8 Ağustos 2015 Cumartesi

Augustinus

ORTAÇAĞ FELSEFESİNE GİRİŞ
Ortaçağın felsefecileri, kedilerini ilahiyatçı olarak tanımlıyorlardı. Felsefe onlar için dinin hizmetinde bir etkinliktir. Onların nazarında filozof Platon ve Aristoteles’ti.
Zamansal olarak Ortaçağ Felsefesini Augustinus (354-430) ile başlatabiliriz.
Bu dönem, St. Thomas’lı Iohannes (1589-1644) ile son bulmaktadır.

Avrupa, dördüncü yüzyıldan itibaren büyük bir barbar saldırısı ve istilası ile sarsıldı. Neredeyse bütün şehirleri, manastırları, eğitim kurumları, kütüphaneleri yağmalandı ve yakıldı.

Augustinus (13 Kasım 354 - 28 Ağustos 430)
Kartaca’nın batısında Thagaste’de doğdu. Babası pagan, annesi ise Hıristiyan’dı. Eğitim amacıyla Kartaca’ya gitmiş, burada bir kadınla ilişkiye girip çocuk sahibi olmuştur.
Cicero’nun Hortensius isimli eserini okuduktan sonra bir hakikat araştırmasına başladı. O yıllarda etkili olan Maniciliğe girdi. Manici düalizmin etkisiyle Hıristiyanlıktan oldukça uzaklaşmış bir şekilde evine döndü (374).
Kartaca’da bir retorik okulu açtı. Kafasını kurcalayan sorulara yanıt veremez hale gelince Roma’ya gitti. Burada bir retorik okulu açtı ve felsefi sorgulamalarına devam etti. Plotinos ve Porphyrios’un eserleriyle burada tanıştı. Yeniplatoncu düşünürlerin etkisiyle Augustinus, maddeci düşünceden uzaklaştı. Augustinus 384 yılında Milano’da öğretmenlik yapmaya başladı ve burada Hıristiyanlıkla ilgilendi. 387 yılında Hristiyan oldu. 388’de doğduğu yer olan Thagaste’de bir manastır kurdu. 396’da Hippo piskoposu oldu ve ölümüne dek bu görevde kaldı. Bütün eserlerini Migne baskılı Patrologia Latina’nın 38 ve 47. ciltlerinde bulmak mümkündür. İtiraflar (Confessiones), 400 yılı dolaylarında kaleme aldığı bir eserdir.

Augustinus’un Tanrı ve Yaratılış Anlayışı
Augustinus’un bir diyalog hâlinde kaleme aldığı eseri Soliloquia’da iki temel karakter bulunmaktadır: Augustinus ve akıl. Onun için önemli olan insani bilgeliğin doğasına ulaşmaktır. Augustinus’a göre insan aklı, kendi başına bırakıldığında hakikate ulaştıran bir etkinlik gerçekleştiremez. Bu nedenle inanmak, bilmekten önce gelmelidir. Tanrı, Augustinus’a göre hakikatin kendisidir.
Musa O’na ismini sorduğunda O şöyle cevap verir: “Ben neysem O’yum”. Bu cevap, Tanrı’nın, varlığın bizzat kendisi olduğu (Ipsum Esse) anlamına gelmektedir.
Platon’un İdeası ile büyük bir benzerlik gösteren Augustinus’un Tanrı’sı ezeli ve ebedi bir varlıktır. Plotinos, evrenin zorunlulukla Bir’den türediğini (emanatio=türüm) söylemektedir. Oysa Augustinus için böyle bir zorunluluk söz konusu bile olamaz. Tanrı’nın bir zorunluluktan dolayı eylemini gerçekleştirmesi düşünülemez bir durumdur. Augustinus’a göre Tanrı, evreni hiçlikten akılla ve özgür iradesiyle yaratmıştır.
Türüm veya Südur (Grekçesi “proodos”, Latincesi “emanatio”) “tüm gerçekliğin bir ve ezeli-ebedi olan yetkin ve aşkın bir varlıktan zorunlulukla çıktığını öne süren metafizik bir öğreti”dir.
Augustinus’a göre, Tanrı dünyadaki her şeyi bir anda yaratmıştır. İlk başta dünya oluşmakta olan şeylerin tohumları ile doluydu. Augustinus bunlara köken ilkeler (rationes seminales) adını vermektedir. Bazı tarihçiler bu anlayışı modern evrim öğretisinin bir sezinlemesi olarak düşünürler.

Augustinus’un Bilgi Anlayışı
Aslında Augustinus’un aydınlanma öğretisi ışık ile ilgisi kurularak anlaşılabilecek bir görme benzetmesidir. Augustinus’a göre, cisimsel nesnelerin görülebilmesi için gün ışığına ihtiyacımız vardır. Zihinsel görmenin koşulu ilahi bir ışık olduğuna göre, bu ışığın üzerine düşerek akılsal anlamda görülebilir kıldığı nesnenin de bir anda ve bütünüyle kavranması zorunlu olacaktır. Augustinus’un aydınlanma anlayışındaki bu tarz ile Platon’un hatırlama (anamnesis) öğretisi arasında önemli bir yakınlık bulunmaktadır. Platon’da, ruhun daha önceki bir varoluş durumunda elde etmiş olduğu bilgiyi herhangi bir nedenle hatırlaması eylemine anamnesis denmektedir.
Böyle bir anlayışın bilgi kuramsal temelde ciddiyetini sürdürmesi için ruh göçü (metempsykhosis) ilkesine de ihtiyacı bulunmaktadır. Hatırlamanın ancak başka bir hayattaki tecrübeyi referans alması, ruh göçü ilkesini zorunlu kılar. Bunu aşmanın yolu sezgidir ki kitabımız bu konuya değinmek gereği duymuyor.
Augustinus’un bilgi öğretisinin üç ögesi:
• Tanrı ruhsal ışıktır ve bütün insanları (onların akıllarını) aydınlatır.
• Tanrı tarafından aydınlatılmış bir anlaşılabilir hakikat dünyası vardır.
• İlahi aydınlanmada bu hakikat dünyasını bilen (insani) akıllar vardır.
Aklın üzerinde en fazla durmamız gereken yetisi kendisinin farkına varabilmesidir. Memoria duyularımızla algıladığımız nesnelerin imgelerinin toplandığı bir yerdir. Bu yer, aklımızın bu nesneler ile ilgili düşünme eyleminde kendilerine dayandığı imgeleri depolamaktadır. Akıl memoriada bizzat kendisiyle karşılaşabilmekte ve kendisi, doğası, etkinlikleri hakkında düşünebilmektedir. Augustinus’a göre memoria aklın Tanrı’yla karşı karşıya kaldığı bir içsel mekândır.

Augustinus’un Etik Anlayışı
İnsan, Augustinus’a göre, ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Ona göre ruh, tinsel özellikleri olan bir tözdür. Bu tinsel yapısı ona bizzat ölümsüzlüğü vermektedir. Ölümsüzlük ise, ruhun ilahi hakikatten aldığı payı ve onunla kurduğu ilişkiyi anlatmaktadır. Augustinus’a göre, bu pay alma bakımından her şeyi ve herkesi bir arada tutan; merkezdeki Tanrı’ya yönelten en önemli kavram sevgidir.  İnsanın akılsal ruhu, güzelliğin ve dolayısıyla iyinin peşinden gitmek zorundadır.
Cicero’nun Hortensius adlı eserindeki bir cümle Augustinus’un bütün felsefesine yayılmıştır: “Hepimiz kesinlikle mutlu olmayı isteriz.” Mutluluk, Augustinus’un eserlerinin tümünde merkezde yer almaktadır.
Hıristiyan inancına göre (credo) insan, işlediği ilk günahtan dolayı bu dünyaya düşmüştür. Bununla birlikte iradesi, en iyiyi amaç olarak edinmek bakımından kaçınılmaz bir şekilde gereklidir. İnsan, ilk günah sayesinde özgürlüğünü kaybetmiştir ve onu yeniden elde etmek için mutlaka Tanrı’nın inayetine gereksinim duyacaktır. Tanrı, bu özelliği sayesinde insanları kendisine doğru çekmekte; böylelikle ahlaki olarak yapılması gerekli olanları yapma gücü insana verilmektedir.
Doğuştan içimizde bulunan ahlak yasası bize Tanrı tarafından verilmiştir. Dolayısıyla, ahlaki olarak neyi yapıp neyi yapmamamız gerektiğini kestirebilmek için Tanrı’nın zihnindeki ezeli-ebedi yasanın, yukarıda belirtilen bilincimizi bir şekilde aydınlatması zorunludur.

Tanrı Devleti (Civitas Dei)
Toplum ve devlet felsefelerine yön vermiş önemli bir eserdir. Augustinus’un felsefesinde iki farklı türden sevgi bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Tanrı sevgisi, diğeri de kendini sevmek veya dünya sevgisidir. Tanrı’ya sevgi duyan insanlar Tanrı Devletini, içleri dünya sevgisiyle dolu olanlar da Dünya Devleti’ni meydana getireceklerdir. Tanrı Devleti adlı eser, bu iki devletin hikâyesidir.
Augustinus’un yaşadığı dönemde Roma İmparatorluğu çökmüştür ve bu çöküşten neyin veya kimin sorumlu olduğu bulunmaya çalışılmaktadır. Paganlar, bu çöküşe Hıristiyanların neden olduğunu iddia etmektedirler. Augustinus, M.S. 413’te yazdığı bu eseriyle, paganların söylediklerini çürütmeye ve toplumun kurtuluşunun esaslarını ortaya koymaya çalışmıştır. Toplumsal düzeni ilahi buyruklarla düzenleme çabası içinde olan Augustinus, Tanrı sevgisiyle dolu insanların oluşturduğu toplumun başında İsa’nın yer aldığını söylemektedir. Bu toplumda sadece insanlar değil; fakat aynı zamanda melekler de bulunmaktadır. Bu toplumun üyeleri sonsuza değin cennette mutluluk içinde yer alacaklardır. Neredeyse bütün bir Avrupa tarihinde, özellikle Carolus Magnus’tan itibaren bütün yöneticiler, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak hükümranlıklarını sürdürmüşlerdir.

---
Ortaçağ Felsefesi
Editör: Prof. Dr. Ayhan Bıçak & Yrd. Doç. Dr. Serdar Uslu
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2296
Ağustos 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder