a günü toplayıp, içinde bir de hutbe kısmı bulunan haftalık bir ibadet icra ettiğini görmekteyiz. O devirde bu ibadete, "Yevmü'l-Arûbe", (Araplık Günü), yahut "Ma'rûzât" (Açıklama) Günü adı verilmekteydi.

 

Yahudilik'te bayramlar

Yahudilik'te bayramlar ve dini törenler, kaynağını Tevrât'tan alan özel Yahudi takvimine göre düzenlenir.

 

Yas Günü

Sebt günü gibi, bir gelenek niteliği kazanmış bir gündür, İsrailoğulları'nın I. ve II. tapınaklarının (m.ö.586-570) yıkılışı dolayısıyle bir yas günü olarak kabul edilmiştir. Bugün, Ab (Temmuz- Ağustos) ayının 9. günü, güneşin batması ile başlar, ertesi gün gökte üç yıldız görününceye kadar sürer. Bu süre içinde yenilip içilmez, oturulup Yeremya'dan ağıtlar okunur.

Bu süre içinde evlenme, düğün-dernek, eğlence yapılmaz, son dokuz günde et yenmez şarap içilmez.

 

Yeni Yıl Bayramı (Roş Ha Şana)

Yahudi takviminin Tişrî ayının birinde yapılır. On keffaret gününün birincisidir. Son güne, Büyük Keffaret Günü (Yom Kippur) denilir. Yahudilere göre, yılbaşı bayramı evrenin yaratıldığı ilk güne denk gelir. Bu, eski Babil inançlarından kalmadır. Bu günde Yahudiler, ailecek sinagog'a gider, eve dönünce baba "Kidduş" okur, dua edilir, bala batırılmış ekmek, bir tatlı elma yenilir. Öğleyin yıkanılır, Tevrat okunur.

 

Büyük Kefaret (Yom Kippur)

Tişri ayının 10.günü kutlanır. O gün oruç tutulur, oruca önceki akşam güneş batarken başlanılır. Yom Kippur arefesinde yemekten sonra sinagoga gidilir, evden çıkmadan ölülerin ruhları için büyük bir mum yanar. Mum, o gece ve ertesi gün sürekli olarak yakılır. Gün boyu sinagogta ayin yapılır.

 

Purim Bayramı

Adar ayının 14. günü kutlanır. İranlılar Filistin'i ele geçirince, tüm Yahudileri öldürmek için toplamışlardı (M.Ö.480), bu sırada Ester adlı bir Yahudi kızı, kıral Ahas verus (Kserkses)un yanına varır ve İran'lı vezir Haman 'ın, bütün Yahudileri çoluk çocuk demeden öldürmeye hazırlandığını söyler ve Yahudilerin bağışlanmasını sağlar. Ester'in bu kıralla evlendiği de nakledilmektedir. İşte bu olayı anmak için, Purim bayramı kutlanmaktadır. Bu bayramda sinagoga gidilir. Kutsal Kitab'ın Ester bölümü okunur. Yahudiler değişik kılıklara girerler, çocuklar Haman'ın ismi geçtikçe gürültü yaparlar. Evlerde şölenler düzenlenir, tanıdıklara hediyeler gönderilir.

 

Pessah-Pagues (Hamursuz) Bayramı

Nisan ayının 19.da başlar ve bir hafta sürer. İsrailoğullarının Mısır'dan çıkışı dolayısıyle düzenlenir. Bazı araştırıcılar, bunun ilk çağlardan kalma bir ilk bahar bayramı olduğunu da ileri sürmektedirler.

 

Hanukka Bayraını

Kisler ayının 25. günü başlayıp, bir hafta sürer. İlk gece bir mum yakılır, sonra her gece bir mum daha ilave edilir, sekiz kollu Hanukka şamdanı bu şekilde dolar. Sekiz mumu yakmak için dokuzuncu bir mum kullanılır. Mumlar gece yanar, bu süre içinde iş görülmez, yalnız oyun oynanır, dinle ilgili hikâyeler anlatılır.

 

Sukkoth (Kamış-Çardak) Bayramı

Yom Kippur'dan hemen sonra, Tişri 'nin 15.de, Yahudiler Çardak Bayramı için, bir gölgelik olan kulübeleri hazırlarlar.

Bunun, daha eski çağlardan kalma bir bağbozumu bayramı olduğu ileri sürülmektedir.

Hurma, söğüt, mersin, limon dalları bir arada dört yöne sallanılır ve bu sırada ilahiler, mezmurlar okunur. Dallar daha sonra, Tanrı'ya şükran alameti olarak bir alayla sinagoga götürülür. Bu dört bitki, işbirliği yapan insan tiplerini temsil eder.

 

Haftalar Bayramı

Tevrat: "Kendine yedi hafta sayacaksın, ekine orak salmaya başladığın vakitten yedi hafta saymaya başlayacaksın. Allah'ın Rabbe Haftalar Bayramı'nı tutacaksın" demektedir.

 

Şavvot (Pentecôte) / Gül Bayramı

Hz. Musa'ya on emrin verildiği gün olup, Pesah'tan elli gün sonradır. Gül Bayramı olarak adlandırılır.

 

Hıristiyanlık'ta Yıllık İbadet ve Bayram Günleri

 

Noel

Noel Bayramı Hıristiyanlığın en büyük iki bayramından olan "Noel", Hz. İsa'nın doğum günü olarak Aralık ayının 25. günü kutlanır. Bu bayrama Epiphaneia da denilir. Ortaçağ başlarında Noel, Doğu'da 6 Ocakta kutlanırdı. Gregorius'un teklifi üzerine, Doğu Hıristiyanları da Noel'i 25 Aralıkta kutlamaya başladılar.

İlk Noel, 336'da kutlandı.

Romalılar'ın İran'dan aldıkları Mitra dinindeki Ölümsüz Güneş Tanrısı'nın doğum günü bayramını, Hristiyanlar, Hz. İsa için kutlamaya başladılar. Bu putperest Roma bayramı, 21-31 Aralık tarihleri arasında kutlanıyordu.

 

Paskalya

Hz. İsa'nın dirilişini dile getiren bu bayram, Hıristiyanlığın en büyük bayramı sayılır. Nisan ayının 15'inden sonraki pazara tesadüf eder. Hıristiyanlığa göre, Hz. İsa öldükten üç gün sonra dirilmiştir. Paskalya bir hafta sürer ve bu süre içinde, Hz. İsa'nın çektiği cefaları dile getiren İncil metinleri okunur.

 

Meryem Ana Günü

Ağustos'un 15'ine yakın pazar günü yapılır.

 

Haç Yortusu

Kudüs'ten İran'a götürülen haçın geri alınmasıyla ilgilidir ve Eylülün 15'inde yapılır.

 

Azizler Bayramı

Bütün mezhepler, bütün Hristiyan azizlerinin anılarına törenler düzenlerler, bayram yaparlar.

 

Dies Natalis

Katolik mezhebine göre, din şehitlerinin öldükleri günlerle ilgili bayramlardır.

 

Bağbozumu Bayramı

Doğu Kilisesi'ne bağlı mezhepler arasında, üzümlerin toplanması sonucu, şarap yapımı dolayısıyla düzenlenen bayrama ya üzüm Bayramı, ya da Bağbozumu Bayramı denilir. Bu bayram, Eski Çağ'ın çok tanrıcı dinlerinden, özellikle, Dionysos 'un bir şarap tanrısı olarak kutsandığı dönemlerden kalmalıdır. Aslında Hıristiyanlık'la bir alakası yoktur.

 

Hamsin

Katolik kilisesine göre, Havariler'in üzerlerine Kutsal Ruh'un indiği döneme "Hamsin" denilir. Yahudilik'te ise Hz. Musa'ya on emrin gönderildiği zamandır. Hıristiyanlığa Yahudilikten geçmiştir ve diğer bir adı da "Gül Bayramı" (Şavvot/Pentecôte)dir. Paskalya'dan itibaren elli gün sürer.

 

Cahiliye Devrinde Yıllık İbadet ve Bayram Günleri

Kurban Bayramı

 

Medineliler'in Bayramları

Cahiliye devrinde Medineliler'in iki tane bayramları vardı ve bugünlerde oyun oynar, şenlik yaparlardı.

Bazı kaynaklarda Cahiliye devrinde Medineliler'in kutladıkları bu iki bayram gününün, Nevruz ve Mihrican günleri olduğu zikredilmektedir.

 

Yağmur Duası (İstiska)

Yahudilik'te de mevcut

Kitab-ı Mukaddes'te, İlya'nın yağmur yağması için dua ettiğinden bahsedilmektedir

 

Hıristiyanlık'ta da mevcut

 

Cahiliye devrinde de mevcut

Câhiliye devrinde Araplar, fiilleri Allah’tan başkasına isnad ediyorlar ve yıldızlar kendilerine yağmur yağdırarak, rızıklandırır sanıyorlardı.

 

Cenaze İle İlgili Uygulamalar

Yahudilik'te ölü, dinî bakımdan murdar sayılmaktadır. Tevrat ölüyü, "abi abot ha tumea" (murdarların murdarı) diye nitelendirmektedir. Yahudilik'te kahin soyundan olanlar, içinde ölü bulunan eve giremezler. Ölü çıktıktan sonra da, belirli temizleme seremonilerinden sonra girebilirler.

Yahudilik'te, ölen bir insana dokunan, yedi gün murdar olur, böyle bir kimsenin üçüncü ve yedinci günlerde yıkanması gerekir, aksi halde hep murdar kalır.

 

Yahudilik'te, cenaze ile Hebra Kaddişa (Kutsal Birlik) mensubu kadın ve erkekler ilgilenirler. Bunlar, ölüyü soyar, yıkar, kefenlerini giydirip tabuta koyarlar.

Yahudilik'te ölü, üstü örtülü olarak teneşire yatırılır, Hebra üyeleri etrafına toplanır. Ölünün üzerine usulünce bir ılık su dökülür, daha sonra bol su dökülerek, Tevrât'tan: "Çünkü o günde sizi tathir etmek üzere sizin için kefaret edilecektir. Rabbin önünde bütün suçlarınızdan tâhir olacaksınız" cümleleri söylenilir.

 

Yahudilik'te, ölü kurulandıktan sonra kefeni, daha doğrusu cenaze elbisesi giydirilir. Bu elbise, herkes için birdir. Rabbi Gamliel II, bütün ölülerin eşit beyaz giysilerle gömülmesi âdetini koymuştur. Bu elbise, beyaz bezden takke, gömlek, don, kuşak ve kemerdir. Erkeklerde, buna bir de dua atkısı eklenir.

 

Yahudilik'te cenaze alayı yola çıkmadan önce 90 ve 91. Mezmurlar'ın son parçaları ile Rabbi Nehunya ben ha-Kana'ya ait olduğu söylenen şu dua okunur: "Duy kavminin yakarışını, götür bizi temizliğe, ey yüceler Yücesi!"

Bir Yahudi, cenaze alayını gördüğü zaman, cenaze ile birlikte gider ve "Selâmetle git" temennisinde bulunur.

Ölüler sinagoga alınmaz, sadece Hahambaşı ile Hahamların ölüleri alınabilir. Sinagogun içine alınan cenaze sinagogta yedi defa dolaştırılır ve bu esnada "Şofar" denilen bir boru öttürülür.

 

Ölünün yüzü doğuya, Yeruşâlim Tapınağı'nın bulunduğu farz edilen tarafa doğru çevrilir. Sonra bir kürek toprak ölünün veya tabutun üzerine serpilir ve gene dua edilir. Artık kürek elden ele geçer, ama doğrudan doğruya ele verilmez, yere bırakılır, daha sonraki de oradan alır.

 

Gömme töreninden sonra, cemaate yemek vermek âdettir.

 

Doğu ülkelerindeki Yahudilerde, ölünün hemen, mümkünse ölüm günü gömülmesi âdettir. Bu uygulama İslâm'da da vardır. Hz. Peygamber: "Cenazeyi çabuk kaldırın, hayır sahibi ise onu bekletmeden hayra iletmiş, şer sahibi ise, o şerri boynunuzdan atmış olursunuz"

 

İslâm, Yahudilik'teki, gömme töreninden sonra, cenaze sahipleri tarafından cemaate yemek verilmesi uygulamasına yer vermemiştir. Ölü sahiplerinin, l-3 günlerle hafta sonunda ziyafet vermesi ise mekruh sayılmıştır.

 

Hıristiyanlık'ta bir kimse öldüğü zaman göğsünün üzerine haç konulur. İncil 'den parçalar okunur,

 

Ölüye bütün temizlik işlemleri yapıldıktan sonra, yeni elbiseler giydirilir, tabuta konulur. Tabutta ölünün yüzü açık bırakılır, elleri göbeğinin biraz yukarısında, gövde ile haç oluşturacak biçimde üst üste konulur.

 

Hıristiyanlık'ta, Yahudilik'te olduğu gibi, ölüyü omuzda götürme geleneği yoktur.

 

Bir ölü gömüldüğünde, papazın, onun mezarı başında bir konuşma yapması, onun iyiliklerinden, durumundan, ailesiyle olan bağlantılarından, geride kalanların onun ölüsü karşısındaki tutumundan söz etme geleneği vardır.

 

İslam, ölülerin yakılmasını kesin olarak reddeder, çünkü İslam’da cenazeler defnedilir, mezarlara gömülür.

Câhiliye devrinde, "Beliyye" denilen bir uygulama daha görmekteyiz. Buna göre, Câhiliye devrinde ölenin mezarının yanına bir deve getirirler, devenin başını, sırtından arkasına veya göğsünden karnına doğru bağlarlar, boynuna bir halka takarlar ve hayvanı ölünceye kadar mezarın yanında bu şekilde bırakırlar veya mezara gömerlerdi. Buna "Beliyye" derlerdi.

 

Hz. Peygamber, ölüm ilanını yasaklayarak, bunun Cahiliye devri fiillerinden olduğunu bildirilmiştir.

 

Cahiliye devrinde, cenazeye katılanların bir takım aşırılıklarda bulunduklarını görmekteyiz. Cenazeye katılanlar, üzüntülerini dile getirmek için elbiselerini değiştirir, mâtem elbisesi giyerlerdi. Hz. Peygamber bu hususu yasaklamıştır.

 

Oruç

…oruç Yahudi ve Hristiyanlara da farz kılınmıştır.

 

Yahudilik'te oruç, bazen nefsi kırma, bazan da cefa vasıtası sayılmış, bazan da, Allah’a yaklaşma vesilesi kabul edilmiştir.

Yahudilik'te, tutulması gerekli görülmüş yegane oruç, Yom Kippur adı verilen keffâret orucudur. Yahudilerce mağfiret günü olan Yom Kippur, yılbaşı olan Tişri'nin 10.günü olup, Ekim ayının sonuna rastlamaktadır. İbranice Tevbe Günü demektedir.

 

Yahudilik'te yeni yılın ilk on günü Eyyâm-ı Tevbe 'den sayıl-makta ve "On Yevm-i Nedamet" diye adlandırılmaktadır.

 

Dâvûd'un Orucu.

Bu oruç, Ramazan ayının dışında bir gün yiyip bir gün tutmak suretiyle olup, hadislerde belirtildiği gibi nafile oruçların en efdallerindendir.

 

İslâm, sükût orucunu tasvib etmemiştir.

 

İslâm'da oruç, sadece Allah rızası için ibadet maksadıyla tutulur, onun açlık grevine dönüştürülmesi kabul edilmez.

 

Yahudilik'te olduğu gibi, İslâm'da da bayram günlerinde oruç tutulmasına izin verilmemiştir.

 

Yahudilik'te, erkek çocuklar 12 yaş ve bir aylık olunca "Bar Misva" yani "Şeriatın oğlu" sayılır, artık Yahudi Şeriatına uymaya mecburdur. Bundan sonra, onun yaptıklarından babası sorumlu değildir.

 

Yahudilik'te yeni ayın başlangıcını tesbit için, ayın gözlendiğini görmekteyiz.

 

İslâm da, Ramazan ayının ve bayram günlerinin tesbitinde rü'yet-i hilâli esas almıştır. Hz. Peygamber, Ramazan hilâli görülünce oruç tutulmasını, Şevval hilâli görüldüğünde orucun bırakılmasını, hava bulutlu olup hilâl görülmediği takdirde orucun otuz güne tamamlanmasını emretmiştir.

Hıristiyanlık'ta oruç ve perhiz, aynı mânâda mütâlaa edilmiştir. Maksat, vücuda belirli zamanlarda eziyet etmek, nefsani arzuları kırmak, işlenmiş bazı günahların cezasını çekmeye bu dünyada çalışmaktır.

 

Hz. İsa, oruç hakkında şöyle demektedir: "Oruç tuttuğunuz zaman iki yüzlüler gibi surat asmayın. Zira onlar oruç tuttuklarını insanlar görsünler diye suratlarını asarlar. Doğrusu size derim: Onlar karşılıklarını aldılar. / Matta, 6/16-18,9/14-17; Markos, 2/18-22; Luka, 5/33-38.

 

Bugünkü Hıristiyanlık'ta oruç, hiç bir surette mecburi olmayıp, çok nadir olarak oruç tutan papazlara da, hafif bir kahvaltı, tam bir öğle yemeği ve hafif bir akşam yemeği izni verilmiştir.

 

Hıristiyanlık, oruç mükellefiyetinin bitişi ile ilgili olarak, altmış yaş sınırlamasını koymuştur.

 

Haram aylar olan Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarının perşembe, Cuma ve Cumartesi günlerinde ve Zilhicce'nin ilk dokuz gününde tutulacak oruçlar müstehaptır.

 

Zekat

Kitâb-ı Mukaddes 'te, konumuzla ilgili metinler yer almaktadır. Bunlarda İsrâiloğullarına, yıldan yıla mahsullerin ve sürülerin ondalıklarının ayrılıp, ilgili yerlere sarf edilmesi emredilmektedir. Bu durumdan, Kitâb-ı Mukaddes'e göre, İsrâiloğullarına ilgili malların onda birini zekât olarak ödemelerinin emredildiği, hususunu çıkarabiliriz.

 

İslâm, zekâttan pay alacak kimseler konusunda garib (yolda kalmış) kimse dışında, elde mevcut Tevrât'ı tasvib etmemiştir. Yine İslâm, zekâttan pay alabilmek için fakir olma şartını getirmiştir.

 

Yahudilik'te olduğu gibi, zekâtın devlet eliyle toplanması İslam’da da vardır.

 

İslâm'daki sadaka-i fıtır, Yahudilik'teki gibi mabedler vs. yerler için değil, sadece fakirler için verilir. Ayrıca İslâm'daki sadaka-î fıtır bir defaya mahsus olmayıp, her yıl devam eden bir ibadettir.

 

Tevrat, sadaka vermeyi teşvik etmektedir

 

Hac

Reyiah ziyareti de denilen ve Beyt-i Makdis'e yapılan hac, küçükler, körler, kadınlar, akıl ve beden hastaları hariç, bütün Yahudilere farz idi.

İslâm da, haccın farziyeti için akıl ve beden sağlığını şart koş-muştur. Kötürümlere, körlere ve delilere haccın farz olmadığını bildirmiş,

 

İslâm'da hac yapacak yer ise, Arafât ve Ka'be'dir.

 

İslâm da, hac ibadeti için belirli bir zaman kabul etmiştir. Bu, Arafat'ta vakfe için, Arefe günü zeval vaktinden, Kurban Bayramı'nın 1. günü fecrin doğuşuna kadar olan zamandır. Farz olan Ziyâret Tavâfı için ise bu vakit, Zilhicce'nin 10. günü bayram sabahı tan yerinin ağarmasından sonra başlamaktadır. Bu tavafın Arafat'ta vakfeden sonra yapılması şarttır. Kurban kesme günlerinde, bayramın 3. günü akşamı güneş batıncaya kadar yapılması ise vâciptir.

 

Hz. Peygamber: "Kendisini Beytullâh'a götürecek azık ve binit bulan kimsenin, haccetmemesi halinde Yahudi veya Hıristiyan olarak öleceğini” bildirmiştir. / Tirmizî, Sünen, III, 176.

 

Cahiliye devrinde de ihrâma girme uygulamasının mevcut olduğunu görmekteyiz.

Cahiliye devri Araplarının, ihrâmdayken hayvan eti ve yağ yemeyerek perhiz yaptıkları kaydedilmektedir.

 

İslâm, ihrâmlı iken tıraş olmayı yasaklamış ve bunu keffâreti gerektirecek bir davranış saymıştır.

 

Kurban

Tevrât, kurbân konusunda açık fikir vermekten uzaktır. Kurbânla ilgili bilgiler Levililer'de yer alır.

İslâm'da kurban kesme işi, kimsenin tekeline verilmemiştir. Hz. Peygamber ve ashabı kurbanlarını bizzat kendileri kesmişlerdir.

Tevrât'taki bilgilerden anlaşıldığına göre, insan kurban edilmek üzere adanır ve bu adak yerine getirilirdi.

…Yahudiler, insanı, özellikle çocukları kurban olarak adamakta ve bunu yerine getirmekteydiler.

 

Yahudilik'te yemekli kurban çeşitlerinden birisi, Fısıh kurbanıdır. Fısıh, Yahudilerin Mısır'dan çıkışını sembolize etmek üzere Nisan ayında 7 gün süreyle kutlanılan bir bayramdır. Bu bayramda bir kuzunun kurban olarak kesilip yenilmesi adettir.

Fısıh diğer kurbanların aksine, ailevi bir mahiyet taşır. Bu açıdan aile reisince kesilmesi gerekir. Haşlanmış olarak yenilemez, ancak ateşte kebap yapılarak yenilir. Fısıh kurbanının kanı evin kapısına ve eşiğine serpilir.

 

(İslam’da) Bir ailede mali durumu uygun olan herkesin kurban kesmesi gerektiği belirtilmiştir.

 

Yahudilik'te, yakılan kurban çeşidi de mevcut olup, Tevrat'ın çeşitli yerlerinde bundan bahsedilmektedir.

 

Tevrat'a göre, yakılan takdimenin yağını yemek yasaktır, yiyen kimse kavminden atılacaktır. Yakılan takdime olarak, kumru ve güvercinin de sunulduğunu görmekteyiz.

Yahudilik'te ateşte yakılan kuzu eti, ekmek ve un en başta gelen takdimelerdir.

Hz. Peygamber kurbanların en makbülünün iki boynuzlu koç olduğunu bildirmiştir.

 

İslam'a göre kurban kesen kimse kurbanından yiyebilir, başkalarına da yedirebilir.

 

Hıristiyanlık'ta kurban, verilen sözün tutulmadığı anlarda, günah işlemiş sayılmamak için Allah'a karşı bir şey yapmaya söz vermek şeklinde telakki edilmiştir. Katolik Mezhebi'nde ise kurban, Hz. İsa 'ya verilen bir isimdir.  Hıristiyan Araplar ise kurbana daha değişik bir mana vererek, "Kuddas" (Kudas), yani Hıristiyanların ayin yaparken yedikleri, şaraba batırılmış ekmeğe kurban demişlerdir. Hıristiyanlık'taki kurban inancının temelinde, Hz. İsa'nın haç üzerinde can verişi iddiası yatar.

 

Cahiliye devrinde Yahudilik'teki gibi insan kurban etme âdetinin mevcut olduğunu görmekteyiz.

 

İslâm, insanın kurban edilmesini, bu konuda adakta bulunulmasını yasaklamıştır.

 

Akika, çocuğun başındaki ana tüyü demektir. Bu dönemde (cahiliye devrinde), çocuğun tıraş edilen başına, çocuk için kesilen kurbanın kanından sürmekteydiler.

Hz. Peygamber, akika kurbanının kanından çocuğun başına sürülmesini yasaklamıştır.

Peygamberimiz, "Her çocuk' akikasına bağlıdır. Yedinci günü adına kurban kesilir, saçı tıraş edilir ve isim konulur" buyurmuştur.

Allah’ın verdiği evlad nimetine karşı bir şükür nişânesi olduğu, Tevhîd prensiplerine aykırı olmadığı için ilgâ edilmeyerek, tashihle devamına müsaade edilmiştir.

 

Câhiliye devrinde ilk doğan hayvanlar kurban edilir ve buna Fer'a denilirdi. Fer'a uygulaması Yahudilik'te de görülmektedir. Yahudilik'te, sürüde ilk doğan yavruya "Bekhor" denilmektedir. Yahudilerde ilk doğan yavrunun, ilk mahsül veya meyvenin Rabbe tak-dimi bereketin artmasına vesile olur, inancı hakimdi.

 

Peygamberimiz bu hususta: "Kurban bayramı her türlü bayramı, Ramazan orucu da her türlü orucu neshetmiştir." buyurmuştur.

 

Câhiliye devrinde Araplar, Receb ayında putlara kurban keser ve bunlara "Atîre" (Çoğulu "Atfür"), derlerdi.

 

İslam, Câhiliye devrindeki, putlar adına kesip, kanını onların başına dökme tarzındaki Atîre kurbanı uygulamasını reddetmiştir. Ancak İslâm, - hangi ayda olursa olsun, Allah rızası için kurban kesilmesini serbest bırakmıştır.

 

Adak

Yahudi inançlarına göre, insanın alnının teri, elinin emeği ile kazandıklarından Tanrı’ya adak sunması gereklidir.

"Mezbah" denilen kurban kesme yerinin nasıl yapılacağı, hangi boyutlarda olacağı Tevrât tarafından tesbit edilmiştir.

 

İslâm, adak adamanın mecburi olmadığı hususunda Tevrât'ın görüşünü kabul etmiştir. Hz. Peygamber Müslümanlara adak adamamalarını emretmiş, nezrin Allah’ın takdir ettiği hükmü etkilemeyeceğini bildirmiştir.

 

Tevrât'a göre, adak adayan kadın veya erkek şarap veya içki içmeyecektir.

Nezir vakti dolunca da takdime arzedecektir.

 

İslâm'da nezirlerin yerine getirilmesi emredilmiştir. Şartlarına uygun olarak yapılan ve Allah’a yakın olma gayesi taşıyan bir adak, nezreden şahsa vacibtir. Bu sebeble nezri koca veya babanın iptali söz konusu değildir.

 

İslam'a göre, yapılan adak şirk ve Allah'a isyan niteliği taşımıyorsa, her yerde icra edilebilir.

 

Hıristiyanlık'ta, Yahudilik'teki yasaklar ölçüsünde katı yasaklar yoktur. Söz gelimi, eti yenen bütün hayvanlar adanabilir, adak kurbanı olarak kesilebilir. Adak, belli bir düşünceye, bir dileğe yapıldığı için nereye adanacağı da bildirilir. Hıristiyanlık'ta "ayazma" denilen ve kutsallık taşıdığına inanılan faydalı sulara para atmak, okunmuş taş atmak, mum yakmak, bez bağlamak, bir insana, bir yoksula verilmek üzere kurban sunmak adaklar arasında zikredilebilir. Adakların din görevlilerine verildiği de olur.

 

Cahiliye devrinde Araplardan çocuğu olmayanlar, şâyet Allah kendilerine bir çocuk verirse, onu Yahudi terbiyesi üzerine yetiştirip büyüteceklerini adamak suretiyle onların tesiri altına giriyorlardı.

 

İslâm, Cahiliye devrinde nezredilen meşrû hususların yerine getirilmesine izin vermiş, fakat Allah’a isyan teşkil edip ma'siyete teşvik eden adakların yerine getirilmesini reddetmiştir.

 

Bahîra, sütü tâğutlara, şeytanlara ait olmak üzere, sütünden faydalanılması haram kılınan devedir. Bundan sonra artık, bu hayvanın sütünü kimse sağamazdı. Cahiliye Arapları, bir dişi deve beş batın doğurur ve son yavrusu da erkek olursa onun kulağını yarar ve salıverirlerdi.

 

Sâibe, Cahiliye devrinde yapılan adakların bir çeşididir. Bir kimse, mesela şu seferden sağ, selâmet evime dönersem, veya şu hastalıktan şifa bulursam devem Saibe olsun! diye adar, hayvanın kulağını yarar, Salıverirdi. Artık ne bir kimse o devenin sütünü sağar, ne üstüne binilir, ne de yük yüklenirdi. Her ne surette olursa olsun Saibe deveden faydalanma haram kılınırdı.

 

Cahiliye devrinde, bir koyun yedi batın yavrulayıp, yedincisi dişi olursa, bu koyun, sahibine ait olurdu. Eğer erkek yavrularsa putlara kurban edilirdi. Eğer anaç koyun, yedinci batında erkekli, dişili yavrularsa "Dişi yavru erkek kardeşine eklendi" diyerek, o erkeği putlar adına kesmezler ve buna Vasile derlerdi.  Böylece yavrulayan bu hayvanın sütünü erkeklere helâl kabul edip, kadınlara haram sayarlardı.

 

İslâm, Câhiliye devrinin Bahîra, Sâibe, Vasile ve Hâmi uygulamalarını tamamen reddetmiştir.

 

İkinci Bölüm

Aile ve Miras İle İlgili Örf ve Adetler

İsim Koyma

Allah Hz. Adem'i yarattıktan sonra, ona Adem adını vermiş ve bütün isimleri öğretmiştir.

 

Yahudilik'te, yeni doğan çocuğa belli bir süre içinde isim koyma geleneği vardır. Bu kutsal bir işlem sayılır. Annenin veya babanın hayatında geçen bir olayı yansıtan bir kavramı ad olarak seçme, ona Tanrı ismini ekleme bir gelenektir.

Genellikle sonu "il, el" ekleriyle biten adlar, Tanrı isimlerinden oluşur.

Yahudilik'te isim, çocuk sünnet edildikten sonra sekizinci gün verilir. Sünnetten sonra herkesin işitebileceği bir sesle, çocuğa verilecek ad iki defa tekrarlanır.

…Hıristiyanlarda melek isimleri koyma âdetinin bulunduğunu görmekteyiz. Gabriel, Mihail, Refail, Rafael bunlara örnek gösterilebilir.

 

İslâm, çocuğa verilecek ismin duyulacak şekilde tekrarlanmasını kabul etmiş, Hz. Peygamber çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunmasını emretmiştir.

 

Hz. Peygamber, kendi oğlu İbrahim’e ilk gün ad koymuş-tur. Diğer bir hadislerinde de, yeni doğan çocuğa yedinci gün isim verilmesini emrederek, Yahudi uygulamasına muhalefet etmişlerdir.

 

Cahiliye devrinde Araplarda çocuğa bir isim verilir, ancak çoğu kere, çocuk bununla anılmaz, "İbn Fulân" şeklinde çağrılırdı, bu durum kendisinin bir çocuğu oluncaya kadar devam eder, bundan sonra "Ebû Fulân" şeklinde anılırdı.

 

Cahiliye devri Araplarında, "Abd" kelimesi ön ek olarak çok kullanılmıştır. İslam’dan önce bu kelimeyi, Abdümenâf, Abdülcin gibi bir put veya Şeytan ismi takip ederdi.

 

Hz. Peygamber, bu konuda: "Sizin isimlerinizin Allah’a en sevimli olanı, Abdullah ve Abdurrahman’dır" buyurmuştur.

 

İslâm, Allah’ın isimlerinden birini almayı da yasaklamıştır.

 

Hz. Peygamber, putperestliği hatırlatan ve adaba aykırı isimlerin yanında, mânâsı hoş olmayan isimlerin değiştirilmesini de emretmiştir.

Hz. Ömer'in kızının Âsiye olan ismini, "Cemile" olarak değiştirmiştir.

Hz. Peygamber, hüzün, keder, gam, elem gibi anlamlar taşıyan ve insan ruhuna sıkıntı veren isimlerin konulmasını tasvib etmemiştir.

 

Hz. Peygamber, çocuklara kendi isimlerinin verilmesini de teşvik etmişler, ancak hem isim hem de künyelerinin aynı anda alınmasını yasaklamışlardır.   Nitekim, bir rivayete göre: "Her kimin üç oğlu olur da birinin adını Muhammed koymazsa, o kimse cahillik etmiştir" yahut, "Bana cefa etmiştir"  buyurmuşlardır.

 

Künye, Araplarda küçük yaşından beri "filanın oğlu" diye çağrılan kimsenin, ilk erkek çocuğundan dolayı "ebu falan" diye anıldığı isimdir.

İslam gelince çocuksuz kimselere de künye verilmiştir.

 

Cahiliye devrinde insanlara kötü lakablar takıldığını görmekteyiz.

İslâm, bir kimsenin çirkin lakablarla çağrılmasını yasaklamıştır.

 

…kız çocuklarının kulaklarının delinmesi Cahiliye devrinde de mevcut bir uygulamadır; fakat Hz. Peygamber bu konuda herhangi bir yasaklama getirmemiştir.

 

Sünneti kendisine ilk tatbik edenin Hz. İbrahim olduğu hususunda Yahudi ve İslâmî kaynaklar ittifak etmiş

 

Barnaba'ya göre, Hz. Adem yasak meyveyi yiyip günah işleyince, Allah aşkı için vücudundan bir parça et kesmeye yemin etmişti. Allah kendisini afvedince de bu yeminini yerine getirmek istemiş, Cebrail de, Ona vücudundaki fazlalığı göstermiş, Hz. Adem de sünnet olarak, bu yemini yerine getirmiştir.

 

Dünyanın çeşitli bölgelerindeki insan topluluklarında, çok eskiden beri sünnetin tatbik edilir olması, bunun ilahi bir vasfı olduğunu göstermektedir.

 

Hıtan, Yahudilik'te Allah ile akdedilen bir ahd niteliğindedir, bu yüzden bu âdet Yahudilik'te çok mühim bir yer tutar.

 

Yahudilik'te sünnet olma işi, Allah ile kul arasında bir ahid olarak telakki edildikten başka, sünnet olmayanlar murdar ile eş anlamlı kabul edilerek, kutsal yerlere girmeleri yasaklanmıştır.

 

Yahudiler'de sünnet merasimine gelince, sünnet, doğumun sekizinci günü sabah erkenden yapılır. Sünnet merasimi, Cumartesiye (Sebt) rast gelse bile, yine yapılır. Doğumun yedinci günü akşamı sabaha kadar çalgılı eğlentiler yapılır ve bu geceye Arefe denilir.

Sünnet işlemi, çocuğun Yahudi toplumuna alındığını, onun toplumun gerçek bir üyesi olduğunu gösteren ilk din törenidir.

 

Sünnet olacak çocuğu tutan Kirve 'ye SANDEK denir. Sünnet edilen çocuğun oturtulduğu özel iskemleye "Peygamber İlya'nın Kürsüsü" denir.

 

Yahudiler'de sünnetçi, ağzı ile kesilen yeri emer, emilen kanı yanında bulunan bir bardak şaraba tükürür. Daha sonra sünnetçi bu kanlı şaraptan bir kadeh alarak, Davud’un Mezamirinden bir bölüm okur. Sonra herkesin işitebileceği bir sesle çocuğa verilecek ismi iki defa tekrarlar. Sünnetçi parmağını kanlı şaraba daldırdıktan sonra çocuğun ağzına sokar.

 

Hz. Peygamber, torunları Hz. Hasan ve Hüseyn'i doğumlarının yedinci günü sünnet ettirmişlerdir.

 

Pavlus'un, Hıristiyanlığı İsa’nın Havarilerinin aleyhine tesis ettiği açıktır. O, Hz. İsa'yı sağlığında görmediği halde, Hz. İsa dirildikten sonra Şam yolunda kendisine göründü iddiasında bulunarak, yaptığı işe meşruiyet kazandırmıştır.

 

Bugün Hıristiyanlarda sünnet olmayı emreden tek kilise Habeşistan Kilisesidir. Barnaba da, İncilinde sünnetten bahsetmektedir.

 

Pavlus'un geliştirdiği Hıristiyanlık, Hz. İsa'nın getirdiği tevhîd dininin izlerini silmeye yönelik bir mücadele içine girmiştir. Pavlus hayatında Hz. İsa’yı görmemiş, İncilini de dinlememişti. Ama, Yahudiyi dünyadan ayıran bütün kanunların değersiz olduğunu ilan etmişti. Onun için sünnetli ve sünnetsiz birdi. Pavlus'un Hz. Mûsâ'nın şeriatını ve şeriat seddini yıkması Hıristiyanlığın Avrupa'da yayılmasına yardım etmiştir.

 

Pavlus hem Yahudi, hem de İmparatorluğun hemşehrileri arasındaydı. En çok okuduğu şey hahamların kanunu idi. Yunanca biliyordu, Yunan ve İskenderiye Felsefesiyle temas etmişti.

Kudüs'te ilk defa olarak Hıristiyanlarla temasa gelen Pavlus, Hıristiyanların neler söylediğini işittiği zaman çok köpürmüştü.

 

Pavlus, yeni doğan Hıristiyanlığa karşı savaşa girmişti. Bu yüzden Hıristiyanların evlerine baskın yaparak onları zindana attırıyor, Kilise'yi perişan ediyordu. Hıristiyanlardan nefret etmesinden dolayı, onların Şam'da tutunduklarını öğrenince Hıristiyanları kovalamak için oraya gitmiştir. Şam yolunda Rabbin talebelerine karşı tehdid ve cinayet soluyarak giderken ansızın bir görüntü dehşetiyle yere düşmüş ve hidayete ulaşmıştır. 

 

Sünnetin ilgâsı için çalışanlar arasında Petrus da bulunmaktadır. Petrus, 47-67 yılları arasında Roma'nın ilk piskoposu olmuş, Papalığın kurucusu kabul edilmiştir. Aziz Petrus (Saint Pierre) olarak anılmaktadır. Galile'de avcılık yapan bir Yahudi iken, Hz. İsa’nın Havârîleri'ne katılmış ve Hz. İsa’ya ihanet etmiştir.

 

…eski Arapça’da sünnetsiz kimse için hususi bir kelime "Ağral", İbranicesi "arel" kullanılmaktaydı.

 

İslâm öncesi kadınların da sünnet edildiğini bilmekteyiz. Taberî (v.310), kadınlardan ilk sünnet olanın Hz. Hacer olduğunu nakletmektedir. Taberî'nin rivayetine göre, Hz. İbrahim’in hanımı Sara, Hz. İsmail’in annesi Hacer'i kıskanmış, ona kızarak Hz. Hacer'in vücudundan et keseceğine yemin etmiştir. Sarâ, yemini nasıl yerine getireceğini düşünmüş, kulak ve burnunu kesersem çirkinleşir gerekçesiyle Hz. Hacer'i sünnet etmiştir. O da kanını gizlemek için etek giymiş ve etek giymek, sünnet olmak âdeti bundan kalmıştır.

 

Kadınların hıtanı Cahiliye devrinde de yapılmaktaydı.

 

Sonuç olarak, İslâm, Hz. İbrahim ve diğer peygamberlerin sünneti olan hıtân uygulamasını tasvib etmiş, erkekler için sünnet, kadınlar için şeref verici olduğunu belirtmiştir.

 

Nikah

Evlenme ile ilgili hükümler, daha çok Tevrât'ın Tesniye bölümünde yer almaktadır.

 

Yahudilikte, küçük yaştaki kızların evlenmeleri velilerinin izin vermesi ile olur. Kadın rızası olmaks1zın evlendirilemez. Yahudilerde nikâhın rüknü üçtür:

1-        Erkeğin, kadının kabulü ile iki şahidin huzurunda kadının elini tutup, onu takdis etmesi ve İbranice "Şu yüzük ile benim için mukaddes oldun" demesi,

2-        Yazılı olarak bir akit icrâsı,

3-        On kişiden az olmayan erkekler huzurunda bereket duasının yapılmasıdır.

 

Evlilik çağı hem Tevrât'a, hem de İncil’e göre ergenlik çağından sonra gelir, bundan önce kimsenin nikâhı kıyılmaz.

 

İncillerde evlenme, miras, alış-veriş gibi konularda yeterli hükümler bulunmamaktadır. Bunun için, her Hıristiyan ülkesinin ayrı ayrı medeni kanunu vardır.

 

Peygamberimiz, kadınların velisinin izni ve şahitler bulunmadan nikâhlarını kıydıramayacaklarını bildirmiştir.

 

İslâm'da da evlenme yaşı bülûğ çağı ile başlamaktadır.

 

Yahudilik'te nikâhı, hahamın gözetiminde "Mesadder Kidduşin" denilen bir görevli kıyar. Haham şahitlerin güvenilir kimseler olduklarını anladıktan sonra, nikâh kıyılmasına izin verir, evlenenleri kutlar ve gerekli duaları yapar. Evlenme, sinagoglarda yapılan dini törenlerdendir. Evlenecekler oruçlu olarak sinagoga giderler.

 

…gelin bir gün önce kadınlarla hamama gider, buna MlKVE denilir. Gelin burada suya dalarak yıkanır, bir nevi gusül yapar. Bu, Mûsâ şeriatının önemli bir bölümüdür. Gelinle damadın sinagogda buluştukları yere HUPPA denir. Damadın yanında babası, gelinin yanında annesi oturur.

 

Nikâh iki bölümden meydana gelir: ilk bölümüne ERUSİN denilir. Bu, daha çok bir söz kesmedir. Bunda sözden dönme imkânı vardır. Ancak bu, çifti gerdeğe sokmaya yeterli değildir. Bundan sonra düğünün yapılması ile nikâhın ikinci bölümü başlar, buna KiDDUŞİN denir ki, iki törenin bir arada yapılması ile bütünlük kazanır. Nişanlanma, dini bir mahiyet taşımayıp örfe dayanır.

 

Hıristiyanlık'ta evlilik, bir Tanrı buyruğu, bir din görevi olarak nitelenir, evlenme papazın idaresinde kilisede gerçekleşir. Nikâh yalnızca, evlenecek olanların bağlı oldukları mezhebin kilisesinde kıyılabilir.

 

İslâm'da nikâhın, bir din adamı tarafından kıyılması mecburiyeti yoktur. Herhangi bir Müslüman bu vazifeyi ifâ edebilir.

Bayram namazı veya Cuma namazı vakti dışında, her zaman nikâh kıyılabilir.

…nikâh esnasında dua etmek İslâm'da da vardır.

 

Nikâh akdine çağırılanlara verilen düğün yemeği olan velimenin, Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta da mevcut olduğunu görmekteyiz.

 

Velîme, Cahiliye devrinde de mevcuttu. Bu dönemde velîme, güveyin evinde, düğünün ertesi günü, ailenin dost ve yakınları ile semtin fakirleri davet edilerek, onların bir düğün-ziyafet sofrasına oturtulması ile gerçekleşirdi.

 

Mehir, nikâh esnasında erkek tarafından kadına verilen ağırlık olup, İbranice "Mohar", Süryanîce "Mahra" şeklinde ifade edilmiştir. İslam'da, nikâh esnasında erkeğin kadına vermeye mecbur olduğu, kadının mülkiyetine giren mal anlamına gelmektedir.

 

Yahudilik'te bir evlenme mukavelesi yapıldığını da bilmekteyiz.

Yahudilerde mehir karşılığı olarak, kızın babasına hizmet edildiği kaydedilmektedir.

 

Gerek Kur'ân-ı Kerîm, gerekse Tevrât'ın bildirdiklerinden Yahudilerde evlenecek erkeğin, mehir'i kızın kendisine değil, babasına verdiğini anlıyoruz. Bunun bir nevi başlık olduğu hatıra gelmektedir.

 

Yahudilerde, koca tarafından yazılı bir belge vasıtasıyla mehir tâyin edilmesine ''Khetouba'' denilmektedir.

Nikâh devam ettiği müddetçe koca bunu ödeyip ödememekte serbestti. Koca vefat eder veya hanımını boşarsa, Khetouba âcillik kazanır ve kadın onu kocasının malından alırdı.

 

Hıristiyanlarda mehir, biraz daha şekil değiştirmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Hıristiyanlarda evlenecek olanların birbirlerine karşılıklı olarak bağışta bulunmaları gereği vardır. Bu paraya genellikle "Drahoma" denilir.

 

Mehir uygulaması Cahiliye devrinde de mevcuttu. Mehir evliliğin meşru ve muteber olması için şartı. Mehirsiz evlenme ayıp sayıl-makta, mehirsiz evlenen kadın bir odalık olarak telakki edilmekteydi.

 

İslam'a göre mehir kadının kendi malıdır, evlenme sona erse bile kadın mehri muhafaza eder.

 

İslam, mehirsiz evlenmeleri de reddetmiş, kadınlara verilen mehirin zorla geri alınmasını, yetim kızların mehirlerinin az verilerek nikâhlanmasını yasaklamıştır. Mehirin, tamamen kadının mülkü olduğunu, hiçbir şekilde rızası alınmadan elinden alınamayacağını hükme bağlamıştır.

 

Cahiliye devrinde Medine'de yaşayan Yahudilere, reisleri Fityûn, evlenen her genç kızın, kocasının yanına gitmeden evvel, ilk geceyi kendi yanında geçirmesini kabul ettirmişti. Fityûn'un, bunu, Evs ve Hazrec kabilelerine yaptığı da söylenilmektedir.

 

Damadın, yeni gelinin yanında kalma süresi konusunda Peygamberimiz, Tevrat'ta kaydedilen uygulamayı tasvib ederek, bakire ile evlenen kimsenin, onun yanında yedi gün kalmasını istemiş, kendisi de böyle yapmıştır. Hz. Peygamber: "Şüphesiz, dul kadın için üç gece, bakire kız için yedi gece ikamet hakkı vardır" buyurmuştur.

 

Yahudiler cimayı, kadın en örtülü haldeyken ve sadece önden yaparlardı. Ensâr Yahudileri taklid ederken, Kureyşliler tam aksine hareket ederek, kadınları iyice soyuyor, önlerini gözeterek dile dikleri taraftan yaklaşıyorlardı.

 

Hanefi mezhebine göre, İslâm'da nikâhın câiz olmadığı vakit yoktur, Mâliki, Şafi'î, Hanbelî mezhebine göre ise, ihrâmlı iken nikâh câiz değildir.

 

Tevrât'ta evlenme teşvik edilmiştir.  Yahudilik'te, Yahudi ırkının yok olmasına sebeb olacağı için evlenmemek suç sayılır

Hıristiyanlık'ta rahiplik ve rahibelik adı altında, evlenmemenin meşrulaştırıldığını görüyoruz.

 

…evlenmemeyi Pavlus'un teşvik ettiğini, Kilisenin bu konudaki görüşünün temelini, onun attığını söyleyebiliriz. Ruhbanlık aslında Hıristiyanlık'ta olmayan bir meslektir. Sonradan kasıtlı olarak bu dine sokulan Ruhbanlık, bir geçim vasıtası olmuştur.

 

İslâm, Hıristiyanlığın ruhbanlık uygulamasını reddetmiştir. Hz. Peygamber, kendisi evlenmiş ve evlenmeyi teşvik etmiştir.

Peygamberimiz: "Evlenmek benim sünnetimdir, kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir. Evleniniz, çünkü ben diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim" buyurmuştur.

 

Yahudilik’te aralarında kan bağı bulunan kimselerle evlenmek yasaktır.

Tevrât, bu yasakların çiğnenmesi halinde suçluların öldürülmesini emretmektedir.

 

Hz. Peygamber, "Allah, neseb bakımından haram kıldığını, süt emzirme cihetinden de haram kıldı" buyurmuştur.

 

Cahiliye devrinde kocası ölen kadın, bir mülk olarak mirasçılarına kalır, gerektiğinde kayınbirâderiyle evlenmeye mecbur edilirdi.

 

Yahudilik'te yabancı din mensubları ile evlenmenin câiz olmadığını görmekteyiz.

 

İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlığın aksine, Müslüman erkeklerin semâvî din mensubu kadınlarla evlenmelerine izin vermiştir.

İslâm, Müslüman kadınların, Ehl-i Kitâb erkekleriyle evlenmelerine izin vermemiştir. Hz. Peygamber: "Biz Ehli Kitâb kadınlarıyla evlenebiliriz, fakat onlar bizim kadınlarımızla evlenemezler" buyurmuştur.

 

Evlâdlık edinme müessesesi eski şeriatların çoğunda mühim bir yer işgal ettiği halde, Yahudilik'te hiçbir eserine tesadüf edilmemektedir.

Hıristiyan milletlerde evlatlık müessesesi varsa da, bunun Tevrât ve İncillerden herhangi bir dayanağı tesbit edilememiştir.

Cahiliye döneminde ise, bir kimse bir çocuğu evlat ediniyor ve çocuk evlat edinenin oğlu olarak anılıyordu.

İslâm, Cahiliye devrinde mevcut olan evlatlık müessesesini bütün sonuçlarıyla ilgâ etmiştir.

 

Yahudilik'te çok kadınla evlenme hususu, sadece peygamberlere veya idare mevkiinde bulunan kimselere mahsus olmayıp, diğer kimseler arasında da yaygındı.

 

Hıristiyanlık'ta, bu konuda açık bir emir olmamasına rağmen çok evlilik yasak sayılmıştır.

 

Cahiliye döneminde de çok kadınla evliliğin yaygın olduğunu görmekteyiz.

 

Cahiliye devri nikâh çeşitlerinden birisi Mut'a nikâhıdır. Bu geçici bir evlenme şekli olup, önceden tesbit edilen zamana kadar, kadınla erkeğin bir arada yaşamalarını sağlıyordu.

 

Mut'a nikâhında süre bitince kadın gidebilir, kocası onu yanında tutamazdı. Mut'a nikâhı, veraset hakkının bulunmaması sebebiyle, Hıristiyanlık'ta papazların yakın zamana kadar icra ettikleri "Morganatik" adlı nikâh çeşidine benzemektedir. Morganatik adlı nikâhın devamına izin verilmekle beraber, evlenen iki taraf arasında miras almama gibi bir takım şartları vardı.

 

Cahiliye devri nikâh şekillerinden olan mut’a nikâhı, İslam tarafından ilgâ edilmiştir.

 

Şığâr, mehirsiz olarak iki kadını karşılıklı değişmek suretiyle nikâh yapmaktır. Cahiliye devrinde Araplar arasında, kızlarını, kızkardeşlerini, akrabalarını mübadele ederek, birinin kadınlık kıymetini ötekine mehir sayıp, ayrıca bir mehir vermeksizin nikâhlamanın mevcut olduğunu görmekteyiz.

 

İslâm, bu çeşit nikâh akdini, kadınlık şerefini alçalttığı ve bir takım haksızlıklar doğurduğu için yasaklamıştır. Çünkü bu nikâhta verilen kadın, alınan kadının yerine, alınan kadın da verilen kadının mehri yerine sayılmaktaydı. Böylece mehirsiz evlenme cereyan ederdi.

 

Cahiliye devrinde rastlanan nikâh çeşitlerinden birisi de, hadendir. Haden, hür olduğu için zina yapamayan bir kadının, bir erkekle metres hayatı yaşamasıdır.

 

Cahiliye devrinde başvurulan nikâh çeşitlerinden birisi de istibda'dır. Bu, soylu evlad sahibi olmak için başvurulan bir yoldu. Kadın hayızdan temizlendiği zaman kocası, "Filan adama haber gönder, onun sana temas etmesini iste" derdi. Kadının tayin edilen adamla birleşmesinden sonra, hamile olduğu belli oluncaya kadar, kocası o kadından ayrı kalırdı. Hamile olduğu belli olunca, kocası dilerse kadına temasta bulunabilirdi. Bu sadece soylu bir evlat sahibi olmak için yapılır ve istibda' nikâhı diye adlandırılırdı.

 

Cahiliye devri nikâh çeşitlerinden birisi de bedel olup, iki erkeğin karılarını değişmesidir. Bu konuda Ebû Hureyre'den, "Bedel, Cahiliye devrinde bir adamın bir kimseye, karını bana ver, ben de sana karımı bırakayım" demesidir"

 

Yine Cahiliye devrinde, on kişiden az bir grub toplanır, bir kadının yanına girerler ve hepsi ona temas ederlerdi. Kadın hâmile kalıp çocuğunu dünyaya getirince, beraber olduğu erkeklere haber yollardı. Bu kimselerden hiçbirisi gelmemezlik edemezdi. Gelenler toplandığı zaman, kadın onlara, "Yaptığınız işi biliyorsunuz, ben bir çocuk dünyaya getirdim. Ey filan o, senin oğlundur" der, çocuğu içlerinden sevdiği birisine nisbet ederdi. Böylece çocuk bu adama nisbet edilirdi. Çocuk bu adama nisbet edildikten sonra kabul edilmemesi mümkün olmazdı.

 

Cahiliye devrinde, câriyelere zorla zina yaptırıldığını görmekteyiz. Bu dönemde bazı kimseler, câriyelerinden günlük kazanç istemekteydiler. Cariye hangi yoldan olursa olsun bu günlük kazancı temin edip efendisine ödemek zorundaydı. Bunun için cariyelerden birçoğu zinaya başvururdu

İslâm, câriyelerin fuhşa zorlanmasını yasaklamıştır.

 

…talâkı Yahudilik kabul etmiştir.

 

İslam'da da boşanma caiz görülmekle beraber, hoş karşılanmayan bir davranış olarak telakki edilmiştir.

 

Yahudilik'te, boşanma mutlaka hahamın huzurunda gerçekleşir, hahamın huzurunda boşanma kararı almayan çiftler, dinen bir başkası ile evlenemezler.

 

Yahudilik'te boşanma hakkı yalnız kocanındır; kadının böyle bir hakkı yoktur.

Yahudiliğe göre, bir kadın evlendikten sonra başını örtmeğe zorlanır. Eğer kadın evlendikten sonra halk arasında başını açar, sokakta bir şeyler yer, başka bir adamla konuşur, çocuklarına lanet eder, ya da evde komşularının duyabileceği kadar yüksek sesle bağırırsa kocası tarafından boşanabilir.

 

Lian

İslam'da karı ile kocanın hakim huzurunda, usûlüne uygun olarak dörder defa şehadette bulunduktan sonra, lanet ve gazab okumalarıdır. Lian hususi bir sebeb ve hususi bir sıfatla karı koca arasında cereyan eden bir lanetleşmedir.

 

Hıristiyanlık'ta boşanmanın câiz olmadığı, boşanan kadınla evlenmenin zina sayıldığı anlaşılmaktadır.

 

Ayrılmanın bir şekli de hul', yani kadının bir bedel karşılığı kocasından boşanmayı sağlamasıdır.

İslâm, hul'un gelişi güzel kullanılmasını, ortada meşru bir sebeb yokken kadının kocasından boşanmak istemesini yasaklamıştır. Hz. Peygamber, hul' yoluyla boşanmak isteyenlerin münafık kadınlar olduğunu bildirmiştir

 

Tevrât ve İncillerde iddetle ilgili bir hükme rastlanılamamıştır.

 

İslam, Yahudilik ve Cahiliye devrinde mevcut olan iddet uygulamasını kabul etmiş, Cahiliye devrinin bir yıl olan iddet süresini iptal etmiştir. Kocası ölen veya boşanan hamile kadının doğum yapmasıyla, hamile değilse kocası ölen kadının dört ay on gün, boşanan kadının da üç ay hali beklemesiyle iddetlerinin sona erdiğini bildirmiştir.

 

Miras

Yahudilik'te erkek evladın büyüğü babasının terekesinden diğer kardeşlerine nisbetle, iki kat hisse almaktadır. Bu çocuğun nikâh veya zina mahsülü olması, nesebinin sahih veya gayr-i sahih olması, bu hususu değiştiremez. İlk çocuk eğer bekâr ise, diğer kardeşlerinin aldığı hissenin iki katını almakta, buna ilk oğulluk hakkı denilmektedir.  Yine Yahudilik'te, zina mahsülü çocuklara mirastan pay vermeme eğilimi de göze çarpmaktadır.

Kuranda erkek için bir, kız için yarım hisse verilmiş, çocuklar arasında ayırım yapılmamıştır.

Hz. Peygamber, zina mahsülü çocuğun mirastan pay alamayacağını, kendisine mirasçı olunamayacağını bildirmiştir.

 

İslam’a göre bir kız, hangi kabileye mensup olursa olsun bir Müslüman erkekle evlenebilir, mirastan payını alıp kocasının ailesine götürebilir, malında istediği gibi tasarruf edebilir.

İslâm, ölenin çocuğu varsa babaya altıda bir hisse vermiştir. 

…ölenin çocuğu varsa annesine altıda bir hisse vermiş, şayet ölenin çocuğu yoksa üçte bir, ölenin kardeşleri varsa yine altıda bir hisse vermiştir.

 

Yahudilik'te hiçbir hısımı bulunmayan ve hısımının var olduğunu bildirmeden ölen kimsenin mirası, malına ilk el koyana aittir.

Hz. Peygamber, ölenin hısımı yoksa mirasının, kabilesinden birisine, o da yoksa memleketi halkından birine, o da yoksa devlet hazinesine yerilmesini emretmiştir.

 

Yahudilik'te varisleri kızlardan ibaret olan kimse, malını başkasına vasiyyet edebilir.

Tevrat vasiyyetten bahsetmemiştir.

İslam'a göre, bir kimsenin vasiyyeti mirasçılarının muvafakati olmadığı takdirde, ancak malının üçte birinde geçerli olur. Bir kimse mirasçılarını mirastan mahrum edemez.

Hz. Peygamber, farklı dine mensup olan kimselerin birbirine mirasçı olamayacaklarını bildirmiştir. Yine Peygamberimiz: "Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana mirasçı olamaz" buyurmuştur.

 

(İslam) mirasçısı olduğu şahsı öldüren kimsenin mirasçı olamayacağını kabul etmiştir. Peygamberimiz: "Katil mirasçı olamaz"  buyurmuştur.

 

YahudiIik'te başkasından satın alınan arazi, satın alanın mirasçılarına intikal etmez. Elli yılda bir gelen "jübile" senesinde, eski sahibine geri döner.

(İslam) satılan memlûk arazinin mülkiyet hakkı, ebediyyen satanın elinden çıkar, satın alanın eline geçer, satın alanın nesillerine miras olarak intikal eder.

 

Cahiliye devrinde, ölen kimselerin dul kalan zevceleri mirasçı olamazlardı. Hatta eşya gibi veraset yoluyla intikal ediyorlardı. Çünkü kendileri de terekeden sayılıyorlardı.

 

Hılf dostluk ve tevârüs andlaşması demektir. İslâm'ın ilk zamanlarına kadar "muhâlefe" ile de verâset hakkı kazanılmaktaydı. İki kişi, birbirlerinin mallarını, canlarını muhafaza etme ve birbirlerine vâris olma konusunda bir akit yaparlardı. Bunu bir ahde bağlayarak aralarında velâ münasebeti tesis ederlerdi. Böylece ölenin mirası, şartları taşıyan bir hısımı yoksa akit yaptığı şahsa kalırdı.

Hılf, İslam’ın ilk devirlerinde uygulanmıştır.

 

Üçüncü Bölüm

Savaş - Ganimet - Kölelik- Ukübat ve Muamelatla İlgili Diğer Örf ve Adetler

Umra ve Rukba

Umra / Bir şahsın, bir başkasına, şu evimi veya şu malımı ömrün boyunca sana bağışladım veya yaşadığın sürece onlar senin olsun, tarzında bir ifade kullanarak yapmış olduğu hibedir.

İslâmiyet bunu iptal etmiştir.

Hz. Peygamber: "Her kim ki, bir adama ve çocuklarına ömürlük bir mülk verirse, kendi sözü, onun o mülkteki hakkını kesmiştir.”

 

Rukba / Araplar, şu evimi sana bağışladım, ben senden evvel ölürsem ev senin, sen benden ölürsen, tekrar benim olacak, diyerek bir çeşit alış-veriş muamelesi yaparlardı.

Cahiliye devrinde mevcut olan rukbâ, bir kısım İslâm âlimlerine göre tasvib edilmiş, diğer bazı âlimlere göre de ilgâ edilmiştir.

 

Tevrât'a göre, bir toplulukla savaşmadan önce sulh teklifi yapılması gerekir

Tevrat, sulh teklifini kabul etmeyen ve savaş sonunda yenilen düşmanın, çocuk da olsa her erkeğinin, evli olan kadınlarının kılıçtan geçirilmesini, henüz koca yüzü görmemiş kız çocuklarının ve mallarının çapul edilmesini emretmiştir.

Yine Tevrât, arz-ı mev'ud içinde yerleşmiş bulunan kavimlerin şehirlerinde, nefes alan kimsenin bırakılmamasını, kılıçtan geçirilmesini emretmektedir.

 

Hz. Peygamber, savaşta kadın ve çocukların öldürülmesini yasakladığı gibi, savaşa iştirak etmeyen ihtiyarları, hizmetçileri, papazları, keşişleri öldürmeyi de yasaklamıştır.

 

Hz. Peygamber, Benî Nadir Yahudilerinin hurma ağaçlarını muhasa'ra esnasında, savaşın bir gereği olarak yaktırmıştır.

 

Cahiliye devri Arapları genellikle fakir bir hayat sürürler, birbirlerine baskınlar yapıp, mallarını yağma ederek geçinirlerdi.

İslam, Cahiliye devrinin baskın, yağma, çapulculuk gibi alış-kanlıklarını reddetmiştir.

 

İslam'a göre, savaşta elde edilen ganimetin beşte biri, Allah ve Rasulüne, O'nun yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolda kalanlara aittir.

 

Cahiliye devrinde, savaş ve baskınlar sonucu elde edilen gani-metler taksim edilmeden, Arap reislerinin ganimetlerin içinden kendileri için seçtikleri şeye, "safi” denirdi.

Hz. Peygamber, savaşlardan elde edilen ganimetlerin içinden, kendisi için safi olarak bazı şeyleri seçmiştir.

 

Ganimetin dörtte birine ''mirba'" denilir. Cahiliye devrinde, savaş ve baskınlarda ele geçirilen ganimetin dörtte biri, orduyu yöneten komutana ayrılırdı.

İslâm, Cahiliye devrinin "mirba"' uygulamasını neshetmiştir. Bunun yerine, "Humus"(beşte bir) uygulamasını getirmiştir.

 

Kölelik

Yahudilik'te köleler, İbrani ve ecnebi olmak üzere iki gurupta mütâlaa edilmektedir. Ecnebi asıllı kölelerde, kölelik ebedidir. İbrani köleler ise, borcunu ödemekten âciz olan kimselerle, sefaletten dolayı kendilerini satan kimselerdir.

 

Cahiliye döneminde bir kimse köle satın alınca boynuna bir ip takarak götürürdü. Köle harp esiri ise, kakülü fidye verilinceye kadar kesilirdi. Köle satın alarak bir başkasına hediye etmek âdetti. Köleler emti’a gibi miras yoluyla intikal ederlerdi.

 

Cahiliye devrinde, Yahudilik’te olduğu gibi borçlular borçların-dan dolayı köle yapılıyorlardı. Kölelerden bazılarının, kumar borcundan dolayı köle oldukları ' da görülmektedir.

 

Cahiliye devrinde Araplar, cariyelerden olan çocuklarını da esir kabul ederlerdi.

 

Yemin

…bir Müslüman yeminini bozduğu takdirde, on fakiri bir gün doyurmak veya giydirmek veya bir köle azad etmek, bunlara gücü yetmediği takdirde üç gün oruç tutmakla mükelleftir.

 

İncil'de kaydedildiğine göre, yemin etmek tavsiye edilmemiştir.

 

Cahiliye devri Araplarında yemin törenleri vardı.

Cahiliye Arapları yeminleştikleri zaman ellerini kana batırıyorlardı.

Cahiliye devri Araplarında "Hûla" denilen bir yemin çeşidi de vardı. Bu yemin, içine tuz atılan kabile ateşinin üzerine yemin etmek suretiyle gerçekleştirilirdi.

 

Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın, Güneş, ay, semâ, yıldızlar, zaman gibi kâinatta bulunan varlıklara yemin ettiği görülmektedir. Kur'ân'da bazı surelerin başlarında bulunan bu yeminler, okuyucunun dik-katini daha başlangıçta çekmektedir.

 

İslam, maktülün cesedinin bulunduğu yere en yakın yerleşim yeri halkının, kasâmeye muhatab tutulmasını da benimsemiştir.

 

…kasâmede zan olduğu ve kâtil belli olmadığı için kısâs uygulanmamış ve diyete hükmedilmiştir.

 

İslam, bir hususun sabit olabilmesi için gerekli olan şahit miktarını ilgili meseleye göre tayin etmiş, her mesele için iki şahidi yeterli görmemiştir. Zina haddinin tatbiki için, en az dört erkek şahit gerekirken, diğer hadler ve kısas konularında iki erkek şahit aranır, bunlarda kadınların şahitliği kabul edilmez. Kul haklarına ait konularda iki erkek veya bir erkek iki kadın şahit bulunması gerekir, bunlarda yalnız kadınların şahitliği yeterli değildir.

 

Tevrât'ta kısâsla ilgili hükümler yer almaktadır: "Ve gözün acımayacak, can yerine can, göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak."

 

İslâm da, öldürme fiilinin kısâsa konu olması için, öldürmede kasıt bulunmasını şart koşmuştur. Hz. Peygamber, kazaen öldürmelerde maktülün vârislerine diyet ödenmesini emretmiştir.

 

İslam, suçun şahsiliği prensibini kabul etmiştir. Kuran-ı Kerim'de: "Kimse başkasının günahını yüklenmez"

 

Hz. İsa, kötülük yapmak isteyen kimseye, kötülükle mukabelede bulunulmamasını ve böylelerinin affedilmesini öğütlemiştir.

 

Tevrât'a göre zinanın cezası idamdır, Tevrât zina suçunu işle-yen kimselerin taşlanarak veya yakılarak öldürülmelerini emretmiştir.

Henüz baba evindeyken zina yapan kız recmedilir.

 

Nakledildiğine göre Hz. Peygamber, evli olduğu halde zina yapan kadın ve erkekleri recmetmiştir. Şayet zina yapan kimseler bekâr ise, o zaman bunlar recmedilmemiş, yüzer değnek vurularak, birer yıl sürgün cezası tatbik edilmiştir.

 

Tevrât'a göre, cariye ile zinanın cezası idam değildir. Bir kimse fidyesi verilmemiş, âzad edilmemiş, bir başkasına nişanlı olmayan bir cariye ile zina yaparsa ikisi de öldürülmeyecek, fakat cezalandırılacaklardır. Cariye ile zina yapan şahıs, günah takdimesi sunacak, keffâret edilecektir.

Tevrât'a göre, livata yapmanın cezası idamdır. Bu fiili işleyen her iki erkek de öldürülür.

Tevrât, bir kadın veya erkeğin bir hayvanla cinsi münasebeti halinde, her ikisinin de öldürülmesini emretmiştir.

 

Tevrât, recm cezası uygulanırken, önce şâhitlerin elinin kalkmasını emretmektedir.

 

Hırsızlık yapan kimsenin, ceza olarak elinin kesilmesinin Hz. İbrahim’in şeriatından kaldığı zikredilmektedir.

Tevrât'ta da hırsızlık yasaklanmıştır.        Ancak hırsızlığın cezasının tazminata çevrildiği, çalan kimseye çaldığının iki katının ödettirildiği görülmektedir.

 

Ceza olarak hırsızın elinin kesilmesine dair uygulamayı İslam da kabul etmiştir.

 

Yahudilik'te Putperestliğin cezası ölümdür.

 

İslâm'a göre, gayr-i müslimlerin öldürülmesi ancak Müslümanlarla savaşmaları, savaş halinde olmaları durumunda câiz olur.

 

(İslam) sihiri meslek edinen ve sihirbazlığı küfre vardıran kimselerin öldürülmesini kabul etmiştir.

 

Tevrat'a göre Allah'a sövmenin cezası idamdır.

İslam, Tevrat'ın bu hükmünü tasvib etmemiştir, kul hakkına taallük ettiği için, Hz. Peygamber'e küfreden kimsenin kanı helal kılınmıştır.  

 

Tevrât'a göre, dinden dönerek başka ilahlara ve putlara tapmanın cezası taşlanarak öldürülmekdir.

 

İslâm, Tevrât'ın irtidadla ilgili hükümlerini kabul ederek, din-den dönen kimselerin tövbe etmedikleri takdirde öldürülmelerini emretmiştir. Hz. Peygamber, İslam’dan irtidad eden kimseleri öldürmüştür.

 

Yol kesenin asılarak cezalandırılması uygulamasının Hz. İbrahim’in sünnetlerinden olduğu kaydedilmektedir.

 

Eski İsrail Hukûku, kısâsın diyete çevrilmesini kabul etmemektedir. Tevrât: "Ölüme müstehak olan kâtilin canı için diyet almayacaksınız, fakat mutlaka öldürülecektir" demektedir.

 

Yenilmesi Yasak Olan Şeyler

Tevrât, kan yemeyi yasaklamış, su gibi yere dökülüp toprakla kapatılmasını emretmiş, kan yiyen kimsenin kavminden atılacağını bildirmiştir. İslam’da da kan yemek haram kılınmıştır.

Tevrât, kendiliğinden ölen hayvanların leşini, vahşi hayvanların parçaladığını yemeyi yasaklamıştır. Tevrât, leşin Yahudi olmayanlara satılmasına izin vermektedir.

Yahudilere iç yağı yemek yasaklanmıştır.

Tevrat: "Hiçbir yağı, öküz yahut koyun, yahut keçi yağı yemiyeceksiniz... Kendiliğinden ölen yahut parçalanmış hayvanın yağı, başka her şey için kullanılabilir, fakat onu yemiyeceksiniz. Ateşle yapılan takdime olarak Rabbe arzedilmekte olan hayvanlardan birinin yağını kim yerse, ondan yiyen can kavminden atılacaktır," demektedir.

 

Yahudilik'te, Yahudi takvimine göre birinci ayın ondördüncü günü akşamından, yirmi birinci günü akşamına kadar mayasız ekmek yenilmesi emredilmiştir.

 

Yahudilik'te domuz eti yemek yasaktır.

Yahudilik'te tavşan eti yemek haram kılınmıştır.

İslam’a göre tavşan helâldir.

Yahudilik’te deve eti yemek haram kılınmıştır.

Hz. Peygamber'de, deveye binmiş, deve satın almış, devenin etinden yemiştir.

 

İslam’da, bir hayvanın haram kılınmasının ölçüsü, hayvanın azı ve köpek dişi olmakla beraber yırtıcı olmasıdır.

 

Yahudilik'te kaya porsuğunu yemek haram kılınmıştır.

Porsuk etinin yenilmesi İslam’da da haramdır.

 

Tevrât, bazı kuşları mekruh kabul ederek yenilmelerini yasaklamıştır.

İslam’a göre, pençesi ile avlanan her kuşun eti haramdır.

 

Tevrât, denizlerde ve diğer sularda yaşayan hayvanların kanatsız ve pulsuz olanlarını haram kılmış, etlerinin yenilmesini ya-saklayarak leşlerinin murdar olduğunu bildirmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de deniz avının helâl kılındığı bildirilmiştir.

 

Hz. Peygamber, "Denizin suyunun sahile attığı ve geri çekilmekle sahilde bıraktığı avı yiyiniz. Denizde ölüp de su yüzüne çıkanı yemeyiniz." buyurmuştur.

 

Tevrat, dört ayak üzerinde yürüyen kanatlı haşaratın hepsini mekruh kabul ederek, yenilmelerini yasaklamıştır.

…çekirge gibi hayvanları bu yasağa dahil etmemiştir. Çekirge, İslâm'da da helaldir.

 

Yahudilik'te etli ve sütlülerin ayrılması emredilmiştir. Tevrât: "Oğlağı anasının sütünde pişirmeyeceksin." demektedir. Bu yüzden, etli ile sütlülerin aynı kapta pişirilmeleri, bulaşıklarının aynı kapta yıkanması, kaplarının aynı dolapta saklanılması yasaklanmıştır.

İslâm'da böyle bir uygulama yoktur.

 

Hıristiyanlık'ta, kan, putlara kurban edilenler ve boğulmuş olan hayvanları yemenin yasak edildiğini görmekteyiz.

Hıristiyanlık'ta, Cuma ve diğer perhiz günlerinde et yemek yasaktır. Hz. İsa’nın Cuma günü çarmıha gerildiği iddiası, bu yasağa dayanak teşkil etmektedir.

…mevcut İncillerde, domuz etinin helâl olduğuna dair bir kayda rastlanmamaktadır. Üstelik ilk Hıristiyanlar da, domuzu haram saymaktaydılar.

 

Pavlus'un çeşitli memleketlere yazdığı mektuplarında, dolaylı olarak domuz etinin yenilmesine cevaz verdiği görülmektedir.

 

İçki

Tevrât'ın, içkiyi bayağı, murdar bir şey olarak tavsifi Kur'ân'a uygundur, Kur'ân da, içkiyi, şeytanın işlerinden bir pislik olarak nitelendirmektedir.

 

Tevrât, şarabı yasaklayan, ayıplayan ifadelerinin yanında, şarabı Yahudilere serbest bırakan, şarabı takdime haline getiren ifadelere de sahiptir

 

Kumar

Câhiliye devrinde Arapların, ''meysir'' dedikleri bir kumar çeşidi vardı. Araplar bunu, piyango tarzında yaparlardı. Araplar, meysiri hayır sayarlar, iftihar ederlerdi. Bu kumar çeşidinde, zar yerine kullanılan, "ezlâmü aklâm" denilen on âdet ok vardı.

Bu on âdet ok, "rebâbe" denilen bir torbaya atılır, "Yâsir" denilen bir güvenilir şahsın önüne konulur,' o da torbayı çalkalayıp elini sokar, iştirak eden her şahıs adına bir ok çekerdi. Nasipli ok çıkanlar, belirli olan hisseyi alır, boş ok çıkanlar mahrum kalırdı, fakat devenin parasını öderlerdi.

 

İslam, meysir oyununu yasaklamıştır.

 

Yahudilik'te, Ken'an topraklarının fethinden sonra yapılan taksimden meydana gelen mülkiyet hakkı, katiyyen devredilemez, feragat edilemez, bu yüzden de gayr-ı menkul satılamaz.

 

İslâm Hukuku'nda, Yahudilik'teki jübile uygulaması yer almamaktadır. Bu sebeble, satılan memluk bir gayr-i menkulün mülkiyet hakkı ebediyyen satanın elinden çıkar, satın alanın eline geçer, satın alanın nesillerine intikal eder. İslâm Hukuku, gayr-i menkulün katiyyen satılamayacağına dair Tevrât hükmünü de reddetmiştir. İslâm Hukukuna göre, memluk bir gayr-i menkule sahip olan bir kimse, istediği zaman onu temelli olarak bir başkasına satabilir.

 

Faiz

Yahudiler arasında faiz kesinlikle yasaklanmıştır. Ancak bu yasak, bir Yahudi’nin, diğer Yahudi’ye faizle para vermesini kapsa-makta, bir Yahudi’nin, Yahudi olmayan bir kimseye faizle borç para vermesini içine almamaktadır.

 

Riba, Cahiliye devrinde "Riba nesie" ve "Riba fadl" diye ikiye ayrılırdı. Nesie'de, aylık faiz tahsil edilir, Fadl'da, bir mal aynı cinsten daha fazla mal karşılığı satılırdı.

 

Sonuç

İslâm, Hz. Adem'den beri mevcut olan Tevhîd Dîninin adıdır.