ORTAÇAĞ
FELSEFESİNE GİRİŞ
Ortaçağın felsefecileri, kedilerini
ilahiyatçı olarak tanımlıyorlardı. Felsefe onlar için dinin hizmetinde bir
etkinliktir. Onların nazarında filozof Platon ve Aristoteles’ti.
Zamansal olarak Ortaçağ Felsefesini
Augustinus (354-430) ile başlatabiliriz.
Bu dönem, St. Thomas’lı Iohannes
(1589-1644) ile son bulmaktadır.
Avrupa, dördüncü yüzyıldan itibaren büyük
bir barbar saldırısı ve istilası ile sarsıldı. Neredeyse bütün şehirleri,
manastırları, eğitim kurumları, kütüphaneleri yağmalandı ve yakıldı.
Augustinus (13 Kasım 354 - 28 Ağustos 430)
Kartaca’nın batısında Thagaste’de doğdu.
Babası pagan, annesi ise Hıristiyan’dı. Eğitim amacıyla Kartaca’ya gitmiş,
burada bir kadınla ilişkiye girip çocuk sahibi olmuştur.
Cicero’nun Hortensius isimli eserini okuduktan sonra bir hakikat araştırmasına
başladı. O yıllarda etkili olan Maniciliğe girdi. Manici düalizmin etkisiyle
Hıristiyanlıktan oldukça uzaklaşmış bir şekilde evine döndü (374).
Kartaca’da bir retorik okulu açtı. Kafasını
kurcalayan sorulara yanıt veremez hale gelince Roma’ya gitti. Burada bir
retorik okulu açtı ve felsefi sorgulamalarına devam etti. Plotinos ve
Porphyrios’un eserleriyle burada tanıştı. Yeniplatoncu düşünürlerin etkisiyle Augustinus,
maddeci düşünceden uzaklaştı. Augustinus 384 yılında
Milano’da öğretmenlik yapmaya başladı ve burada Hıristiyanlıkla ilgilendi. 387
yılında Hristiyan oldu. 388’de doğduğu yer olan Thagaste’de bir manastır kurdu.
396’da Hippo piskoposu oldu ve ölümüne dek bu görevde kaldı. Bütün eserlerini
Migne baskılı Patrologia Latina’nın 38
ve 47. ciltlerinde bulmak mümkündür. İtiraflar (Confessiones), 400 yılı dolaylarında
kaleme aldığı bir eserdir.
Augustinus’un
Tanrı ve Yaratılış Anlayışı
Augustinus’un bir diyalog hâlinde kaleme
aldığı eseri Soliloquia’da
iki temel karakter bulunmaktadır: Augustinus ve akıl. Onun için önemli olan insani bilgeliğin doğasına ulaşmaktır.
Augustinus’a göre insan aklı, kendi başına bırakıldığında
hakikate ulaştıran bir etkinlik gerçekleştiremez. Bu nedenle inanmak, bilmekten
önce gelmelidir. Tanrı, Augustinus’a göre hakikatin kendisidir.
Musa O’na ismini sorduğunda O şöyle cevap
verir: “Ben neysem O’yum”. Bu cevap, Tanrı’nın, varlığın bizzat kendisi olduğu
(Ipsum Esse) anlamına gelmektedir.
Platon’un İdeası ile büyük bir benzerlik
gösteren Augustinus’un Tanrı’sı ezeli ve ebedi bir varlıktır. Plotinos, evrenin zorunlulukla Bir’den türediğini (emanatio=türüm) söylemektedir. Oysa Augustinus için
böyle bir zorunluluk söz konusu bile olamaz. Tanrı’nın bir zorunluluktan dolayı
eylemini gerçekleştirmesi düşünülemez bir durumdur. Augustinus’a göre Tanrı,
evreni hiçlikten akılla ve özgür iradesiyle yaratmıştır.
Türüm veya Südur (Grekçesi “proodos”, Latincesi “emanatio”)
“tüm gerçekliğin bir ve ezeli-ebedi olan yetkin ve aşkın bir varlıktan
zorunlulukla çıktığını öne süren metafizik bir öğreti”dir.
Augustinus’a göre, Tanrı dünyadaki her şeyi
bir anda yaratmıştır. İlk başta dünya oluşmakta
olan şeylerin tohumları ile doluydu. Augustinus bunlara köken ilkeler (rationes seminales) adını vermektedir. Bazı tarihçiler
bu anlayışı modern evrim öğretisinin bir sezinlemesi olarak düşünürler.
Augustinus’un
Bilgi Anlayışı
Aslında Augustinus’un aydınlanma öğretisi ışık
ile ilgisi kurularak anlaşılabilecek bir görme benzetmesidir. Augustinus’a göre, cisimsel nesnelerin görülebilmesi için
gün ışığına ihtiyacımız vardır. Zihinsel
görmenin koşulu ilahi bir ışık olduğuna göre, bu ışığın üzerine düşerek akılsal
anlamda görülebilir kıldığı nesnenin de bir anda ve bütünüyle kavranması
zorunlu olacaktır. Augustinus’un aydınlanma anlayışındaki bu tarz ile Platon’un
hatırlama (anamnesis) öğretisi arasında önemli
bir yakınlık bulunmaktadır. Platon’da, ruhun daha önceki bir varoluş durumunda
elde etmiş olduğu bilgiyi herhangi bir nedenle hatırlaması eylemine anamnesis denmektedir.
Böyle bir anlayışın bilgi kuramsal temelde
ciddiyetini sürdürmesi için ruh göçü (metempsykhosis)
ilkesine de ihtiyacı bulunmaktadır. Hatırlamanın ancak başka bir hayattaki
tecrübeyi referans alması, ruh göçü ilkesini zorunlu kılar. Bunu aşmanın yolu
sezgidir ki kitabımız bu konuya değinmek gereği duymuyor.
Augustinus’un bilgi öğretisinin üç ögesi:
• Tanrı ruhsal ışıktır ve bütün insanları
(onların akıllarını) aydınlatır.
• Tanrı tarafından aydınlatılmış bir anlaşılabilir
hakikat dünyası vardır.
• İlahi aydınlanmada bu hakikat dünyasını
bilen (insani) akıllar vardır.
Aklın üzerinde en fazla durmamız gereken
yetisi kendisinin farkına varabilmesidir. Memoria
duyularımızla algıladığımız nesnelerin imgelerinin toplandığı bir yerdir. Bu
yer, aklımızın bu nesneler ile ilgili düşünme eyleminde kendilerine dayandığı
imgeleri depolamaktadır. Akıl memoriada bizzat kendisiyle karşılaşabilmekte ve
kendisi, doğası, etkinlikleri hakkında düşünebilmektedir. Augustinus’a göre
memoria aklın Tanrı’yla karşı karşıya kaldığı bir içsel mekândır.
Augustinus’un
Etik Anlayışı
İnsan, Augustinus’a göre, ruh ve bedenden
meydana gelmiştir. Ona göre ruh, tinsel
özellikleri olan bir tözdür. Bu tinsel yapısı ona bizzat ölümsüzlüğü vermektedir.
Ölümsüzlük ise, ruhun ilahi hakikatten aldığı payı ve onunla kurduğu ilişkiyi
anlatmaktadır. Augustinus’a göre, bu pay alma
bakımından her şeyi ve herkesi bir arada tutan; merkezdeki Tanrı’ya yönelten en
önemli kavram sevgidir. İnsanın akılsal ruhu, güzelliğin ve dolayısıyla iyinin peşinden
gitmek zorundadır.
Cicero’nun Hortensius adlı eserindeki bir cümle Augustinus’un bütün felsefesine
yayılmıştır: “Hepimiz kesinlikle mutlu olmayı isteriz.” Mutluluk, Augustinus’un
eserlerinin tümünde merkezde yer almaktadır.
Hıristiyan inancına göre (credo) insan, işlediği ilk günahtan dolayı bu dünyaya düşmüştür.
Bununla birlikte iradesi, en iyiyi amaç olarak edinmek
bakımından kaçınılmaz bir şekilde gereklidir. İnsan,
ilk günah sayesinde özgürlüğünü kaybetmiştir ve onu yeniden elde etmek için
mutlaka Tanrı’nın inayetine gereksinim duyacaktır. Tanrı, bu özelliği sayesinde insanları kendisine doğru
çekmekte; böylelikle ahlaki olarak yapılması gerekli olanları yapma gücü insana
verilmektedir.
Doğuştan içimizde bulunan ahlak yasası bize
Tanrı tarafından verilmiştir. Dolayısıyla, ahlaki
olarak neyi yapıp neyi yapmamamız gerektiğini kestirebilmek için Tanrı’nın
zihnindeki ezeli-ebedi yasanın, yukarıda belirtilen bilincimizi bir şekilde aydınlatması
zorunludur.
Tanrı
Devleti (Civitas
Dei)
Toplum ve devlet felsefelerine yön vermiş
önemli bir eserdir. Augustinus’un felsefesinde iki farklı türden sevgi
bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Tanrı sevgisi, diğeri de kendini sevmek veya
dünya sevgisidir. Tanrı’ya sevgi duyan insanlar Tanrı Devletini, içleri dünya
sevgisiyle dolu olanlar da Dünya Devleti’ni meydana getireceklerdir. Tanrı
Devleti adlı eser, bu iki devletin hikâyesidir.
Augustinus’un yaşadığı dönemde Roma İmparatorluğu
çökmüştür ve bu çöküşten neyin veya kimin sorumlu olduğu bulunmaya çalışılmaktadır.
Paganlar, bu çöküşe Hıristiyanların neden olduğunu iddia etmektedirler. Augustinus,
M.S. 413’te yazdığı bu eseriyle, paganların söylediklerini çürütmeye ve toplumun
kurtuluşunun esaslarını ortaya koymaya çalışmıştır. Toplumsal düzeni ilahi
buyruklarla düzenleme çabası içinde olan Augustinus, Tanrı sevgisiyle dolu insanların
oluşturduğu toplumun başında İsa’nın yer aldığını söylemektedir. Bu toplumda
sadece insanlar değil; fakat aynı zamanda melekler de bulunmaktadır. Bu
toplumun üyeleri sonsuza değin cennette mutluluk içinde yer alacaklardır.
Neredeyse bütün bir Avrupa tarihinde, özellikle
Carolus Magnus’tan itibaren bütün yöneticiler, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi
olarak hükümranlıklarını sürdürmüşlerdir.
---
Ortaçağ Felsefesi
Editör: Prof. Dr. Ayhan Bıçak & Yrd.
Doç. Dr. Serdar Uslu
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2296
Ağustos 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder