Demokrasi
Günümüzde, devlet adamları ve siyaset bilimciler için artık
hangi yönetsel sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediği
sorusu daha önemli olmaya başlamıştır. Bu sebeple demokrasiyle ilgili çok sayıda
farklı tanım, yaklaşım ve uygulama ortaya çıkmıştır.
Demokrasinin en yaygın kullanılan tanımlarından bir tanesi,
Abraham Lincoln’ün “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi”
şeklindeki yaklaşımıdır.
Robert Dahl
demokrasi yerine “çoğun yönetimi” anlamına
gelen poliarşi kavramını tercih eder ve poliarşiyi “mümkün olduğunca fazla sayıda vatandaşın
uzun bir zaman boyunca arzularına cevap verebilen bir sistem” olarak tanımlar.
Demokrasiyle ilgili yapılan birçok tanımda, seçim vurgusu
ön plana çıkmaktadır.
DEMOKRASİNİN TEMEL NİTELİKLERİ
Çoğunluk Yönetimi: Kararların çoğunluk tarafından, başka bir
ifadeyle yarıdan bir fazlası, tarafından verildiği yönetim anlayışını ifade
eder. Çoğunluk yönetimi çoğunluğun tiranlığına yol açabileceği endişesiyle eleştirilmektedir.
Bu bağlamda, çağdaş demokrasilerde hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, fikir,
ifade, örgütlenme, din ve vicdan özgürlüğünü de içine alan temel hak ve
hürriyetlerin anayasalarla güvence altına alınması önemlidir.
Siyasal katılım
demokrasinin en önemli unsurlarından bir diğeridir.
Demokrasi olarak nitelendirdiği bir sistemin, en azından
sekiz unsuru yerine getirmesi gerekir:
1) Örgüt kurma ve katılma özgürlüğü,
2) İfade özgürlüğü,
3) Oy verme hakkı,
4) Kamu görevlerine getirilebilme hakkı,
5) Siyasal liderlerin yarışabilme hakkı,
6) Özgür ve çok sesli medyanın varlığı,
7) Serbest ve adil seçimler,
8) Halkın tercihlerini yansıtabilecek kurumların varlığı.
Philipe Schmitter
ve Terry L. Karl, Robert Dahl’in ortaya koyduğu bu sekiz unsura iki
madde daha eklerler:
1) Halk tarafından seçilmiş organların yetkilerini, atanmışların
muhalefetine tabi olmadan kullanabilmeleri,
2) Devletlerin diğer üstün siyasal sistemlerden bağımsız
hareket edebilmeleri.
Bir ülkenin ekonomik yönden zengin olması ve bunun doğuracağı
sosyo-ekonomik çoğulculuk demokrasiyi destekler.
Kentli bir orta sınıfın ortaya çıkması ve eğitim
seviyesinin yüksek olması, demokrasinin yerleşmesi için hayati öneme sahiptir.
Gelişmiş bir sivil toplumun demokrasiyi
güçlendirdiği inancı da genel olarak kabul gören bir fikirdir.
DEMOKRASİ KURAMI
Doğrudan demokrasinin ilk örneği olarak kabul edilen Antik
Yunan siyasal sistemi, Atina demokrasisi olarak da bilinir. Yurttaşlar mecliste
oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipken uygulamada kadınlar, köleler ve o şehir
devletinde doğmayan yabancı kökenli metikler bu haklardan yoksundu.
Platon demokrasiyi, yoksulların zenginleri baskıladığı ve
liyakatin alt üst edildiği anarşik bir sistem olarak tanımlamıştır.
Aristoteles ise halkın çoğunluğuna dayalı bir yönetimi, seçkinci bir azınlık
yönetimine tercih etmiştir.
Roma’da oluşturulan hukuk ilkeleri ve uygulamaları, çağdaş
siyasal yönetimlerin norm ve temellerini oluşturmuştur.
Orta Çağ’da demokrasi adına en önemli gelişme, “Büyük Sözleşme”
olarak da bilinen Magna Carta’nın
1215 yılında İngiltere’de ilan edilmesidir. Kral’ın yetkilerinin sınırlandırıldığı
bu sözleşme, anayasacılık hareketinin başlangıcı olarak kabul edildiğinden
tarihî bir öneme sahiptir.
Rönesans ve Reform hareketleri de demokrasinin gelişiminde
önemli bir kavşak noktasıdır.
Makyavelizm olarak kavramsallaştırılan anlayışın ve “amaca
giden her yol mubahtır” sözünün sahibi olan Machiavelli’nin yazılarında, pragmatizm ve rasyonellik ön plana çıkmaktadır.
Çatışma ve savaşın kaçınılmaz olduğu öngörüsünde bulunan Hobbes’a göre böyle bir ortamda insanlar
güvenliklerini sağlayabilmek adına bir toplumsal sözleşme ile haklarından bir kısmını
egemene devrederler.
Machiavelli ve Hobbes, iktidarı doğal ve verili olarak
görmekten çok, devletin varlığını gerekçelendirmeye ve egemenliğe meşru bir sınır
çizmeye çalışmışlardır.
Locke, insanların özgürlük ve eşitliğine vurgu yapar. Devletin
temeline bireyi yerleştiren Locke’a göre devlet insanların özgürlük, eşitlik ve
güvenliğini tehdit edebilecek savaş gibi durumları bertaraf etmek için vardır. Locke,
yasama ve yürütme erklerinin farklı ellerde tutulmasının bireyler açısından bir
güvence oluşturduğunu belirterek güçler ayrılığı ilkesini belki de ilk
vurgulayanlardan birisidir. Daha sonra, Fransız düşünür Montesquieu (1689-1755) tarafından geliştirilen bu ilke, bugünkü çağdaş
demokrasilerin en önemli niteliklerinden bir tanesi olmuştur.
Rousseau’nun teorisinde vurgulanan en temel kavramlar eşitlik,
özgürlük ve genel iradedir. Rousseau toplumsal mutabakat ve barış koşullarının
oluşması için bireysel çıkardan ziyade, ortak faydaya dikkat çekmektedir.
1787 Amerikan Anayasası ve 1789 tarihli Fransız “İnsan
ve Yurttaş Hakları Bildirgesi,” demokrasi anlayışının gelişmesinde
kilometre taşlarını teşkil ederler. Amerikan Anayasası hükümetlerin seçimlerle
kurulmasını ve insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını öngörerek Amerika’da
ilk liberal demokrasinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Fransız Anayasası’yla da
iktidar halkın seçeceği bir parlamento ile kral arasında paylaştırıldı.
Din ve mülkiyet özgürlüğü de dâhil olmak üzere bireysel
özgürlüklere ve fırsat eşitliğine dikkati çeken Tocqueville’e göre, aristokratik bir sınıf yerine güçlü bir orta sınıfın
varlığı, federalizmin getirdiği adem-i merkeziyetçi yapı ve güçlü bir sivil
toplum örgütlenmesi, Amerika’da demokrasinin gelişimindeki en temel
faktörlerdir.
John Stuart Mill ise
özellikle katılımın önemine yapmış olduğu vurgu ile demokrasi teorisine katkıda
bulunmuştur. Sadece ulusal düzeyde değil, yerel düzeyde de katılımın gerçekleşmesi
gereğini vurgulamıştır.
DEMOKRASİ ÇEŞİTLERİ
Doğrudan Demokrasi
Doğrudan demokrasi temel olarak halkın aracılara gerek
kalmaksızın kendi kendini doğrudan yönettiği bir yönetim şekli olarak tanımlanabilir.
Doğrudan demokrasi üç unsuru ön planda tutar:
1. Halk katılımı,
2. Çoğunluk yönetimi,
3. Siyasal eşitlik.
En eski ve önemli örneği antik Yunan kent devleti olan
Atina’da gerçekleştirilmiştir.
Doğrudan demokrasinin uygulanabilmesi için gerekli şartlar:
1) Nispeten küçük bir nüfus,
2) Kültürel olarak türdeş bir toplum,
3) Eşit ya da eşite yakın dağıtılmış mülk ve zenginlik.
Bu şartları gerçekte sağlayabilmek pek mümkün değildir. Bu
yüzden, tarih boyunca doğrudan demokrasi uygulamaları yok denecek kadar azdır.
Referandum, doğrudan demokrasinin bir aracı olarak değerlendirilebilir.
Bilişim teknolojilerindeki gelişmelerin siyasal katılım
sürecine katkıları, doğrudan demokrasinin yeniden tartışılmasına imkân
sağlamaktadır.
Temsilî Demokrasi
Nüfus artışı farklı çıkar guruplarının varlığı, çeşitli
demokrasi uygulamalarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Coğrafik konumdan dolayı
Batı demokrasisi, yasal anlamda sınırlı iktidarı esas aldığı için anayasal demokrasi
ve bireysel hak ve özgürlükleri vurguladığı için de liberal demokrasi olarak
adlandırılan bu yönetimlerin ortak özelliği, temsili demokrasi modelleri
olmalarıdır.
Temsilî demokrasi halkın kendi adına yönetimi gerçekleştirmek
üzere temsilcilerine vekâlet verdiği bir yönetim şekli olarak tanımlanabilir.
Çağdaş Demokrasi
Modelleri
Arend Lijphart’ın
kavramsallaştırdığı iki demokrasi modeli:
1) Çoğunlukçu demokrasi modeli,
2) Uzlaşmacı demokrasi modeli.
Çoğunlukçu Demokrasi
Modeli
Bu modelin özü çoğunluğun hâkimiyetine dayanır. İngiltere ve
eski sömürgelerinde uygulanan demokrasi modeliyle ilişkilendirildiği için, bu
modele aynı zamanda Westminster modeli de
denilmektedir.
Çoğunlukçu demokrasi modelinde genelde iktidar tek partinin
elindedir. Büyük oranda bir azınlık yürütmenin dışında kalır ve muhalefet
görevini üstlenir.
Çoğunlukçu demokrasi modelinin diğer bir özelliği tek meclis
ya da tek meclis gibi çalışan asimetrik çift meclis sistemidir. İngiliz
parlamentosu halkın oylarıyla seçilen Avam Kamarası ve veraset yoluyla seçilen
Lordlar Kamarası olmak üzere iki meclisten oluşur. Ancak, bu iki meclis arasında
asimetrik bir denge olup yasama işlerinin neredeyse tamamı Avam Kamarası tarafından
gerçekleştirilir. Dolayısıyla çoğunlukçu modeli tek meclisli bir sistem olarak
değerlendirmek mümkündür.
Çoğunlukçu demokrasi modelinin en temel özelliklerinden bir
tanesi de iki partili sistemdir.
Çoğunlukçu demokrasi modelindeki iki partili sistem, bu
sistemi uygulayan ülkelerin siyasal yönden türdeş yapısıyla ilgilidir. İngiliz
siyasal hayatında, partiler sadece sosyo-ekonomik sorun boyutuyla sağ-sol şeklinde
birbirlerinden ayrılırlar. İşçi Partisi, alt sınıfa veya işçi sınıfına hitap
eden ortanın solunu, Muhafazakâr Parti ise orta ve üst sınıflara hitap eden
ortanın sağını temsil eder.
Westminster demokrasi modelinin bir diğer özelliği çoğunlukçu
seçim sistemidir.
İngiltere’de Avam Kamarası’nın 650 üyesi, 650 farklı seçim
bölgesinde her partinin gösterdiği tek aday ya da bağımsız adaylar arasından
nispi çoğunluk sistemine göre seçilir. Bu yüzden bu sisteme, “çizgiyi ilk geçen
seçim sistemi” de denir. Adaylardan çoğunluğun oylarını alan; çoğunluk yoksa en
çok oyu alan meclise seçilir. Bu seçim sistemi bir taraftan temsilde adaletsiz
sonuçlar doğurduğu için olumsuz, ancak diğer taraftan iki partili sistemi teşvik
edip istikrarlı hükümetlerin doğmasına yol açtığı için olumlu eleştiriler
almaktadır.
Çoğunlukçu demokrasi modelini uygulayan İngiltere gibi
ülkelerde genelde üniter yapı ve merkeziyetçi yönetim söz konusudur.
Uzlaşmacı Demokrasi
Modeli
Arend Lijphart’ın
“konsensüs” demokrasi modeli olarak adlandırdığı uzlaşmacı demokrasi modeli,
Türkçe’de oydaşmacı, çoğulcu ya da katılımcı demokrasi olarak da bilinmektedir.
Uzlaşmacı demokrasi modelinin, türdeş olmayan çoğulcu
toplumlarda daha iyi işlediği öngörülmektedir (İsviçre, Belçika).
Uzlaşmacı model, yürütme
gücünün büyük koalisyonlar içerisinde paylaşılmasını esas alır. Çoğunlukçu modeldeki kabinenin üstünlüğüne karşın, uzlaşmacı
modelde durum daha dengelidir. Yürütme güçlüdür fakat üstün değildir.
Uzlaşmacı demokrasi modelinin bir diğer özelliği, dengeli
iki meclis ve azınlıkların hakkaniyetli temsiline dayanan yapısıdır. İki
meclisli sistemle öngörülen temel amaç, azınlıkların da ikinci mecliste bir şekilde
eşit temsilini sağlamaktır.
Çoğunlukçu modeldeki üniter ve merkeziyetçi yapıya karşın,
uzlaşmacı model genelde federal ve yerinden yönetim esasına dayanır.
Alternatif Demokrasi
Önerileri
Liberal demokrasiye eleştiriler genel olarak temsile dayalı
ve bireyi önceleyen yapısı üzerinde yoğunlaşmıştır.
Halk Demokrasisi
Marksist siyasal felsefeden esinlenen bu anlayış, liberal demokrasiyi
burjuva iktidarını meşrulaştırma amacı güden, kapitalist ekonomik sistemin bir
ideolojisi olarak görür. Eşitliğe özel bir vurgu yapan Marksistlere göre, gerçek
demokrasi sadece fırsat eşitliği değil, aynı zamanda kaynakların eşit dağıtıldığı,
ekonomik ve sosyal anlamda mutlak eşitliğin olduğu bir sistemle mümkündür.
Halk demokrasisi, halkı bir bütün olarak gördüğünden, farklı
düşünce ve anlayışları ve dolayısıyla çoğulculuğu reddeden bir potansiyel taşımaktadır.
Sosyal Demokrasi
Sosyal demokrasi anlayışı da yine Marksizm ve sosyalizmden
beslenmiş, bu ideolojinin bir şekilde revize edilmiş ılımlı bir şeklidir.
Uzlaşmacı ve evrimci bir gelişim çizgisini benimseyen sosyal
demokrasi anlayışı Marksist teorinin aksine yıkıcı değil, yapıcıdır.
Liberal demokrasinin aşırı bireyciliğini ve piyasa ekonomisine
dayalı rekabetçi ekonomik sistemini eleştirir. Devlete
özel bir vurgu yapar, önemli bir anlam ve işlev yükler.
Radikal Demokrasi
Ernesto Laclau ve
Chantall Mouffe’nun öncülüğünü yaptığı
ve Türkiye’de de
Fuat Keyman’ın
çalışmalarıyla katkı sunduğu radikal demokrasi kuramı, özgürlük ve eşitliğe
dayalı liberal demokrasi anlayışına farklılığı da eklemleyerek demokrasinin tanımını
genişletme eğilimindedir. Çoğulculuğa vurgu yapan bu anlayışa göre, gerçek çoğulcu
bir demokrasi, farklılıkların tanınması ve tüm farklılıkların kamusal alana
yansıtılmasıyla mümkün olabilir.
Devlet egemenliğini sorgulayan radikal demokrasi kuramı;
siyasal alanı küresel, ulusal ve yerel etkileşim eksenine oturtur. Radikal
demokrasi anlayışında, sivil topluma özel bir anlam ve işlev yüklenir.
Müzakereci Demokrasi
İlk olarak Joseph Beseette
tarafından kullanılmış; kuram John Rawls,
Jürgen Habermas ve Seyla Benhabib gibi düşünürlerin görüşleriyle
geliştirilmiştir.
Liberal demokrasinin temsil krizine ve meşruiyet sorununa dikkati
çeken bu model, toplumu oluşturan tüm katmanların etkileşim hâlinde görüş ve
eleştirileriyle siyasal sürece katılmalarının önemine vurgu yapar. Bu anlayış,
temsil esası yerine, bireylerin ve sivil toplum kuruluşlarının müzakereyle doğrudan
siyasal süreçlere katılımlarına vurgu yaptığından, doğrudan demokrasi
uygulamalarıyla da ilişkilendirilmektedir.
Habermas’ın “söylemsel kamu alanı” ve “iletişimsel eylem
kuramı” nosyonları müzakereci demokrasi tartışmalarına ciddi katkı sağlamıştır.
Habermas, devlet ve ekonomik alandan bağımsız ve baskılardan arınmış bir
kamusal alan tasarlar; vatandaşların toplu eylem yerine, müzakere ve diyalog
yoluyla siyasete katılmalarını öngörür. Önemli olan karar sürecinde tartışılan
fikirlerden hangisinin galip geldiği değil, kararın müzakereler sonucu oluşmasıdır.
Müzakereyle varılan sonuç, vatandaşların iradesine dayanacağından, liberal
temsilî demokrasinin meşruluk krizine bir çözüm olacağı varsayılmaktadır.
Demokrasi odaklı tartışmalar genel olarak liberal
demokrasinin eleştirisi üzerine kurulmakla birlikte, çağdaş demokrasilerin daha
iyiye doğru bir dönüşümünü sağlamaya yöneliktir.
YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILDA
DEMOKRASİYE GEÇİŞLER
Demokrasinin pekiştirilmesi şeklinde de ifade edebileceğimiz
demokratik konsolidasyon bir ülkedeki siyasal aktörlerin ve nüfusun büyük çoğunluğunun
o ülkede demokrasinin “kasabadaki tek oyun” olduğunu kabullenmeleri şeklinde tanımlanmaktadır.
Bu bağlamda, Batı demokrasilerinin konsolide
demokrasiler olduğu, otoriter rejimlerin de demokrasiye geçiş sürecinden sonra
demokratik konsolidasyon sürecine girecekleri öngörülmektedir.
Samuel Huntington
(1999) bu hareketleri “üçüncü demokrasi dalgası” şeklinde evrensel bir
demokratik hareket olarak değerlendirirken Francis Fukuyama (1999), “tarihin sonu” teziyle, liberal
demokrasinin komünist totaliter sistemler karşısında zafer elde ettiğini ve
ayakta kalan tek alternatif yönetim sistemi olarak tüm dünyada giderek yayılacağını
varsaymıştır.
Latin Amerika’daki demokrasi tecrübeleri konusunda ciddi çalışmalarıyla
bilinen Guillermo O’Donnell (1994)
komünizm sonrası ülkelerin temsilî demokrasiye değil, delegatif
demokrasi olarak adlandırdığı yeni tür bir demokrasiye doğru yol aldıklarını
belirtir. delegatif demokrasiler, çoğu zaman demokratik yöntemlerle seçimlere gitmesine
rağmen, sivil toplum ve halkın tercihlerini yansıtabilecek demokratik
kurumlardan yoksundur. Başkanlık seçimlerini kazanan adayın ülkeyi bir sonraki
seçime kadar dilediği şekilde yönetmesi olarak da tanımlanabilecek delegatif
demokrasiler, seçimlerden sonra genelde ciddi siyasal sorunlarla karşılaşabilir
ve konsolide demokrasiler olarak nitelendirilemezler.
Fareed Zakaria
(1999) ise klasikleşmiş çalışmasında komünizm sonrası ülkelerin “illiberal demokrasi” diye adlandırdığı liberal olmayan
bir demokrasi çeşidine yöneldiklerini ileri sürer. Bu demokrasiler özgür kurumlardan ve liberal anayasalardan
yoksundur. Bu demokrasi çeşidiyle yönetilen ülkelerde, sistem büyük oranda
sadece düzenli yapılan seçimlere dayanır ve iktidarın gücünü sınırlandıran mekanizmalardan
yoksundur. Bu bağlamda, liberal olmayan demokrasilerin en tipik özelliği, hukuk
devletinin zayıflığı ve güçler ayrılığı ilkesinin yeterince uygulanmamasıdır.
Komünizm sonrası ülkelerde milliyetçilik, özellikle etnik
milliyetçilik, liberal demokrasiye alternatif bir sistem olarak göze çarpmaktadır.
Tunus ve Mısır’da miting, protesto ve halk ayaklanmalarıyla
başlayan “Arap Baharı” süreci, domino etkisi göstererek Libya, Suriye, Bahreyn,
Cezayir, Ürdün ve diğer bölge ülkelerine yayılmıştır. Faklı ülkelerde meydana
gelen bu hareketlerin ortak özellikleri baskıcı ve tekçi otoriter yönetimlere,
siyasi yozlaşmaya, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki kısıtlamalara, kötü
yaşam koşullarına ve işsizliğe karşı bir direniş hareketi olmalarıdır.
---
Siyaset Bilimi
Editör: Davut Dursun & Mustafa Altunoğlu
Anadolu Üniversitesi yayını
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder