11 Eylül 2015 Cuma

Martin Heidegger

Martin Heidegger (1889-1976)
Hayatı

Martin Heidegger, Almanya’nın Baden kenti sınırları içinde Meßkirch adlı bir köyde doğdu. Babası, St. Martin Katolik kilisesinde hademeydi. Orta eğitimini burslu olarak Konstanz’da bir yatılı okulda tamamladı. Freiburg Üniversitesinde teoloji eğitimi gördü.
Heinrich Rickert’in yönetiminde Duns Scotus’da Kategori ve Anlam Öğretisi başlıklı doktora tezini hazırladı.
1916 yılında Edmund Husserl’in asistanı oldu.
1923 yılında ders vermesi için Marburg Üniversitesi’ne davet edilir.
1927’de Varlık ve Zaman yayınlanır ve doçent olur.
1929’da Husserl’in emekliye ayrılmasıyla onun kürsüsüne profesör olarak atanır.
1933 yılında Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye olur. Kısa bir süre sonra Freiburg Üniversitesi rektörü seçilir.
1934’te istifa etmesi ve ardından siyasete mesafe alması hayal kırıklığına uğradığını gösterir. O nazizmi felsefi hedefleri için kullanabileceğini düşünürken, Nazizm onu siyasi amaçları için kullanmıştır.
1945 yılında, Freiburg Üniversite Senatosu Arındırma Kurulu tarafından geçmişte nazi olduğu için yargılanır.
Karl Jaspers’ın Heidegger’in nazizme katkısı olduğu yönündeki raporundan mütevellit öğretim yapma yetkileri elinden alınır.
1949’un Mayıs ayında ders vermesine izin verilir.
Heidegger yaşamının son yıllarını eserlerini yayına hazırlayarak geçirmiştir. Topladığı eserlere Patika Yolları (Wege) adını vermek istemişti. Bütün eserleri Gesamtausgabe içinde yayınlanmaktadır.

Heidegger’e göre felsefe bilim değildir. Felsefeyi metafizik bir gelenek olarak tanımlar. O dikkatini düşünceye odaklar/yoğunlaştırır. Düşüncede kesinlik yoktur (zira bu onu sınırlamak demek olur), düşünce sorgular.
Bilimin nihai işi olgularladır; “düşünce” ise varlığın anlamı sorusuyla uğraşır. Varlığı anlamada düşünceye duygular eşlik eder. Heidegger’e göre varlığı anlama duygulanımlarla iç içe geçer: Platon’un varlık anlayışı erosla, Aristoteles’in varlık anlayışı hayretle, Spinoza’nın varlık anlayışı sevinçle, Kierkegaard’ınki kaygıyla modern çağın varlık anlayışı ise sıkıntı duygusuyla iç içe geçmiştir.


HEIDEGGER’İN DÜŞÜNCESİ
Heidegger’in düşüncesinin iki kökeni vardır: Aristoteles’in felsefesi ve Husserl’in fenomenolojisi. Antik Yunan felsefesini fenomenolojik yorumla yeniden ele alan Heidegger, fenomenolojiyi ise bilinç felsefesi olmaktan çıkarmıştır.
Fenomenolojinin en önemli iddialarından biri, “şeyin kendisi”nin görünüşün ardında kalan, bizim hiçbir zaman ulaşamayacağımız bir varlık, bir öz olmadığıdır. Husserl fenomenolojisi varlığın kendisini kendisi olarak gösterdiğine inanır ve fenomenolojinin asıl sorununu varlığı çarpıtmadan onun bilince kendini nasıl veriyorsa öyle alımlanması olarak görür. Dolayısıyla, esas meselesi, bilincin, ona kendisini veren varlıkla ilişkisini nasıl kurduğudur. Heidegger, varlığın bize kendisini verdiği şeklindeki önermeyi reddeder. Heidegger’e göre bize belirenler varolanlardır, varolanın varlığı, hatta varlığın kendisi ise belirmez. Varolanın nasıl belirdiğini araştırmak için varolanın varlığını kurucu öğelerine çözümlememiz gerekir. Böyle bir çözümleme yaparak örneğin bir sandalyenin ne olduğunu, onu sandalye yapan şeyin ne olduğunu anlayabiliriz ama sandalyenin bize sandalye olarak belirmesinin koşulunu tüm felsefi derinliğiyle kavramış olmayız.

Varlığı anlarız ama açıklamamız gerektiğinde şaşakalırız.
Aristoteles Metafizik’te varlığın dört çeşit anlamı olduğundan söz eder.
Varlık: 1) kategoriler anlamında,
2) dunamis-energeia (bilkuvve olan-bilfiil olan) anlamında,
3) hakikat anlamında,
4) öz ve ilinek anlamında anlaşılabilir.
Peki, Aristoteles için varlığın başat anlamı nedir? Heidegger, Eski Yunan düşünürlerinin hakikati bir gizlilikten açığa çıkma (aletheia) olarak düşündüklerini vurgulayarak varlığın “hakikat” anlamını öne çıkarır.
Asıl sorun bizim varlığı şu veya bu yüzden göremememizden ibaret değildir, varlığın unutuluşudur.
Varlığın unutuluşundan biz insanların zayıf hafızası sorumlu tutulamaz, unutma varlığın kendisini geri çekişinden dolayıdır.
Ona göre, Eski Yunan felsefesi, varlığı açıklıkta mevcudiyet (Anwesenheit) olarak ele almış ve bu mevcudiyeti “şimdi”den yola çıkarak betimlenmiştir. Bu, varlığın zamansal bir karakteri olduğunu göstermektedir.
O, fenomenolojinin a priori ve aşkın özlerini dönüştürmüş; yepyeni bir anlayış getirerek özleri “zamansallık” olarak yorumlamıştır. Buradaki iddia, bir şeyin varlığını onun zamansal karakterini, yapısını çözümlemek suretiyle anlayabileceğimizdir.

Varlık ve Zaman varlığın anlamı sorusunu yeniden sormanın gerekliliğini vurgulayarak başlar. Varlık ve Zaman, Sein (olmak) ile seiende (olan, varolan) arasında bir ayrım yapar. Sein bir fiildir, oysa seiende bir addır. Heidegger varlığın (Sein) bir varolan (das Seiende) olmadığını ısrarla vurgular.
Varlığın zaman olarak belirlenimi çerçevesinde Heidegger’in düşüncesini üç döneme ayırmak mümkündür:
1. Dönem: Heidegger Varlık ve Zaman’da varlığın anlamını, zamanı, Dasein’ın varoluşunu yorumlamak suretiyle elde ederek açıklayabileceğini düşünür.
2. Dönem: Genellikle kabul gören bir okuma geleneğine göre, 1935’le birlikte Heidegger’in düşüncesinde bir dönüşüm, bir dönüş (Kehre) meydana gelmiştir. Artık Heidegger varlığın anlamından değil, varlığın çeşitli çağlarda kendisini nasıl açığa vurduğundan (varlığın hakikatinden) bahseder. Burada varlık tarihinin yorumlanması, varlığın zamansallığı söz konusu olur.
3. Dönem: Varlığın olay karakteri. Olayın (Ereignis) varlığın yeri olarak düşünülmesi. Bu dönemde Heidegger, “olayın” bağlılaşığı olarak “düşünme”yi (Denken) kullanır. Bu dönemde Heidegger’in dilin varlığını yeniden düşündüğünü ve şairlere döndüğünü görmekteyiz.

Varlık ve Zaman
Varlık ve Zaman varlığın anlamı sorusunu yeniden sormanın gerekliliğini vurgulayarak başlar.
Heidegger, bir zamanlar Eski Yunan Felsefesi tarafından sorulan bu sorunun üstünün Aristoteles’i yorumlayan ve Hegel’e kadar gelen geleneksel ontoloji tarafından örtüldüğünü söyler. Bu gelenek varlığı tartışmaktan kaçınmıştır. Varlık ve Zaman varlığın anlamını sorgulamayı bir yana bırakan geleneksel ontolojinin destrüksiyonunu yapmak gerektiğinde ısrar eder. Örneğin Sokrates öncesi düşünürlerin varlığı phusis olarak nasıl tecrübe ettiklerini anlayabilmemiz için daha sonradan edindiğimiz doğa kavrayışlarını ve onları ayakta tutan ontolojik varsayımları bir yana bırakmamız gerekir. Bunu yapabilirsek pre-sokratik düşünürler için phusis’in varolanların tümü anlamına geldiğini fark ederiz. Phusis varolanların filizlenmeleri, görünürlüğe çıkmaları; orada bir süre oyalandıktan sonra da tekrar gizliliğe çekilip kaybolmalarıdır.

Varlık ve Zaman’da Dasein varlığı anlayan, varlığın anlamı sorusunu soran bir varolan olarak diğer varolanlardan ayrılır. Ancak “anlamak” nedir? Anlama Dasein’ın temel hali olan “dünyada olma”nın (In-der-Welt-Sein), “orada olma”nın kurucu bir ögesidir. Başka deyişle, anlama epistemolojik değil, ontolojik bir biçimde açıklanabilir.
Dasein” Heidegger’in “bizim kendisi olduğumuz varolan”a verdiği addır.
Varlık ve Zaman’ın birinci kitabının ilk yarısında Heidegger Dasein’ın varlığının nasıl kurulduğunu araştırır. Onun varlığının temel hali olarak nitelediği “dünyada olma”nın a priori yapılarına “egzistansiyal” adını verir. Egzistansiyal imkânlar Dasein’ın varlığına ait imkânlardır, buna karşın “egzistansiyel” terimi şu veya bu Dasein’a özgü imkânları belirtir.
Dasein’ın varlığının temel hali “dünyada olma”dır.
Heidegger, Dasein’ın varlığının birliğini veren şeyin “ilgi” (cura) olduğunu söyler. Dasein’ın dünya içre olanlarla ve başka Dasein’larla ilişkisinin, onlara yönelişinin ontolojik temeli “ilgi”dir.
Fenomenolojik olarak bakıldığında dünya Dasein’ın ikametgâhıdır.
Bizi “çevreleyen dünya” (Umwelt) kullandığımız alet edevatın anlamlı bir ilişkisellik bütünü oluşturduğu bir işliği andırır. Bu dünya Dasein’ın orada ne yaptığına göre örgütlenmiştir. Bu bütünlük içinde bulunan varolanlar, normal şartlarda, yani Dasein yapması gereken her neyse onu yaptığı sürece o bütünlükten ayrılarak ona “şey” olarak görünmezler. Bu çok önemli bir ayrım; çünkü eğer nesne diyemiyorsak özneden de söz edemeyiz. Bu tartışmanın önemi, dünyada ikamet eden Dasein’ın öncelikle kuramsal tavırda bir özne olmadığını göstermesidir. Bilen özne dediğimiz anda öznenin bilgisiyle düşünceyi sınırlamış oluruz, üstelik bunu fark etmeyiz bile…

Her Dasein kendini dünyaya atılmış bulur, yani kendimizi bazı imkânların içinde buluruz. Bunların içine atılmışızdır, ama içine atıldığımız imkânları anlamak geleceğe ilişkin yeni imkânlar tasarlamanın da koşuludur. Gelecek tasarıları yapmak, gelecek imkânlar tasarlamak, bunları gerçekleştirmenin yollarını aramak Dasein’ın varlığının başka bir egzistansiyal imkânıdır.
Dasein kendisini ilkin ve çoğunlukla gündelik hayatında gösterir, o hâlde “gündelikliği” içinde incelenmelidir.

Dasein bir varolandır. O, bizim kendisi olduğumuz varolandır. Onu diğer varolanlardan ayıran şey, varlık sorusunu sorabilmesidir. Heidegger’e göre bir şeyi anladığımızın göstergesi, onu açıklayabiliyor olmamız değildir.
Heidegger’e göre duygulanım ile anlama iç içe geçer; bunlar aslında aynı şeylerdir. Sevinç, hüzün, sıkıntı, endişe gibi duygulanımların içinde bize dünyanın kendisi ve bu dünyada nasıl olduğumuz, dünyadaki hâlimiz bize verilir. Çoğunlukla bu hali açıklıkla ifade edemeyebiliriz. Duygulanımın insanların ilişkilerine, eşyaların oluşturduğu anlam bütünlüğüne, mekâna nasıl sindiğini edebiyat anlatır. Her duygulanımın bir anlaması, her anlamanın da bir duygulanımı vardır. Duygulanımın ilginç yanı, kendimizi onun içinde buluvermemizdir. Bir kez bir duygulanım yaşıyorsak, yani bir hâldeysek dünya bize kendisini o duygulanımın tonunda açar; kendini belli bir tarzda anlaşılmaya sunar. Örneğin sevinçli ve mutlu isek dünyada karşılaştığımız her varlığa olabildiğince olumlu yaklaşma eğilimindeyizdir.

Heidegger, Varlık ve Zaman’da Dasein’ın sebepsiz yere endişe yaşamasını onun sonlu (fani) bir varlık olmasına bağlar. Son kertede endişe hâlinde dünya anlamını kaybeder. Dasein gündelikliğinde çoğunlukla ölümü unutarak yaşar. Heidegger insanın gündelik hayatında anonim varoluşa kapıldığını, kendisi olmadığını saptar. Seçimlerimi başkalarının ne diyeceği, ne düşüneceğine göre mi yapıyorum? Günümüz iletişim teknolojileri bu anonim varoluşu daha yüksek bir boyuta taşır. Kanaatlerimiz bu teknolojiler tarafından üretilir, yönlendirilir. Kimlik olarak kendimizi içinde gördüğümüz tanımlamalar bizi, kendimiz mi yapar yoksa bunlar kendimizle aramızdaki mesafeyi mi açar? Dasein nasıl kendisi olur? Endişe, Dasein’ı kendi ölümlülüğüyle yüzleştirir.
Dasein’ı diğer varolanlardan ayıran şey anlamadır. Dasein’ın anlaması demek, öncelikle onun dünyadaki imkânlarını anlaması demektir. Gündelikliğinde Dasein kendinden kaçar, kendisi olma imkânı ona endişe halinde açılır. Heidegger’e göre Dasein kendi olanaklarını anlayarak varlıkla ilişki kurmaktadır. Anlamanın bireyi ve içinde yaşadığı tekil toplumu aşan bir tarihselliği olduğunu da göz önüne almamız gerekir.

VARLIK TARİHİ VE TEKNOLOJİ SORUNU
Heidegger’i 1930’larda varlık tarihine odaklanır.
Varlık ve Zaman özne felsefesine karşı bir başkaldırı olduğu halde, Heidegger onu tamamladıktan sonra Varlık ve Zaman’ın başlangıç noktasını yine de “öznel” bulacaktır. Zira insanın varlıkla ilişkisi Dasein’ın varlığı çözümlenmek suretiyle ele alınmıştır.
Varlıkla ilişki Dasein’ın anlamasında değilse hiçbir yerdedir. Hâlbuki destrüksiyon girişimini başarıya ulaştırmak için insanın varlıkla ilişkisini varlıktan itibaren düşünmek gerekir.


Bugün bir felsefe mefhumunu anladığımızda onun belli bir tarihsel yorumuyla ilişki kurmuş oluruz. Varlık tarihinde meydana gelen önemli olaylar, tekhne kavramının Aristoteles tarafından yorumlanışı, Yahudi-Hıristiyan geleneğinde yaratıcı bir Tanrı mefhumunun çıkması, yaratımın “üretim”, “imal” olarak düşünülmesi vb. diğer temel mefhumların da anlaşılma tarzını dönüştürür.
Destrüksiyon Heidegger’i felsefe tarihinde “hermenötik” bir düşünüme sokar.
Anlama ile duygu arasındaki ilişkiyi, kavramların tarihsel seyriyle birlikte düşünelim: Belli bir kavramın farklı kişilerce farklı anlamlarda düşünülebilmesi büyük ölçüde duygu ile açıklanabilir (veya bilgisizlikle). Kavramın tarihsel seyrinde de benzer bir incelik var; kavramın anlamı neden belli dönemlerde farklılaşmaktadır (Logos mesela)? Bunu da yine duygu ile açıklamak mümkün görünür. Hangi duygunun içerisindeysem, karşıma çıkan kavramları da ona göre algılarım, insan o belli bir andaki duygusunu seçme şansına sahip değil ve bundan dolayı da kavramı algılama biçimi her ne kadar insan kendini özne hatta bilen özne olarak telakki etse de kendi keyfiyetinde değil. Bu konu çok önemli… Batı düşüncesi anlama mefhumunu akıl üzerinden temellendirmeye çalışır, hiçbir zaman duyguyu merkeze almaz. Hâlbuki burada kilit taşı duygudur.

Varlığın anlamı nedir?
Ne kadar çok farklı insan varsa varlığın anlamının da o kadar çok ve farklı olabileceği sanılabilir. Ancak aynı çağda yaşayan insanlar varlığı pek de farklı anlamazlar.
Varlığın çeşitli çağlarında varlık çeşitli adlar altında söylenir, Platon ona idea, Aristoteles ousia, energeia, Ortaçağ Tanrı adını uygun görmüştür, modern çağ ise onu cogito, bilinç, aşkın bilinç, istem, güç istemi olarak düşünür.
Birileri (filozof, papaz, bilim adamı) varlığa bir ad koyar ve sonra tüm çağ eninde sonunda varlığın bu anlaşılma tarzının hâkimiyeti altına girer.
Bu adların değişme sürecini Heidegger varlığın tarihi veya yazgısı (Geschick des Seins) olarak düşünür. Varlığın yazgısı sanki Eski Yunanlılar ile modern Avrupa’yı aynı maceranın başı ve sonu haline getirir. Heidegger’in düşüncesi bu noktada bir modernlik eleştirisi biçimini alır.
İçinde yaşadığımız çağ “teknoloji çağı”dır.
Teknoloji makineleşmeden ibaret değildir: Teknolojinin özü varlığı bir açığa vurma, bilme tarzıdır. Varlığı enerji kaynağı olarak görme veya açığa çıkarma, varlığın başka bir şey olarak belirmesini, açığa çıkmasını da engeller. Teknoloji çağında varlığın hakikati Gestell, yani çerçevelemedir.
Valığın, araçsal aklın hâkimiyeti altında çerçevelenmesi, araçsallaşması, daha da kötüsü insanın kendini araçsallaştırmasıdır, kendisine, farkında bile olmadan, bir enerji kaynağı olarak bakmasıdır.

EREIGNIS
Varlık ve Zaman’da zaman varlığı anlamanın ufku olarak değerlendirilmişti.
Ereignis düşüncesi zamanı varlığın ufku olarak değil, kökeni olarak görür.
Ereignis bir varolan değildir. Ereignis tam olarak olay da değildir.
Ereignis, Heidegger’e göre, varlıkla düşüncenin birbirini sahiplenmesi olayıdır.
İnsanların dünyayı, diğer varolanları farklı bir biçimde deneyimlemesini sağlayacak olan radikal yenilik nereden gelir? Ereignis kavramı yoluyla Heidegger bunu sorgular.
Ereignis öznenin kendi iradesiyle meydana getirdiği bir olay değildir, “olay olur” “başa gelir.”
Unterwegs zur Sprache’ye baktığımızda, Heidegger’in dili, Ereignis’in ilksel mekânı olarak düşünmeye giriştiğini fark ederiz. Dilde insanın varolanların tümüyle nasıl ilişki kuracağını örgütleyen bir öz, bir anlayış hüküm sürer. Esasında, dilin özü, özün dilidir. Bunları düşündüğü esnada Heidegger’in şiirle yakından ilgilenmiştir. Şiirsel söyleyiş dörtlünün (yeryüzü, gökyüzü, tanrısal (ölümsüz ululuk) ile fani insanlık) birliğini kuran bir söyleyiştir. Böylece içinde belli bir biçimde ikamet edilen bir dünya açar. O halde kurtuluş yalnızca şiirde mi? Cevap, evettir.
Ereignis, ilksel, orijinal sözü söyleyiş olayıdır; bu sayede bir yer açar. Bir yerin açılması, bir beliriş yerinin aydınlanması, varolanların bu ışık altında belirmesi için gereklidir. Burada fenomenolojik bir sahne açılır, bu sahne gerçeğin taklidi olarak görülebilecek bir oyunun sergilendiği bir sahne değildir. İlksel bir biçimde anlamlı olan dünya şiirsel sözün sahnelediği bir dünyaya benzer.

Heidegger’e göre biz insanlar bu dünyada varlık ile düşünce arasındaki bir söyleşi sayesinde mesken tutarız. Sanatçılar ve düşünürler ise bu söyleşiye girebilenlerdir.

HEIDEGGER VE ETİK
Heidegger felsefede fizik, mantık, etik gibi ayrımların metafizik geleneğe ait olduğunu ve felsefenin ekolleşmesi ve dallara ayrılmasını önceleyen varlık düşüncesinde bu ayrımların bulunmadığını vurgular. Onun için etik meseleler varlık düşüncesinden ayrılmaz. Bugün düşünce için önemli olan şey teknoloji çağından başka bir çağa sıçrayıp sıçrayamayacağımızı bilmektir. Bu sıçrama varolanlarla yeni bir ilişki kurma imkânını meydana getirebilir.

---
Çağdaş Felsefe II
Yazar: Prof. Dr. Zeynep Direk
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2247
Nisan 2012, Eskişehir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder