Edmund Husserl (1859-1938)
Moravi’da doğdu. Leipzig Üniversitesinde
matematik, fizik ve astronomi eğitimi aldı. Viyana’da Franz Brentano’nun verdiği felsefe derslerini
izledi. Mantıksal Araştırmalar’ın
1901 yılında yayımlanmasından sonra Husserl, Göttingen Üniversite’sinde doçent
olarak göreve başladı. 1913’te Ideen başlıklı
eserinin yayımlanmasından sonra Henrich Rickert’in
yerine Freiburg Üniversitesinde profesör olarak atandı.
Nazizmin yükselişiyle birlikte sıkıntılar
yaşamaya başladı. Eserlerinin güvenliğinden endişeyle Prag Felsefe Çevresi’yle
temas kurdu. Ölümünden sonra eserleri Belçika’ya kaçırılıp orada saklandı. En
önemli iki eseri Mantıksal Araştırmalar
ve Ideen’dir.
Doğa bilimlerinde kesinlik ölçülebilirlikle
ilgilidir. Felsefedeki kesinlik ise temellendirme ile sağlanır. Husserl’e göre
pozitif bilimlerin bu temellendirmeden yoksun kalması önce bilimleri sonra da
kültürü krize sürükler. Deneye dayanan veya
dayanmayan tüm bilimleri temellendirme görevi felsefenindir. Çünkü felsefe
bilinci ele alıp inceler ve bilinç bize diğer disiplinlerle (ontolojiler)
ilişki kurma imkânı sağlar. Husserl’in felsefeyi bir bilim olarak tanımlamasının
nedeni bilimlerin felsefe tarafından temelendirilmiş olmasıdır. Bilimler felsefenin
kendileri için hazırladığı ontolojik temel üzerinde yükselirler.
Husserl’in düşünce ürünleri matematik
felsefesiyle başlar. Doktora tezi sayı kavramı üzerinedir. 1891’de Aritmetik Felsefesi’ni yayınlar.
Husserl’e göre bu kavramlar somut bazı
fenomenlerden soyutlanmışlardır. O hâlde, onları “açıklamak”, onların hangi
fenomenlerden soyutlanmış olduklarını göstermek anlamına gelir. Ne var ki bu soyutlamada psikolojik zihinsel süreç ile
bilincin varlıkla kurduğu a priori ilişkiyi birbirinden ayırt etmek gerekir.
Mantıksal
Araştırmalar’da Husserl matematiğin ve
mantığın nesneleri ile o nesneleri kavrayan psikolojik süreçler arasında bir
ayrım yapar; bu nesneler bir yandan psikolojik süreçlerde ortaya çıkarlar, diğer
yandan da zorunlu yapılarında kategorial görünün (intuition)
nesnesi olarak o süreçlerden ayrılırlar.
Mantıksal
Araştırmalar’da Husserl zihinsel varlığın
özünün yönelimsellik olduğunu söyler. Her
bilinç bir şeyin bilincidir. Bir zihin yaşantısı çift kutupludur, onun bir zihinsel
edimden bir de yönelinenden oluştuğunu söyleyebiliriz. Örneğin bir hatırlama
edimi bir anıya yönelir. Yönelimimizin hakikati görüden kaynaklanır. Yönelme anlam
verme demektir, yönelinen nesne ona verilen anlamın ışığında belirir. Eğer şeye
anlam veren yönelimim, bir görü edimiyle doluyorsa şey gerçekten yöneldiğim
gibidir.
Bana doğruluğu veren görü nedir? Husserl
iki çeşit görü olduğunu öne sürer: Duyusal görü ve duyusal olmayan a priori
görü. Mantıksal Araştırmalar’da
Husserl dilden yola çıkarak anlam ile nesneyi ayırt eder.
Dilde farklı türde adlar vardır. Bazen
adlar tıpkı bir özellik gibi tek bir nesneyi tespit etmeye yararlar.
Dilimizde “ne var ki”, “ve”, “çok”, “az”,
“iki”, ”önünde”, “arkasında”, “burada”, “şurada”, “şimdi” vb. gibi duyumsanır
bir karşılığı olmayan ancak meramımızı anlatmak için ihtiyacımız olan “biçimsel sözcükler” de vardır.
Dahası, bunları kullanmak suretiyle yargıları
ve nesneleri birbirine bağlayan ve Husserl’in “biçimsel
kategoriler” dediği sözcükler de vardır. Set,
sayı, parça, bütün, ilişki vs. ise nesneleri bir arada düşünmeye yarar. Husserl’e
göre bu kategorileri duyusal görüyle değil, aklın “kategoriyal görü” yetisiyle biliriz.
Mantık ve matematik duyumsanır şeylerle değil, bu biçimsel kategorilerle ilgilenir.
Psikolojizmin hatası bunların duyumsanır olandan soyutlama yoluyla üretilebileceğini
sanmasıdır.
Husserl özlerin, yani duyusal olmayan varlıkların
da ne iseler o olarak, ta kendileri olarak zihinde görülebileceklerini öne sürer.
FENOMENOLOJİK
YÖNTEMİN KEŞFİ
Husserl bilinci yönelimsellik olarak düşünür.
Fenomenoloji yönelinen nesnenin nasıl kurulduğunu, özünün ne olduğunu ortaya çıkarmayı
hedefler.
Fenomenolojik redüksiyon gündelik hayatımızda içinde bulunduğumuz doğal tavrın aşılması,
düşünümsel bir tavıra geçilmesi anlamına gelir.
Bu usule “fenomenolojik redüksiyon” veya epokhe
der. Epokhe bize belli bir türde araştırma
yaparken bazı bilgi türlerini kullanmamayı öğretir.
Epokhe, bilindiği gibi, şüphecilikte her
türlü yargıdan kaçınma anlamına gelir. Husserl’in kullandığı anlamda epokhe her
türlü yargıdan kaçınma anlamını taşımaz. Epokhe
nesneye yönelirken anlayışımızı çarpıtacak olan öncel kabullerden kaçınmamızı,
doğal tavırdan çıkmamızı sağlar.
Husserl’e göre algıdan her zaman şüphe
edilebilir. Buna karşın, bilincimdeki yaşantıların varlığından şüphe edemem.
Bir korku duyduğumdan şüphe edemem çünkü bu korku bana dolaysız bir kesinlikle
verilmiştir (korkunun nesnesini ise dileyen istediği kadar tartışabilir).
Husserl’in yaptığı fenomenolojik çözümleme
esasında yönelimselliğin çözümlenmesidir. Bu çözümleme yönelinen her neyse onun
nasıl kurulduğunun, özünün ne olduğunun ortaya çıkarılmasını hedefler. Fenomenolojinin temel kavramlarından biri olan “kurma” (constitution) şeylerin bilince kendilerini
göstermelerini gerçekleştiren sürecin adıdır.
Husserl’in Zamanın İçsel Bilinci Üzerine Dersler’i 1905’te asistanı Martin Heidegger tarafından yayınlanır.
Husserl bu eserinde bilinçten bağımsız bir nesnel zaman olduğu tezini askıya alır,
devre dışı bırakır.
Her yaşantının (cogitatio)
özüne ait bir zaman vardır; bu devre dışı bırakılmış olan nesnel zaman değil,
yaşantının kendisine ait zamandır. Yaşanan
şimdi, kendinde ele alındığında, nesnel zamanın bir noktası değildir. Nesnel
zamanı fark edebilmek için deneyimlenen nesnelerin birbirini takip etmesi
gerekir.
Bilincin birliği nasıl kurulur? Husserl’in
bu soruya verdiği nihai yanıt, bilincin birliğinin zamansallaşmayla kurulduğudur.
O hâlde bilinç en derin katmanında bir
zamansallaşma hareketidir.
İçsel zaman yönelimsellik sayesinde
kurulur. Şimdide kurulan yönelimsellikten başka iki yönelimsellik daha vardır:
Geri yönelim (retention) ve ileri yönelim (protention). Geri yönelim, hatırlamanın ön şartıdır.
Bilincin en derin katmanı, bir nehir gibi
akan zamanın bu hareketidir ve şeyler onun yatağında bilince verilir.
Buraya kadar ki araştırmalar Husserl’i dış
dünyanın varlığına ilişkin tüm varsayımlar askıya alınmadan özlerin bilgisine
ulaşılamayacağı sonucuna ulaştırır. Bu da Ideen’in
yolunu açarlar. Ideen bilincin ideal,
özsel yapılarıyla ilgilenir, bunlara “transandantal” bir statü verir (fiziksel
ve maddi gerçeklikle ilgilenmediği için transandantaldır). Fenomenoloji belirişlerin
dünyasına odaklanır; şeylerin nasıl değişmez bazı yapılarıyla algılandığını açımlar.
Bunlar bilinç tarafından kurulduklarına göre “gerçeklik” de bizim belirişlerin
bir kısmıyla kurduğumuz ilişkinin bir karakteristiği hâline gelir.
AŞKIN
(TRANSANDANTAL) FENOMENOLOJİ
Husserl “Şeylerin kendisine gidelim.” der.
Fenomenolojinin sloganı budur. Bunun anlamı Husserl’in Kant’ın yaptığı “kendinde şey” (Ding an
sich) ile fenomen arasındaki ayrımı reddettiğidir. Fenomenlerin
gerisinde kendisini bilincin tecrübesine vermeyen kendinde şeyler yoktur
öyleyse duyusal görü ve akli görü yoluyla biz bizzat şeylerin kendisini
bilebiliriz.
Husserl’in yönelimsel sentezlerle yaptığı deneyime
birlik verme işini Kant yargılarla
yapar. Husserl daha sonra, Ideen I’de
noematik çözümleme
dediği yöntemi keşfeder. Bu çözümleme şeyi bana nasıl (im
Wie) beliriyorsa öyle betimlemeye dayanır. Noematik analiz bizi “yaşam dünyası” kavramına götürecektir.
YAŞAM
DÜNYASI
Beden Kartezyen geleneğin düşündüğü gibi
nesneler arasında bir nesne değildir yalnızca, dünyayı ve kendi kendisini algılayan,
hisseden bir varlıktır. Beden yoluyla Husserl çevreleyen dünyanın blince nasıl
“ön-verili” olduğunu düşünmeye girişir. Bu dönemde beden üzerine bu düşünüme eş
zamanlı olarak özneler-arasılık üstüne bir düşünüm eşlik eder.
Bu dönemde Husserl
nesnelliğin anlamının özneler-arasılığı varsaydığını vurgulamaktadır. Bir şeyin nesnel bir biçimde geçerli olduğunu söylemek başka
zihinlerin de onun doğruluğunu tespit edebileceğini öne sürmektir. Eğer bu
mümkün olmasaydı iki kişinin dili kullanarak aynı nesneden söz etmesi ve bir doğruluğu
beraberce saptaması da mümkün olamazdı. İki kişinin bir nesne hakkında aynı doğruluğu
idrak etmesinin zemini nesnenin değişmez yasalarıdır.
Pekiyi, başka zihinler olduğunu nasıl
biliyorum? Başkasının bilinci hiçbir zaman bana kendi bilimcim gibi dolaysızca
verilmez. Kendimi başkasının yerine, başkasını kendi yerime koyabilmem yaşayan
bedenimle yaptığım bir şeydir. Bu eşleşme (paarung)
sayesinde başkasını yalnızca benimki gibi yaşayan, algılayan bir beden olarak
değil, aynı zamanda da bir alter ego olarak kendi bilincime sunarım. Buna
Husserl eşsunum (apprezentation) der. Böylece
onu da bir ego, bir bilinç olarak düşünürüm. Husserl böylece tekbenciliği (solipsizm) aştığını düşünmektedir.
Solipsizm (tekbencilik) yalnızca benim bilincimin ve onun
içeriklerinin mevcut olduğunu, başka zihinlerin var olduğunun kanıtlanamayacağını
ileri sürer.
Yaşam dünyamız bizim birinci tekil şahıs
olarak deneyimlediğimiz şeylerin dünyasıdır. Bilim ise nesneleri üçüncü tekil şahıs
perspektifinden açıklamaya çalışır. Bu sırada nesneler öznellikle ilişkilerinden
koparlar ve durağan yapılar olarak düşünülürler. Oysa bilimin nesneler dünyasının
kökleri yaşam dünyasında bulunur. Birincil
olan yaşam dünyasıysa, yaşam dünyasından bilimin nesneler dünyası nasıl oluşmuştur?
Yaşam dünyası ile bilimin dünyası arasında
nasıl bir ilişki olduğu sorusuna Husserl genetik fenomenoloji yoluyla bir yanıt
arar. Genetik fenomenoloji bu yapısallığın öznel anlam verme süreçleri içindeki
oluşumunu inceler (Deneyim ve Yargı).
Deneyim ve Yargı’da Husserl’in amacı mantığı deneyimimizle ilişkilendirmektir.
Formel mantığın merkezinde bulunan predikatif yargının kökeni nedir? Husserl’in tezi yargının predikasyon (yükleme) öncesi
deneyimde temellendiği, bir yargıyı vermeyi mümkün kılan şeyin bir mantıksal
yapının deneyimde önşekillenmesi olduğudur. Başka deyişle Husserl’e göre
deneyimiz yargıya varmadan önce başka türden sentezler, yapılar içerir. Yargı
bunları dile getirir.
Avrupa Bilimlerinin Krizi
20. yüzyılın hemen başlarında savaşlarla
parçalanan imparatorluklar, yükselen kapitalizm, faşizm vs. kriz kavramının
içeriğidir. Avrupa uygarlığının başına geleni anlamak için felsefenin nasıl on
dokuzuncu yüzyılda gitgide daha deneyci (ampirisist) ve natüralist bir yön
kazandığını, nasıl yaşam dünyasının unutulduğunu yeniden düşünmek gerekir.
Avrupa Bilimlerinin Krizi’nde zihinsel ve tinsel
olanın fiziksel olana indirgenemeyen kendisine özgü bir gerçekliği olduğunu
vurgulanır. Husserl’e göre tini tin olarak sistematik bir biçimde ilk kez
inceleyen ve böylece bilimi bütünsel bir biçimde dönüştüren fenomenolojidir.
HUSSERL’İN
ETİĞİ
20. yüzyılın etiğinde çok etkili olan “değer
kuramı”nı Brentano ve Husserl’in
çalışmalarına borçluyuz. Nicolai Hartmann,
Max Scheler gibi Marburg
Fenomenoloji Okulundan felsefeciler Husserl’in fenomenolojik etik fikrini ve değer
kuramını takip etmişlerdir.
Husserl aksiyoloji ile etik arasında bir
ayrım yapar. Aksiyoloji, değerler bilgisi anlamına gelir. Husserl’in etiğinin
aksiyolojisine dayandığını söyleyebiliriz.
Husserl tüm zihinsel fenomenleri üçe ayırır:
doksik (bilişsel zihinsel fenomenler), duygulanımsal fenomenler (zihinde
hissedilen heyecanlar), konatif fenomenler (istekler). Buna koşut bir biçimde,
kuramsal, normatif ve pratik disiplinlerden bahsedebiliriz. Aksiyoloji doğru duygular ve heyecanlar ile yanlış heyecan
ve duyguları saptamamıza el veren normatif bir alt disiplindir.
Etik aksiyolojiden daha fazlasıdır, zira etik yalnızca doğru değerlendirmelerle ilgilenmez,
temsilin doğruluğunu (doksik öge) ve istemi (eylem yönünde çabalama) de hesaba
katmak zorundadır. Böyle bir etiğin ideali,
ahlaki olarak doğru eylem anlayışı nedir? Nesneyi değerlendirmenin bilgiden,
ona yönelik eylemin ise değerlendirmeden kaynaklanmasıdır elbette. Değerlendirme, değeri hissetmedir; temsili ve
nesneleştirmeyi varsaydığı hâlde, bir temsil veya nesneleştirme değildir. İnsanda
duygu, arzu ve istem olmasaydı ahlâki bir dünya ortaya çıkmazdı. Husserl bu
noktada Kant’ın kategorik buyruklarına karşı çıkar. Husserl bir şeyin değerli
olduğunun hissedilmesinin o şeyin özüne ilişkin yasalara dayandığını öne
sürerek nesnel kıstaslara başvuruda bulunur. Duygular bize bir şeyi değerli
olarak sunduğunda çoktan o şeyin özüyle bir ilişki kurulmuştur. Husserl’in kategorik buyruğu, bir durumda elimden gelenin en
iyisini yapmamı emreder.
FENOMENOLOJİ
VE POST FENOMENOLOJİLER
Heidegger, Sartre, Merleau-Ponty, Levinas, Derrida, Ricoeur, Michel Henry ve daha birçokları hem Husserl’le beraber hem de ona karşı düşünmeye
girişirler. Fenomenoloji birçok post-fenomenoloji doğurur. Bu filozofların her birinin
Husserl’i farklı bir biçimde eleştirdiğini ve bu eleştiri sayesinde kendi
yollarını bulduklarını görürüz.
---
Çağdaş
Felsefe II
Yazar: Prof. Dr. Zeynep Direk
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2247
Nisan 2012, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder