Yapısalcılık ve Postyapısalcılık
İlk olarak dilbilim çalışmalarında dil-söz
karşıtlığı analizinde ortaya çıkan yapısalcılık, insanın dil kullanım özelliği
ile dolayımlandığı varsayılan toplumsal pratiklerin analizine yönelerek sosyal
teoriye yeni bir açılım sağlamıştır.
YAPISALCILIĞIN GENEL ÖZELLİKLERİ
Yapısalcılığın kökenlerini dilbilimden alması
düşünce tarihi içerisinde disiplinler arası etkileşimin en önemli örneklerinden
birisini oluşturur.
Yapısalcılık ilk olarak 1900’lerin başında
dilbilim (linguistics) içinde, özellikle İsviçreli dil bilimci Ferdinand de Saussure’ün çalışmalarında
ortaya çıkmıştır.
Yapısalcılık dil çözümlemesine dayanmakla birlikte
işlevselciliğin ve Marksizmin bütüncül varsayımlarının pek çoğunuda paylaşır. Yapısalcılık,
başta antropolog Claude Lévi-Strauss
olmak üzere edebiyat alanında Roland Barthes,
psikanaliz alanında Jacques Lacan,
Marksist alanda ise Louis Althusser’i
etkilemiştir.
1- Yapısalcılığın bütüncüllük anlayışına
göre yapı, onu oluşturan ögelerin basit bir toplamı değildir.
2- Yapısal dönüşüm düşüncesine göre yapılar
durgun değildir, dinamiktir.
3- Yapının kendi içsel işleyiş yasa ve
kuralları vardır.
Yapısalcılık, gerçekliği ögeler arasındaki
ilişkilere dayanarak açıklar.
Toplumsal gerçeklik teorik bir söylemde oluşturulmaktadır.
ERKEN YAPISALCILIK / SIGMUND FREUD
(1856-1939)
Freud’un çalışmaları insan ilişkilerinin
belirlenmesinin kaynağı olarak bilinçdışı düşüncesine olan katkısı nedeniyle
hem yapısalcı hem de postyapısalcı mirasçılarından takdir görmüştür.
Psikanaliz “derinlikler psikolojisi”dir. İnsan
zihni, bilinç ve bilinçdışı olmak üzere iki temel bölümden oluşur.
Zihnin işleyişi sırasında kontrol edebildiğimiz ve farkında olduğumuz olgular
bilinci oluştururken, organik, biyolojik ve hayvan doğamızın doğrudan ifadesi
olan ve doyurulmayı bekleyen, yemek ve seks gibi temel içgüdüsel itkiler ise
bilinçdışını oluşturur.
Bilinçaltı, dikkatimizi yoğunlaştırmadığımız algılarımızı, bazı
otomatik hareketlerimizi, fikir çağrışımlarını, hatta üzerinde düşünmediğimiz
hâlde bir anda bilinç alanında bulduğumuz fikirlerimizi ilgilendirir. Bilinçdışı ise
toplum tarafından kabul edilmeyen arzuların bastırılması ve ve tamamen bilinç
alanının dışında tutulması ile oluşur.
Bilinçdışı arzularda kendini “lapsus”larda
(dil sürçmesi), “hatalı hareketlerde” gösterir hatta rüyalarda ve nevrozlarda
simgesel olarak şekil değiştirir ve tatmin yolları arar.
Freud bilinçdışını anlamlandırabilmek için serbest çağrışım tekniğini geliştirir. Hasta anlatırken bazı noktalarda direnç gösterir: İşte hastalığın
dinamiğini kavramak için bu direnç noktaları önemlidir. Zira “direncin” arkasında
“bastırma mekanizması” vardır.
Freud’a göre dürtüler ve içgüdüler arasında
en çok “bastırmaya” maruz kalanlar cinsel kökenli içgüdülerdir. Freud, cinsel
kökenli güdülerin enerjisi anlamına gelen “libido”
kavramını olgunlaştırır.
Libidinal enerji düşüncesi “ben” (Ego) kavramının geliştirilmesinde ilk adımı oluşturur.
Freud psişik görüngüleri üç boyutta ele alır:
Bunlar “gelişimsel görüş”, “ekonomik görüş” ve “yapısal görüş”tür.
Gelişimsel
görüş, temel göstergenin libidonun
geçirdiği değişik evreler olan psişik güçlerin gelişimidir. Burada amaç
libidonun “sosyokültürel” çevreye ayak uydurmasıdır. Libidonun geçirdiği bu
evreler, “oral dönem”, “anal dönem”, “fallik dönem” ve son olarak da “latans
dönemi”dir.
1- Oral dönem:
Cinsel bakımdan duyarlı bölge ağızdır ve libido ağız yoluyla tatmin edilir.
2- Anal Dönem:
Libido dışkılama işlevine yönelir ve bu yolla tatmin arar. Bu dönemde nesne
libidosu da gelişir.
3- Fallik Dönem:
Bu dönemde nesne libidosu önem kazanır. Erojen bölge genital organlardır.
Libidinal dürtüler karşı cinsten ebeveyne yönelir ve Oidipus karmaşasının
temelleri bu dönemde atılır. Çocukta kastrasyon (hadım) karmaşası gelişir.
Karmaşanın çözümü için erkek çocuk annesinden vazgeçer (ensest yasağını tanıması)
ve babasıyla özdeşleşir.
4- Latans Dönemi:
Bu dönemde bastırma mekanizmaları tüm gücüyle çalışır ve toplumsal yüceltmeler
yerleşir. Libido kültürün kurallarına uygun nesnelere yönelir.
Bireyin, psikoseksüel gelişim aşamalarından
birinde şiddetli bir düş kırıklığına uğraması onun libidinal tatmini daha
doyumlu döneme gerilemesine neden olur ve saplantılar ortaya çıkar. Nevrozun ve
psikozun temelinde “gerileme” ve “saplantıların” önemi büyüktür.
Ekonomik görüşe göre psişik güçler nicel
büyüklükler olarak ele alınır.
Yapısal görüş çerçevesinde Freud’a göre psişik
aygıt, “İd”, “Ben” (Ego) ve “Üst Ben” (Super ego)’den oluşur. “İd” haz ilkesine
göre çalışan, sürekli dolayımsız tatmin arayan psişizma
bölümüdür.
“İd”de zaman, mekân ve mantıklı yargı tanımayan
“birincil süreç” düşüncesi vardır.
“Ben”, gücünü bastırmalar sayesinde seksüel
ve saldıran eğilimlerinden sıyrılmış bir libido’dan alan psişizma bölümüdür.
“Üst ben” ise önemli ölçüde bilinçdışı olan
bir psişizma bölümüdür.
Freud’a göre rüya onu görenin cinselliği
ile bağlantılı olarak gizli bir mesaj içermektedir. Freud yer değiştirmenin rüyanın
bilinçdışı mesajını gizlemenin yollarından birisi olduğunu söyler. Yoğunlaşma ile birlikte yer değiştirme
birincil süreci oluşturur. Yer değiştirme rüyada açıkça görülen unsurların
önemsiz olabileceğini, yoğunlaşma ise rüyanın açık olan içeriğinin ondan çıkarsanan
rüya düşünceleri ile karşılaştırıldığında yetersiz olduğunu gösterir.
Rüya dilsel bir sürecin ürünü olmaktan çok
kendi içinde bir dil gibidir. Rüyalarda gizliliğin önemini kavramak için bastırmanın
da rolünü anlamak gerekir.
Ferdinand de Saussure (1857-1913)
Durkheim’e göre “dil toplumsal bir olgudur” ve
bu nedenle diğer tüm toplumsal olgular gibi bireysel olana indirgenemeyen
kolektif niteliktedir. Ferdinand de Saussure de yapısalcı dil bilimin unsurlarını
oluştururken bu düşünceden hareket eder.
Dilbilim üzerine olan çalışmalarında
Saussure öncelikle, (a) dil (langue), yani dilin
soyut kuralları ile (b) söz (parole), yani dilin
konuşma şeklindeki somut hâli arasında bir ayrım yapar. Saussure için bu ayrım
aynı zamanda dilin kolektif karakteri ile sözün bireysel karakteri arasında da
bir ayrımdır. Başka bir ifadeyle dil, kolektif uzlaşıya dayalı olan ve konuşmayı
yönlendiren dilbilimsel kuralların soyut bir sistemidir. Söz ise bu sistemin
bireysel gerçekleştirme eylemleridir.
Saussure’un yaptığı bir diğer önemli ayrım
da
a) senkronik/eşzamanlı
dil çalışması (dili belli bir anda mevcut bir ilişkiler yapısı veya
sistemi olarak çalışmak) ile
b) diyakronik/artzamanlı
dil çalışması (yani dilde zaman sürecinde meydana gelen değişmeleri çalışmak)
arasındaki ayrımıdır. Böylece eşzamanlı dilbilim bir sistem olarak dil
içerisindeki yapısal ilişkiler üzerinde dururken, art zamanlı dilbilim yapısal
ilişkilerdeki değişme ve gelişme üzerinde durur.
Saussure dili, eşzamanlı bir perspektiften
olguları sistematik karakterde olan toplumsal ve uzlaşımsal bir kurum olarak
tanımlar. Söz ise sistematik karakterden yoksun olan art zamanlı bir boyuttur
ve bireyin (öznenin) dili kullanması ile ortaya çıkan gerçek/somut bir
nesnedir.
Dil potansiyel bir gizil olanaklar
bütünüdür ve bu bakımdan sözün tersine gerçek bir nesne değildir. Saussure göre dil bilimin amacı dilin bilinmeyen kurallarını,
olanaklarını ve özelliklerini açığa çıkarmaktır.
Dil, bireysel kullanıma (söze) olanak sağlayan
biçimsel kurallar sistemidir.
Gösteren
(Signifier) ve Gösterilen (Signified)
Saussure’e göre dil, bir işaret veya
gösterge sistemidir. Dil yapısının unsurları göstergeler yani işaretlerdir. Yapısalcılığın
kurucu elemanları da bu işaretlerdir. Her işaret veya gösterge (a) gösteren (signifier) ile (b) gösterilen
(signified) olmak üzere iki bölümden oluşur. Bu ayrımda gösteren, bir sözcüğün
akustik/ses biçimidir. Gösterilen ise sözcüğün işaret ettiği anlam/düşüncedir.
Gösteren (ses) ve gösterilen (anlam),
birbirleri ile ilişkili olarak var olurlar.
Gösteren ve gösterilen birbirlerinden önce
var olmazlar
Gösteren ve gösterilen arasında, yani ses
ile onun anlamı/kavramı arasında hiçbir doğal bağ yoktur. Bu nedenle aynı
gösterilen (anlam) için farklı diller farklı gösterenler (sesler) kullanırlar.
Saussure göre dildeki sözcüklerin anlamı
sözcüğün belirttiği nesneden değil, dil yapılarından ortaya çıkar. Nesnelerin anlamları nesnelerin kendilerinde içkin değildir,
dil yapısı içinde oluşturulurlar.
Yapısalcılık, toplumların dil ve dilbilime
benzer şekilde anlamlı yapılar veya sistemler olarak analiz edilebileceklerini
varsayar.
Semiyoloji
(Göstergebilim)
Roland Barthes (1915-1980)
Semiyoloji dil, edebiyat, sanat ve diğer tüm alanlarda beliren işaretlerin
ya da işaret sisteminin genel bir çalışmasıdır.
Saussure’e göre anlamı oluşturan şey yalnızca
ses (konuşma) ve işaretler (yazı) değil, aynı zamanda sistematik olarak ayırt
edilebilen her türlü nesne de (örneğin, trafik ışıkları) anlam vermede
(anlamlandırmada) kullanılabilir. Trafik ışıkları gibi dilsel olmayan bu
anlamları Saussure, imbilim olarak adlandır.
Günümüzde ise bunun yerine semiotiks veya bu ünitenin
devamında olduğu gibi semiyoloji terimi kullanılmaktadır.
Barthes dilbilim ile semiyolojinin
yöntemlerini yapısalcılığın kaynağı olarak görür. Semiyolojinin konusunu oluşturan anlamlama dizgeleri el,
kol, baş hareketleri, ezgili sesler, nesneler, törenler, protokoller ve
gösterilerdir. Bu dizgelerin hepsi dille bağlantılıdır.
Barthes göstergebilimsel çözümlemelerinde
anlamlama edimini ele alır ve toplumsal bağlamı içinde anlamlandırma değerini
kuran gösterge kavramına geçiş yapar. Dilin
kullanım sürecinde aralarında ortaklık bulunan dilsel ögeler bellekte
birbirlerini çağrıştırarak egemen öbekler oluştururlar. Barthes buna çağrışımsal düzlem adını verir.
Deterjan, margarin, oyuncak gibi
göstergelerin bir araya gelerek oluşturdukları çağrışımsal düzlem modern kapitalist
toplumun gerçek doğasını mistifiye eder (Barthes, Mitolojiler).
Barthes’ın bu çözümlemesinde mit özgül olarak mesajını söyleme biçimidir. Diğer bir
ifadeyle mit mesaj ileten başka bir dildir.
Göstergeler açık anlamların yanı sıra Barthes’in
mit olarak tanımladığı gizil anlamlar da taşır. Bu yüzden iki anlam sistemi
ortaya çıkar:
a) Düzanlam
ve
b) Yananlam
Düz anlam nesne-dilidir. Yananlam ise
kendini ona iliştiren vedilin düzanlamlı biçimini, kendini üstü kapalı olarak
ortaya çıkarmak için kullanan mittir. Yananlam, anlamın ardında gizlenen asıl
amaçlanandır.
Semiyoloji (göstergebilim) açısından bakıldığında
düzanlamsal işaret yananlam sistemi tarafından gösteren olarak kullanılır. Mit
dünyayı kavramsallaştırma ve anlamlandırmanın (işaretleştirmenin) özel bir
süreci olarak iş görür; bu süreç kendini doğal bir düzen olarak gösterebilmek
ihtiyacı ile harekete geçirilir.
Barthes’a göre, burjuva kültürü, doğal
olgular gibi görünen normlar üreten bu mitsel, ideolojik anlamlar etrafında kurulmuştur.
Demek ki bir iletişim aracı olarak mit, kendi anlamlarını üreten bir dildir.
YAPISALCI
ANTROPOLOJİ
Claude Lévi Strauss (1908-2009)
1950-1979 yıllarında Paris Ü. Uygulamalı
Yüksek Araştırmalar Okulu’nda sosyal antropoloji çalışmaları yöneticisi olarak
çalıştı. 1959 ve 1982 yılları arasında Collége de France’ta sosyal antropoloji kürsüsünde
ders verdi.
Lévi-Strauss, yapısal antropoloji sistemini
oluşturan unsurların iç değerlerine değil bir araya gelme yollarına odaklanır.
Lévi-Strauss ana terim olarak işareti ele alır
ve yapısalcı kavramları antropolojik verilere dönüştürür. Kullandığı yapısal
modeller üretim ve değişim süreci içerisinde eşzamanlı (senkronik) anı
vurgular.
Lévi-Strauss tüm kültürlerdeki gündelik
faaliyetlerin ve geleneklerin temelinde belirli evrensel kurallar yattığını düşünür
ve çalışmalarında bu evrensel kuralları keşfetmeye çalışır. Ona göre kültürel etkinliklerimiz dil yapılarında olduğu
gibi doğa-kültür, cennet-dünya gibi karşıtların sembolik uzlaşısı temelinde oluşmaktadır.
Lévi-Strauss, bilincin ikili karşıtlıklarla
işlediğini düşünür. Zihin evrensel olarak ikili karşıtlıkları sınıflandıran bir
sistem olarak işler.
Lévi-Strauss’un totemizme olan ilgisi “‘İlkel’
insanlar ‘gelişmiş’ toplumlardaki insanlardan farklı düşünür” tartışmasına karşıt
olarak başlar. Ona göre totemizm genel görüngünün bir parçasıdır. İnsan bilinci hep aynı yolla işler. Farklılık ise bilincin işlemek
zorunda olduğu koşullarda ortaya çıkar.
Mitler
Lévi-Strauss’un çalışmaları ağırlıklı
olarak mitlerin yapısal çalışmasına dayanır. Dört ciltlik Mitolojiler adlı
eserinin konusu Güney Amerika Kızılderililerinin mit sistemidir. Mitin işlevi,
içinde erkek ve kadınların hareket edebileceği dünyanın düzenlenmesini sağlamaktır.
Lévi-Strauss’un bütün çalışmalarında ikili
karşıtlıklar biçimini alan entelektüel işlemler temeldir. Bu ikili karşıtlıklar
yine de üçlü bir bağ ilişkisi içerisindedirler. İki karşıt terim arasında onları
dolayımlayan (uzlaştıran) bir diğeri vardır ki bu aradaki boşlukta köprü görevi
görür. Örneğin, yağmur yeryüzünü ve gökyüzünü, aşağıyı ve yukarıyı birleştir.
Anlam bireyden değil sistemden çıkar.
Akrabalık İlişkileri
Ona göre şimdiye kadar görülmüş bütün
toplumsal örgütlenme biçimlerinin ön koşulu aile içi cinsel ilişki tabusudur
(ensest yasağı).
Lévi-Strauss, erkek kardeş/kızkardeş, karı/koca,
baba/oğul, annenin kardeşi/kızkardeşin oğlu gibi dört ilişkiden meydana gelen
temel bir birim belirler. Lévi-Strauss’un ortaya koyduğu bu “insanlar arası
gerçekliği yapılandıran kavrama ise simgesel düzen
denir.
Sonuç olarak insanlar, mit, ayin ve akrabalık
gibi mantıksal sistemleri ile tanımlanırlar. Bu da “yapının özneyi kendi dönüşümler
işlemi” içerisinde tanımladığının bir kanıtıdır.
YAPISALCI MARKSİZM
Louis
Althusser
(1918-1990)
Cezayir’de doğdu. Fransız Komünist
Partisi’nin önce gelen isimlerindendi. Marksist toplum bilimi ve ekonomiyi yeniden
yorumladı.
Batı Marksizm’inin etkisiyle kültürel
hegemonya ile birleşen yapısalcılık üstyapısal görüngünün analizine yönelir.
Althusser’in yapısalcı yaklaşımı öznesiz
bir tarih anlayışına dayanır.
Bireyler ancak
özne olduklarında eyleyici olurlar. İnsanlar ve bireyler toplumsal yapının
kendilerine önceden hazırladığı rolleri yerine getiren eyleyicilerdir, özne değillerdir.
Bireylere toplum içerisindeki ilişkilerine birer
‘özne’ olarak girdiklerini düşündüren, buna inandıran şey ideolojidir.
Althusser’in ideoloji kuramına göre,
ideoloji özneye dışsal koşullar tarafından belirlenir ve toplumsal yapının bir
tür zorunlu gelişim uğrağıdır. İdeoloji yapının özne üzerindeki etkisidir;
özneye dışsaldır, çoğu zaman bilinçdışı olarak yaşanır ve öznelere egemen değerleri
benimseterek onları sisteme uyumlu hâle getirir.
İdeoloji özneleri, “Türk, Müslüman, öğrenci,
asker, kadın, genç, vb.” olarak adlandırır ve çağırır. Öznelerde ibadet etme,
oy verme gibi pratikler aracılığı ile özne konumlarının farkına varırlar.
Althusser’e göre ideoloji yoluyla kendilerini
özne olarak gören insanlar, aslında gerçeklikle kendi aralarındaki ilişkiyi
ideoloji içerisinde tasarlamaktadırlar.
Althusser’in anahtar kavramları,
a) ekonominin son kertede belirleyiciliği,
b) egemen bir yapı olarak toplumsal
formasyon ve
c) toplumun parçaları arasında göreceli
özerk bir ilişki olması olarak ortaya çıkar.
Althusser, Marx İçin adlı kitabında
Engels’e ait olan ekonominin “son kertede” belirleyici olma kavramını eleştirir.
Althusser’e göre üstyapıların işleri bitmediği için o “son kerte” anı gelmez. Althusser
buradan hareketle “egemen yapılar” ve “göreli özerklik” kavramlarını geliştirir.
Toplumsal formasyona ekonomik ve politik
pratikler kadar gerekli olan bir üçüncü pratik ise ideolojik pratiktir. İdeoloji,
herhangi bir toplumsal bütünlükte kendi rolünü yaşama biçimi ve bir temsil
pratiğidir. Kapitalizmin toplumsal ilişkileri
ancak özgür ve tutarlı özne nosyonuyla mümkündür.
Althusser’e göre ideolojinin maddiliği
somut kurumlar olgusuna dayanır ve bunlara devletin ideolojik aygıtları adını
verir.
Althusser’e göre egemen sınıf iktidarını
devletin baskı aygıtları ve ideolojik aygıtları aracılığı ile kurar. Zorlama ve
şiddet kullanan polis, ordu, mahkeme, hapishane vs. kurumlar devletin baskı aygıtı,
ideolojik onaylama mekanizmalarını kullanan eğitim kurumları, aile, din, medya
araçları, siyasi partiler, sendikalar vs. ise devletin ideolojik aygıtlarıdır.
Althusser’e göre bilim ve ideoloji arasında
kopukluk vardır. Ancak ideoloji ile ilişkimizi keserek bilim kurabiliriz.
Althusser’e göre toplumsal formasyon,
1) ekonomik
2) politik ve
3) ideolojik olmak üzere üç ana düzeyden
oluşur. Althusser her ‘toplumsal düzey’in bir pratiğe bağlı olduğunu söyler.
Ekonomik düzeydeki ekonomik pratiği tanımlayan
“doğanın toplumsal ilişkiler içerisinde dönüştürülmesidir”. Politik pratikte
toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesi söz konusu iken, “ideolojik düzeyde ve
pratikte ise, insanın kendi hayatıyla ilişkisi demek olan ideolojik tasarımlar
dönüştürülür.
Althusser geleneksel Marksizm’in altyapı-üstyapı
modelini reddeder. Bunun yerine ekonomik, politik ve ideolojik yapıların çokluğu,
görece özerklikleri ve üstbelirlenmesinin vurgulandığı bir totallik kavramı
geliştirir.
Ekonomik, politik ve ideolojik düzeylerden
oluşan toplumsal formasyon içerisinde bireyler bu düzeylerin getirdiği
pratikler içerisinde hareket ederler.
Althusser’in yapısalcı Marksist yaklaşımında
insan aktörlerin sınırlı bir rolü vardır. Althusser’in çalışmaları öznenin
ölümünü ilan eder.
YAPISALCILIĞA
GETİRİLEN ELEŞTİRİLER
Giddens’a göre yapısalcılık, insan davranışlarını
çözümlemekte, diğer yaklaşımlardan daha geçerlidir; ancak toplumsal yaşamın ekonomi
veya politik faaliyet gibi daha pratik konularında daha az uygulanabilirliğe
sahiptir.
Özneyi nesne karşısında güçsüzleştirmesi
eleştirilerin ağırlıklı konusudur.
Yapısalcıların orijinallik hırsıyla
kavramsallaştırmaya kendilerini kaptırmış olmaları onları anlaşılır olmaktan
uzaklaştırmıştır. Bu durum, yapısalcılığın uygulanabilirliğinin de önüne
geçmiştir.
Sosyolojinin konusu insan ve onun
eylemleriyse, yapısalcılık özneyi pasifize ederek sosyolojinin dışında
çıkmıştır.
Psikanaliz - Yapısalcılık ve Postyapısalcılık
Jacques Lacan, fallus kavramı etrafında yoksunluğu her iki cinsin
bireylerini de içeren sembolik bir yoksunluk olarak kavramsallaştırır.
Michael Foucault, modernist düşüncenin görmezden geldiği görüngüleri
(delilik, hastalık vb.) bilginin arkeolojisi ve soykütüksel çözümleme yöntemleriyle
görünür kılmaya çalışır.
Jacques Derrida, Batı felsefesinin ikili karşıtlıklarını yapısöküm
(dekonstrüksiyon) kavramıyla tersine çevirerek, “öteki” kavramını öne sürer.
Judith Butler,
kadın-erkek ikili karşıtlığının altüst edilmesi yoluyla hem kadının ikincilleştirilmesinin
hem de kadınlığın ve erkekliğin cinsiyet aracılığı ile belirlenmesine karşı çıkar.
Jacques Lacan (1901-1981)
Asıl ve tam adı Jacques-Marie Emile Lacan’dır.
Lacan, Sigmund Freud’un çalışmalarını
Ferdinand de Saussure’nin yapısal dil biliminin ışığında yeniden yorumlamıştır.
Lacan’a göre özne
dilde inşa edilir.
Lacan’ın öznesi “süreç içindeki özne”dir.
Süreç içindeki öznenin kavranabilmesi için
Lacan, bireyin özne olarak inşasında gösterenin yani dilin belirleyiciliğini vurgular.
Burada asıl mesele toplumsal ilişkilere ilişkin olarak üretilen özne kavramıdır.
Toplumsal ilişkiler, dış dünyayı
yüklemleyebilen bir öznenin üretildiği süreçte saptanır.
Lacan’a göre, gösteren/gösterilen formülü
dilbilimin temelidir.
Gösteren/gösterilen ikiliğinin anlamın
üretilmesi sürecinde gösterenin gerçek ilişkilere olanak tanıması ise “anlamın
yalnızca bir başka anlama ilişkin olarak anlaşılabileceği” düşüncesine karşılık
gelir. Bu düşünce yapısalcılığın ve semiyolojinin temelini oluşturur.
Lacan dilin kendini “anlam etkilerine” teslim
etme olgusunu kapitone noktaları ile açıklar.
Kapitone noktaları, anlamlandırma zincirinin yönünün saptandığı ayrıcalıklı noktalar
olarak ortaya çıkar.
Gösteren ve gösterilen “gösterme” edimine
direnen bir çizgiyle ayrılmış iki farklı düzendir. Öznenin anlama ilişkin olarak inşa edilme süreci içerisinde
“ben”, “sen”, “o” gösterenleri aynı gösterilenlere karşılık gelmez. Anlaşabilmek
için belirli söylemler içerisinde gösterenleri sabitlemek ve belirli
gösterilenlere raptiyelemek gerekir. Lacan yapısalcı gelenek içerisinde
raptiyelerin olduğu noktalara kapitone noktaları adını verir.
Ayna
Evresi
Ayna evresi çocuğun kendi imgesini aynada
tanıma kapasitesi olarak ortaya çıkar. Çocuğun
dile girişi aynada kendi imgesini tanımasıyla olur. Ayna evresi Lacan’da
imgeselin oluşum anı olarak ele alınır. Bu aşamada
çocuk kendi biçimini diğerlerinin biçiminden ayırt edecek egoya sahip değildir.
İmgesel düzen Oidipus öncesidir ve benlik, başkası olarak algıladığı
kimse ile kaynaşıp bütünleşme arzusu içinde olur. Çocuğun annesini arzulaması ise annesinin arzularını
arzulamak anlamına gelir.
Çocuğun, annesi için fallus olma arzusu
hiçbir zaman bilinçte yer almaz ve doğrudan bilinçdışına kodlanır. Oidipus’un
ikinci aşamasına geçerek Babanın Yasası fallus
olarak çocuğu anneden kastre ederek anne ile dolayımsız ilişkiye son verir.
Dahası çocuk Oidipus özdeşleşme aracılığıyla kültürün dünyasına girer. Lacan’a göre
bu “insanlaştırıcı kastrasyon”dur
Simgesel düzene geçiş Oidipus kompleksini temsil ederken, dilin yasaları
ve toplum çocuğa babanın adını ve onun “hayır” yanıtlarını kabullendirir.
Simgesel düzen, çocuğu ben, sen, o demesini
sağlayacak ve böylece küçük yavruya, yetişkin üçüncü kişilerin dünyasında
kendini bir insan çocuğu olarak konumlama olanağını verecek nesnelleştirici
dilin düzeni içine sokar.
İmgesel ve simgesel düzenden sonraki düzen
ise gerçektir.
İmgesel, simgesel ve gerçeklikten birisi diğer
ikisinin aracılığı olmadan dolaysız bir biçimde deneyimlenemez.
Lacan’a göre bilinçdışının dile benzeyen
bir yapısı vardır.
Lacan’ı etkileyen başka bir dilbilimci ise
Norman Jakobson’dur. Jakobson da teorisinde “dil ve söz arasındaki ilişkiye
önem verir”. Konuşurken ‘ayıklama’ ve ‘birleştirme’ olmak üzere iki edimde
bulunuruz.
Ayıklama “dil” düzeyinde gerçekleşirken,
birleştirme söz düzeyinde gerçekleşir. Birleştirme edimi art zamanlıdır.
İfadenin anlamı, sözcüklerin belli bir düzende sıralanmasıyla mümkündür.
Lacan’ın dilbilim ile ilgili olarak ilişkisi
olduğu başka bir düşünür Noam Chomsky’dir.
Chomsky’nin hem dilbilime hem de modern düşünceye
üç yönde katkısı olmuştur. İlk olarak dilbilimi tanımlayıcı ve tümdengelim
düzeyinden dilde yaratıcı bir bakış yaratan ideal bir yeterlik düzeyine ve “derin
yapıya” taşır. İkincil olarak dil yeterliliği insanlar tarafından sahip olunan
içsel bilişsel bir kategoridir. Yani dilsel özgürlük ve yaratıcılık sonradan
edinilen bir şey değildir. Üçüncü olarak “yeterlilik” ve “performans” arasındaki
ayrımdır.
Chomsky’nin teorisinde üç kavram vardır:
yüzeysel ve karmaşık yapılar, derin ve daha basit yapılar ve dönüşüm kuralları.
Ona göre derin yapılar doğuştan getirilen ve merkezî sinir siteminin
örgütlenmesinin bir ürünüyken, dönüşüm kuralları ve yüzeysel yapılar kazanılmış
mahiyettedir.
Lacan, gösterileni ‘tıpkı bir içsel
deneyim’ gibi düşünür. Bununla birlikte yüzeysel, kültürel yapıların bilinçdışı
yapılardan türediğini düşünür.
Lacan’a göre psikanalizin nesnesi olan
bilinçdışı, dilin mantıki bir sonucudur.
Lacan’a göre “dil ile belirlenme, kültürün
simgesel düzenine girme, Oedipal evre ile aynı anlama gelir.
Lacan’ın özne kuramında öznenin “öyküsü doğumla
başlar, bedenin bölgeselleştirmesiyle devam eder, ayna aşamasına, dile ve
Oidipus Kompleksi’ne varır.
Baba Yasası
Baba, çocuğu “arzunun nesnesinden” yani
annesinden mahrum eder. Çocuk sonraki evrede annesinde
eksik olanı tamamlayamayacağını anlar ve simgesel olarak babası tarafından
kastre edilir. Bu çocuğun kendi olabilmek için ödediği bedeldir. Bundan sonra
“çocuk kültür, dil ve uygarlık dünyasına girer.
Simgesel düzene giremeyen birey gerçekliği,
kendi öznelliğini ve diğerlerini ayırt edemez ve psikoz ortaya çıkar.
Postyapısalcılık
Michel Foucault (1926-1984)
Lechte’ye göre Foucault’nun önemli çalışmalarının
özgünlüğü birbiriyle bağlantılı 5 terimi açıklığa kavuşturmak olarak ortaya çıkmaktadır.
Bunlar,
1) şimdi,
2) soykütük,
3) epistemoloji,
4) süreksizlik ve
5) teknolojidir. Foucault’ya göre tarih her
zaman şimdinin bakış açısından yazılır ve tarih şimdinin ihtiyaçlarını karşılar.
Soykütük şimdinin konularına odaklanarak
yazılan tarihtir.
Foucault yaşamı boyunca aklın dışladıkları
ile ilgilenir. Foucault aklın dışladıklarını, altta yatan bir düzene veya nihai
aşamada belirleyici bir güce dayanmadan açıklamaya çalıştığından dolayı da
postyapısalcı olarak adlandırılır.
Foucault iktidar ile bilgi arasındaki ilişkiyi tersine çevirir. Bilgiyi
özgürleştirici gören düşüncenin aksine Foucault bilgiyi yeni bir kontrol ve
denetim biçimi, yani yeni bir iktidar biçimi olarak görür.
Cinselliğin Tarihi
kitabında, “cinselliğin doğal bir gerçeklik olmadığı, bireyin gözlem ve denetim
altında tutulmasına önemli katkılarda bulunan bir söylemler ve uygulamalar
dizgesinin ürünü olduğu” savunur.
Jacques Derrida (1930-2004)
Yapısalcıları dile ya da söze vurgu yaparak
toplumu anlamaya çalıştıkları için eleştirir. Ona göre dil gösterdikleriyle
gerçekliğin belirli ve açık taşıyıcısı olamaz.
Kuramsal yapılarını ikili karşıtlıklar
üzerine oluşturan Batı düşüncesindeki metinlerin yapısökümünü yapar.
Yapısöküm ikili karşıtlıkların basit bir
tersine çevrilmesi değildir. Karşıtlıklar içerisinde birinin diğerine olan
egemenliğinin görmezden gelinmesidir.
Yapısöküm üç aşama içerir:
1) tersine çevirme,
2) yer değiştirme ve son olarak da
3) yeni bir kavramın yaratılması
Yeni bir kavramın yaratılması; Derrida bunu
dayanak sözcük olarak adlandırır. Örneğin, “iz”
kavramı böyle bir kavramdır. “Bulunuş/bulunmayış” ikili karşılığının yapısökümünden
ortaya çıkar. Zira “iz” aynı zamanda hem bulunuştur hem de bulunmayıştır.
---
Modern Sosyoloji Tarihi
Editör: Prof. Dr. Serap Suğur
Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2304,
Eskişehir, Ocak 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder