5 Eylül 2015 Cumartesi

Jean-Paul Sartre

Jean-Paul Sartre (1905-1980)
Sartre’a göre felsefe öncelikle insanın dünyadaki yaşamını anlamayı ve yeniden değerlendirmeyi, özgürlükle olgusallığın ilişkisini açığa çıkarmayı hedefler.

Sartre 2 yaşındayken babası vefat eder. Annesinin ailesiyle birlikte büyür. Çocukluk yıllarını Sözcükler adlı eserinde anlatmıştır.
1924’te École Normale Supérieure’e kabul edilir. Simone de Beauvoir ile orada tanışır. 1931’de felsefe öğretmeni olarak görev yapmaya başlar. 1933’te felsefe ihtisası için Berlin’e gider. Bu dönemde fenomenolojiyle tanışır/ilgilenir. Ülkesine döndükten sonra İmgelem adlı eserini yayınlar. 1938’de yayınlanan Bulantı esriyle birlikte meşhur olur.
1939’da Sartre orduya alınır. 1940’da esir düşer fakat bir yıl sonra kaçmayı başararak Alman işgali altındaki Paris’e döner. Savaş boyunca Paris’te öğretmenlik yapar, yazı yazar ve direnişe destek verir. Sinekler ve Çıkış Yok Paris’te sahnelenir. 1943’te Varlık ve Hiçlik’i de yayımlar.
Simone de Beauvoir, Albert Camus, Maurice Merleau-Ponty ile birlikte Les Temps Modernes dergisini çıkarır.
1960 tarihinde yayımlanan Diyalektik Aklın Eleştirisi adlı eserinde fenomenoloji (özellikle Heidegger’e yakın bir fenomenoloji) ile Marx’ın bir sentezini yapar.
Filozof kimliğinin yanında siyasete de yakın durarak yeni bir entelektüel tipi oluşturmuştur. Hayatı boyunca inandığı değerler ve ilkelerin yanı sıra ezilen ve sömürülenlerin mücadelelerine de destek vermiş aktivist olarak faaliyetlerde bulunmuştur. 1963’te Nobel ödülüyle taltif edildi fakat ödülü reddetti (daha sonra ödülle birlikte verilen para yardımını almak için elinden geleni yaptı). 1974’te geçirdiği bir kriz sonucu kör olmuştur.

SARTRE’IN FELSEFESİ
Sartre’ın felsefi yolunu çizen temel sorun, özgürlüğün olgusallıkla ilişkisi sorunudur. Sartre’ın düşünsel yolculuğunu üç uğrakta ele alabiliriz: Sartre’ın Husserl fenomenolojisinden yola çıkarak kendi özgün düşüncesini oluşturmaya çalıştığı ilk dönem felsefesi birinci uğraktır. Bu aşamada bilinç ile dünya ilişkisi “yönelimsellik” , “aşkınlık” gibi terimlerle ele alınmaktadır.
Sartre’ın felsefi güzergâhının ikinci uğrağı Varlık ve Hiçlik’tir. Burada özgürlük ile olgusallığın ilişkisini kapsamlı bir biçimde temellendiren fenomenolojik bir varlıkbilim ortaya koyar. Marksistler Varlık ve Hiçlik’te özgürlüğü doğal kabul eden bir burjuva bireyciliği olarak görmüştür. Sartre bu eleştiriye verdiği yanıt Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde ortaya çıkar. Bu eserinde Sartre fenomenoloji ile Marx’ın sentezini yapar, özgürlük ile olgusallık ilişkisi sorununu, bu sorunun tarihsel ve politik boyutunu da açıklamayı amaçlayan varlıkbilimsel bir yaklaşımla ele alır.

Sartre’ın yola çıkış noktası fenomenolojidir. Sartre’ın Husserl fenomenolosinde en çok önemsediği fikir “yönelimsellik” (intentionnalité) fikridir. Ona göre yönelimsellik bizi realizm ile idealizm arasında yüzyıllardır sürüp giden, fiziksel maddi gerçekliğin bizim onu temsil edişimizden veya bilişimizden bağımsız olup olmadığına ilişkin tartışmadan kurtarır.
Sartre, Husserl’in 1913 yılında yayımlanan Ideen’le beraber yönelimsellik yapısını transandantal bir ego’ya dayandırarak idealist felsefeye prim verdiğini düşünür. Sartre’a göre deneyimle kurulmamış saf (transandantal) bir ego yoktur.
Ne bilinç (kendisi-için-varlık) dış gerçekliğe (kendinde-varlık) ne de dış gerçeklik bilince indirgenebilir. Bununla birlikte, ne biri ne de diğeri aralarındaki ilişkiden bağımsız olarak betimlenebilir.
Sartre bilinç için tözsel, kurucu bir öğe (ben) aramaz. Bilincin yönelimselliğini Varlık ve Hiçlik’te “hiçlik” ve “özgürlük” olarak yorumlar.
Varlık ve Hiçlik başkasıyla ilişki (başkası-için-varlık) tartışmasıyla da çok ilgi çekmiştir. Ben, başkası tarafından şöyle veya böyle olarak tarif edilmek suretiyle, bir davranışıma, bir kimliğe, bir bedene sabitlenebilirim ve bu durumda kendisi-için’in özgürlüğünü varlıkta kaybederim. Başkası beni şöyle veya böyle görmek suretiyle özgürlüğümü elimden alabilen bir varlıktır.
Çıkış Yok’ta insanın varoluşunun hakikatiyle başkasıyla ilişkisinde karşılaşması “Başkaları cehennemdir.” deyişiyle ele alınır. Başkası benim özgürlüğümü sınırlandırır.

Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde yaptığı şey hem bir politik fenomenoloji hem de bir tarih felsefesidir. Sartre insan gerçekliğinin a priori’lerini bilincin dünyayla kurduğu yönelimsel ilişkide değil, insanın praxisi’inde arar.

YÖNELİMSELLİK VE EGO’NUN AŞKINLIĞI
Sartre’a göre bilinci bilinç yapan özellik yönelimselliktir. Husserl yönelimselliği “her bilinç bir şeyin bilincidir” diyerek tarif etmişti. Sartre’a göre yönelimsellik bilincin kendi içinde bir ilişki, bilincin aslına ulaşamadığı bir şeyi kendi kendisine temsil etmesi veya sunması değildir. Temsilin asıla uygunluğu sorunu çözülemeyecek bir sorundur. Sartre’a göre “yönelimsellik” bu sorunu ortadan kaldıran yepyeni bir başlangıç olarak görülmelidir. Yönelimsellik, bilincin dışarı doğru hareketi, yani “aşkınlık”tır. Yönelimsellik sayesinde şeyler ile bilinç tek bir hamlede verilirler: Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir, bir şeyin bilinci olmayan bir bilinç yoktur. Öte yandan, şeyler bilince dışsal oldukları hâlde, ona görelidirler (rölatif). Bunun anlamı şudur: Şeyler ancak bilincin onlara yönelimi içinde bilince belirirler. “Bilincimin içerikleri dünyadaki şeylere karşılık gelir?” Sartre’a göre birincil soru bu değildir. Onu varlıkbilimsel bir sorunsalla ilişkilendirerek yanıtlamak gerekir: “İnsan dünyayla nasıl ilişki kurar?” Öncelikle bu soruya cevap vermek gerekir (buna “top çevirme” diyoruz).

Erken dönem çalışmalarında Sartre, Husserl’in gölgesinden kurtulabilmek için Husserl’in felsefesinin idealist bir yön kazanmasından memnun olmadığını açıklar. Sartre’a göre bilinçte saf, transandantal bir ego yoktur. Fakat yine de bilincin transandantal bir işlevi vardır. Bu işlev sayesinde dünya, bilincimde belirir ve bunu da bilincin yönelimselliği sağlar; yani ayrıca transandantal bir egoya ihtiyacımız yoktur (yine top çeviriyoruz).

Ego’nun Aşkınlığı’nda Sartre bilincin çeşitli katmanlarını betimler. Bilinç ilk, en alt katmanında düşünümsel (reşéxive) değildir, düşünülmemiştir (irreşéchie).
İkinci katmanda düşünüm edimi, belli bir yaşantıyı bir ben’in yaşantısı olarak koyutlar.
Üçüncü düzeyde bu koyutlama yapıldığında psikolojik ego da kurulmuş olur. Kısacası psikolojik ego ilksel veya kökensel değildir, düşünümün bir ürünü olarak oluşmuştur.

Kendimize, yaşantılarımıza döndüğümüzde düşünen bir ego’nun varlığını kesinlikle bilebildiğimiz iddiası doğru değildir. Zaten Sartre’a göre içe dönüş (introspection) genel olarak yanıltıcı bir yöntemdir, zira bilinç kendisini şeylerle ilişkisinden bağımsız olarak bilemez ve ego düşünümün bir ürünüdür.

Varlık ve Hiçlik
Sartre Varlık ve Hiçlik’e “kendi-için-varlık” (être-pour-soi) ile “kendinde-varlık” (être-en-soi) arasında bir ayrım yaparak başlar. “Kendi-için-varlık” terimiyle kastedilen “bilinç”tir. Kendinde-varlık’tan kasıt ise bilincin dışındaki gerçekliğin zeminidir. Eserin başlangıcı yönelimselliğin ontolojisi hakkındadır.
Yönelimsellik bilincin dünyaya erişimidir.
Bilinç dünyayı yaratmaz, dünya zaten bilinçten bağımsız olarak varolan aşkın bir varlık olduğu için bilince belirir. Bilinç yönelimsel olmasaydı dünyayı tecrübe edemezdi. Kısacası, bilinçte bilincin kendisi olmayan bir varlık ifşa olur.
Sartre’a göre kendinde-varlık saydam değildir, katıdır, varolması için bir sebep de yoktur. Sartre bilincin yönelimselliğinin, şeylerin bilince veriliyor oluşunun böyle bir kendinde varlık’ı ima ettiğini söyleyerek varlıkbilimsel bir argüman vermiştir.
Tıpkı kendinde-şey gibi, kendinde-varlık da ulaşılmazdır, o da bilinçle ilişkide bizim tecrübe ettiğimiz dünya olarak belirir.
Sartre “kendisi-için-varlık” ile “kendinde-varlık”ın yönelimsel ilişkisine dayanan bir biçimde kurulan “insani gerçekliği” (la realité humaine) Heidegger’in “dünyada olma” (In-der-Welt-Sein) kavramıyla eşitleyerek betimler.
Bilinç dünyadaki gerçekliği yaratmaz ama nasıl bir dünyada yaşayacağını seçer.
Dünya bana peşinde olduğum tasarı uyarınca belirir, projelerim dünyadaki durumumu ve şeylerin bana nasıl göründüğünü belirler. O hâlde tasarımı belirlediğim veya seçtiğim süreçte dünyamı da seçerim.
Sürekli bir biçimde kendini aşmak, bilincin, özgürlüğün bir özelliğidir ve olgusallığa anlamını veren bu aşkınlık olduğu için olgusallık ondan ayrılamaz.
Dünyaya atılmış olarak kendimi belli olguların içinde bulurum. Sartre’ye göre eğer intihar etmiyorsam veya kaçmıyorsam içinde bulunduğum durumu seçmiş olurum. Ölmek veya kaçmak şansım her zaman vardır. Ama eğer buradaysam bunu seçmişimdir. Burada Sartre zor bir konumdadır. Fakat asıl amacı haklı ile haksızı ayırt etmek değildir. Sartre’a göre direnebilmek için özgür olmak gerekir. Özgürlüğümüzü kaybedersek zulme karşı direnecek gücümüzü de kaybederiz.
Kendisi-için-varlık tanım itibarıyla özgürdür. Özgürlük bilincin esası, olmazsa olmaz bir özelliğidir. Varlık ve Hiçlik’te Sartre onu yönelimsellikle, aşkınlıkla iç içe düşünür.
Sartre’ın bir başka önemli savı da kendisi-için-varlık’ın “hiçlik” olduğudur. Bunun sebebi ilkin bilincin verili bir özünün olmaması, dışa doğru bir hareketten ibaret olmasıdır. Kendisi-için-varlık “ne ise o değil, ne değilse odur.”
Sartre hiçliğin dünyaya bilinç sayesinde girdiğini söyler. Hiçliği dünyaya sokan bilincin (kendisi-için-varlık) kendi hiçliğidir. O hâlde insanın gerçekliği varlık ile hiçlik’in bir sentezidir. Hiçlik varlığı kuşatır.

Başka bilinçlerin varlığı sorununu Sartre realizm ile idealizm arasındaki tartışmaya yerleştirir. Realist felsefe başkalarının varlığını verili kabul etmiştir. Ama bize doğrudan verili olan başkalarının zihinleri değil, bedenleridir. Kendi bedenimle zihnim arasındaki ilişkinin aynısının başkasında da bulunduğu sonucuna nasıl varıyorum? 19. yüzyıl psikolojizmi başka zihinler sorununu benim bedenim ile başkasının bedeni arasındaki benzerliklere dayanarak çözmeye çalışır. Bunu yaparken de idealizmin alanına girmiş olur. Realizm de idealizm de bu konuyu sanki yalnızca ben başkasını görüyormuşum gibi tartışır. Oysa başkası benim gördüğüm değildir yalnızca, beni görendir. Sartre başka zihinler sorununun yalnızca ben ile başkası arasındaki ilişkinin içsel bir ilişki olduğunun fark edilmesiyle çözülebileceğini öne sürer. Başkasıyla ilişki sonradan, dışarıdan kurulmaz, başkası-için-varlık benim varlığımın bir ögesidir. Bakışın öznesi olduğumda başkasını nesneleştirmiş olurum. Ancak bakışın yönü tersine çevrilebilir, bu kez ben nesneleşir, özgürlüğümü kaybederim. Bizi bakışın öznesi veya nesnesi yapan şey nedir? Bu soruyla birlikte bakış fenomenolojisini bir ezme/ezilme fenomenolojisi hâline gelir. Ezilen bakışın öznesi değildir, ezen ezilenin bakışının nesnesi olmamıştır hiçbir zaman. Ezilenin direnmeye başlamasıyla birlikte ezen de ezilenin kendisini nasıl gördüğünü öğrenecektir.

Diyalektik Aklın Eleştirisi
Sartre’a göre tarihte Hegel’in iddia ettiği gibi diyalektik zorunlulukla bir özgürlük idesi gerçekleşmez. Marx’a göre tarihsel gelişim üretim araçları ve üretim ilişkilerine dayanan bir diyalektiğin sonucunda meydana gelir. Tarih, evrensel özgürlüğün gerçekleştiği bir kurtuluşla sona erer. Sartre bu ereksel mantığı kabul etmez ve soruyu yeniden sorar: evrensel özgürlük nasıl mümkün olabilir?
Tarih olumsaldır ve anlaşılmaz değildir.
İnsanlar tarihi praksisleriyle yaparlar. Sartre böyle söylediği halde tarihsel veya olgusal koşulların eylemin özgürlüğünü ortadan kaldıran bir belirlenim oluşturduklarını reddeder. Böylece Marksizm’i varoluşçu bir antropoloji içinde temellendirmeye girişir. Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde önerdiği politik fenomenoloji tekil bir olgunun karmaşıklığını hem yatay hem de dikey olarak çözümler: Yatay çözümleme, bir olgunun karşımıza çıktığı koşulların çözümlenmesidir. Sartre buna “geri-çözümleme” (analyse regréssive) der. Buna karşın, olguda verili koşulları aşmaya yönelik bir tasarı da bulunur. Bu tasarıyı çözümlediğimizde dikey bir çözümleme, bir ileri-çözümleme (analyse progréssive) yapmaktayızdır.
Praksisin öznesinden ayrı olarak ele alındığında pratik alan ayrışmamış bir çoğulluğun alanıdır. Eyleyen özne bu alana içsel bağlarla bağlıdır. İç dünya dışsallığı içselleştirir. Bunun için, praksis de içselliğin dışsallaşması olarak anlaşılabilir.
Doğadaki madde insanın praksisine direnç gösterir. İnsanın praksisi doğanın olumsuzluğunu olumsuzlar. Pratik alanda kıtlık vardır, kaynaklar herkes için yeterli değildir. Sartre bunu “Her toplum kendi ölülerini seçer.” diyerek ifade eder: Kimin yetersiz besleneceğine, bakımsızlıktan öleceğine üst sınışar karar verirler.
Özgür bir toplum nasıl kurulur ve varlığını sürdürebilir? Sartre bu soruya yanıt verirken iki temel toplumsallık çeşidinden söz eder: “Dizi” ve “kaynaşmış grup”. Toplumsallığı kuran topluluk dizidir, toplumsal özgürleşme ise kaynaşmış grup praksisi sayesinde meydana gelir. Dizisel topluluklarda bireyler edilgindirler; kaynaşmış gruplarda ise etkin ve kurucudurlar. Kaynaşmış grubun en belirgin özelliği, onu oluşturan bireylerin ortak bir amacı gerçekleştirmek için ortak bir eylem içinde bir araya gelmiş olmalarıdır. İşgal altındaki bir mahallede dizisel bir topluluğu oluşturan bireyler bir direnişi birlikte örgütlemek suretiyle kaynaşmış bir gruba dönüşebilirler.
Ortak özgürleşme nasıl mümkündür? Kaynaşmış gruplar ortak bir amaca yönelirler ve o amacın gerçekleşmesiyle ortadan kalkarlar.
Kurumlarda katılaşmış, kanıksanmış tarihsel pratikler toplumal özgürleşmenin önünde engel oluştururlar. Bazen de pratik alandaki atıl bir kurum kaynaşmış bir grubu yutar. Atalet şu veya bu biçimde her grubu tehdit eder. “Pratiko-inert”, yani tarihsel ve toplumsal kurumlardaki atalet pratik alanın yapısal bir parçasıdır. Bu tür bir atalet herkesi bir başkası hâline getiren ve bu başkalıkta herkesin kimliğini yitirdiği dizisel toplulukları kurar. Toplumsal özgürleşme, toplumsal ve tarihsel olarak kurulmuş ataletle mücadele edebildiğimiz ölçüde mümkündür.

SARTRE’NİN AHLÂKI
Sartre değerleri, tarihsel varlıklarını bir yana bırakırsak, insani gerçekliğe sokan şeyin benim onları seçmem, özgürlüğümün onları üstlenmesi, onlara bağlanmam olduğunu söyler. Bir değeri seçmek onu tüm insanlığa da önermektir. Sartre’ın özgürlük anlayışını muhafazakârlar ahlâksızlık olarak görmeye çalışmışlarsa da Sartre’da özgürlüğün sorumluluk demek olduğu çoğunlukla gözden kaçmıştır. Aslında Sartre hesapsız ve keyfi özgürlüğün değil, aşırı sorumluluğun filozofudur.

---
Çağdaş Felsefe II
Yazar: Prof. Dr. Zeynep Direk
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2247
Nisan 2012, Eskişehir


1 yorum: