Ayhan
Yüksel - Giresun Tarihi Yazıları
Yer adları (toponomi), bir toprak
parçasının kimliğini izlemek bakımından çok önemlidir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş
sırasında, pek çok yer adı değiştirilmiştir.
Osmanlı ülkelerinde Ermenice, Rumca, Bulgarca,
hatta İslâm olmayan tüm kavimlere ait vilâyet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir adları
Türkçeye çevrilecekti.
Yeni konulacak adlarda çalışkanlık ve
askerî zaferlerimiz konu edilecekti. Harp sahası olan yerler, oraya mahsus
şanlı geçmişi hatırlatacaktı.
Giresun, Tirebolu ve Görele’deki bu yer
adlarının değiştirilme işleminin tümüyle uygulandığı söylenemez.
İsmi değiştirilen yer adlarından bazıları
(s. 23-33)
Eski adı
|
Yeni adı
|
Kokara
|
Rıfatlı
|
Ciron
|
Refahiye
|
Lonca
|
Şarkiye
|
Ermeni
|
Garbiye
|
Uzgur
|
Ahmediye
|
Çeğel
|
Çengel
|
Lapa
|
Taşhan
|
Frenk
|
Türk ili
|
Tekye
|
Zaviye
|
Titrik
|
İmanlı
|
Sarvan
|
Mehmetlü
|
Andal
|
Çukuryurt
|
Vanazıt
|
Sunkurlu
|
Cingiren
|
Cengâver
|
Bendehor
|
Canlıca
|
Sekü
|
Söğütlü
|
İsrail
|
Karamustafa
|
Harava
|
Halifeköy
|
Espiye Rum
|
Adadüzü
|
Lahnas
|
Nuhas
|
Son
Dönem Osmanlı Coğrafya Eserlerinde Giresun
Ali Cevâd: Memâlik-i Osmâniyye’nin Tarih ve Coğrafya Lügati
(I-VI, İstanbul 1311-1317)
GİRESUN “Kerassunde”
Arâzisi denize karîb ve dağlık ormanlarla
mestûr bulunduğu halde muhafaza-i i‘tidâl etmiştir.
Kazada:
Câmi‘ 157
Dergâh 1
Hâne 11.179
Dükkân 764
Hân 20
Değirmen 150
Fırın 193 mevcuttur. (s. 57)
…sahili kısmı balıkçı ve içerdekiler
ma‘denci yani ma‘den ihracıyla ta'ayyüş ederler…
(Cerasus) bu isim kasabayı muhit olan kiraz
ağaçlarının râyiha ve kesretinden ileri gelmiştir.
Mitridad’ın büyük pederi Farnas kendi
ismini bu şehre i‘tâ ederek Farnasya tesmiye etmişti (s. 58).
Görele
(merkezi) Eleü “eleau” isminde bir
karyedir.
Mahsûlatı fasulye, fındık, buğday, mısır…
Şemseddin Sâmî: Kamûsü’l-a‘lâm
…nısfı Müslüman ve nısf-ı diğeri Rûm ve az
miktarda Ermeni olmak üzere 8.440 ahâlisi, 11 câmi‘-i şerifi, 1 tekkesi, 9 kilisesi,
1 kışlası, üstündeki tepedeki bir eski kakası, 500 dükkânı, 15 hânı, 30 fırını,
5 hamamı, 4 değirmeni, feneri ve pek işlek ticareti vardır.
Sâhil cihetinden en ziyâde pirinç ve mısır
ve iç taraflarında buğday ve arpa zer‘ olunur. Biraz miktar nohut ve bakla ve
senevi 6.000 kıyye kadar tütün dahi hâsıl olur. Lâkin kazânm en bol mahsûlü fındık
olup, zahmetsiz yetişen bu mahsûlden senevi iki-üç milyon kilo ihrâç olunur (s.
66).
Görele
…başlıca mahsûlâtı: Mısır, buğday, fındık,
üzüm ve sâirden ibarettir. Üzümden hayli şarap imâl olunur.
Ahâlîsi ince kalın keten beziyle şayâk ve
şal-ı nesc ve tüfek, tabanca, makas gibi demirden âlât imâl ederler. Çam
ağacından tahta ve çimşirden kaşık dahi yaparlar (s. 67-68).
Ahmed Hamdı: Nüzhetü’l-bünyân
Tüccâr-zâde İbrahim Hilmi: Memâlik-i Osmâniyye Ceb Atlası
Savaş
Yıllarında Giresun (1914-1922)
Sosyo-Ekonomik
Durum
Rus donanması, 1915 yılı içinde Karadeniz
kıyılarında özellikle Hopa’dan Şile’ye kadar hemen bütün iskeleleri bombalamış,
rast geldiği deniz araçlarım batırmıştı.
(Ulaştırma ağırlıkla deniz yoluna
bağlıyken, limanların uğradığı tahribat, başta gıda olmak üzere, kıyı
şehirlerinin ihtiyaçlarını temin edememesi ve buna bağlı olarak kıtlık sorunu
yaşamasına neden oldu)
Rusların saldırılarına karşı sürekli geri
çekilen Türk ordusu 21 Ekim’de (1916) Harşit deresi boyuna çekildi ve burada
cephe tuttu.
Ruslar, Türk savunmasını kırıp Harşit
deresini aşamayınca bütün güç ve hırslarıyla Tirebolu kasabasına ve halkına
saldırdılar.
Rus kuvvetleri Kasım 1917 sonlarında
cephelerden çekilmeye başladılar.
Buna rağmen, Rus işgal bölgesindeki halkın
Ermeniler’in baskı ve zulümlerinden kurtulması için askeri bir hareket yapmak
gerekmekteydi.
…
Tirebolulu
Hüseyin Avni Alparslan ve Risalesi
Hüseyin Avni Alparslan Bey, 1876 yılında
Tirebolu doğmuştur.
1898 yılında Harbiye’ye girmiş ve oradan
1901 yılında Piyade Teğmeni olarak mezun olmuştur. 1903 yılında Rumeli’de Rum
ve Bulgar çetecilerine karşı yapılan harekâtta yer almış ve daha sonra Balkan
Harbi’ne katılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Şark Cephesi’nde birlik, tabur
komutanı olarak vazife görmüştür.
Harpten sonra Giresun Askerlik Şubesi
Başkanlığı ve Giresun Kaymakamlığı görevini yürütmüştür. Bu sırada halkı
istiklâl mücadelesi için şuurlandırıp teşkilatlandırmış ve meydana getirdiği
Giresun Alayı’nın başında 1919 yılından itibaren Karadeniz Bölgesi’nde
Türkler’e saldıran Rum çetecilere karşı mücadele etmiştir.
42. Alay Komutanı olarak Sakarya Harbi’ne
katılmış ve 30 Ağustos 1921 günü alayının başında şehit düşmüştür (s. 123).
Yol(din)ları, dilleri, dirlik (hayât-ı
içtimâiyye)leri bir olmayan birçok budun (kavim)un birleşmesinden ortaya çıkan
hükümetler er geç kırpılır! Parçalanır! İşte Osmanlı ülkesi! işte Avusturya!
İkinci Mehmed Han ile sonrakiler, eskilerin
yürüdüğü bu güzel yoldan sapmışlar! Bunlar (…) Türkler’e yan gözle bakmışlar;
il (memleketimizin öz çocukları olan Türkler’i iş başından uzaklaştırmışlar da,
yerlerini yeni dönmelere vermişler!
Trabzon tigresinde en eski adamları Tibar,
Halib, Mosinik Türkleri’dir (s. 127).
Yavuz Selim Han’ın anası Gülbahar Sultan,
Maçka’nın Livera köyünden bir Urum kızıdır (s. 129).
Rize’de “Çepni misin?” demek “yiğit misin”
demek imiş! Bunu Rize kocamanları söylüyor. Rize’nin (Kura-yı seb‘a) köylerinde
Çepnilik bugün bile var imiş (s. 130).
Trabzon tigresindeki börk(serpuş)e kabalak
veya başlık derler. Pusad’a ise zıpka, mintan derler. Bunlar yerli değildir.
Doğudan, Acar ilinden gelmiştir.
Türk-Moskof savaşından, Acarlar’ın batıya
doğru göçmelerinden sonra bu biçim pusad kamu yana dağılmış! (s. 132)
Rize
Tigresindeki Türkler
İran’da bulunduğu çağlarda hırçın, çeri
geçinen Çepniler’in huyları eksiksiz olarak Rize tigresindeki Türkler’de dahi
vardır.
Rize tigresindeki obalardan birinde oturan
Türkler’in sözleri Pirezrin tigresindeki Türkler’e pek çok benzer, işte bu
obalılar (g) sesini (ce) gibi söylerler. (Geleceğim) yerine (Çeleceğim) derler.
Ara sıra (ce) sesini (ze) gibi de söylerler. (Receb) yerine (Rezeb) derler (s.
134).
Atina ağalarından bir takımı
Tilator-oğullarmdan. Özleri Bosna’dan gelme imiş! Yavuz Selim Han ağalarından
iken Atina’ya gönderilmiş, bu tigreyi Selim Han adına kullanmış? Bunun torunlarından
İbrahim Ağa’ya, İbrahim sözünün bozuntusu olan (Ibasa) adını söylermiş,
oğullarına da yine Ibasa’dan bozma (Basa) derlermiş! Bugün de diyorlar! İbrahim
Ağa’nın sin (mezar)inin baş ve ayak taşındaki yazılar Tilator-oğullarmdan
olduğunu gösteriyor imiş! Balta-oğulları (Art-vin) tigresinden gelme imiş.
Nâib-oğulları Tirebolu’dan gelme imiş! (s. 135)
Cumhuriyetin
İlk Yıllarında Giresun
Üretim itibariyle Giresun vilayetinde
birinci derecede fındık ve meyve, ikinci derecede hububat ve saire elde
edilirdi. Fındık bahçeleri sahilden itibaren 70-80 km içeri doğru uzar, 500
metre yüksekliğe kadar yüksek tepelere de çıkar. Senede asgari 100.000; azami
600.000 kantar arasında üretilir ve tamamı Avrupa’ya ihraç edilirdi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Giresun Limanı
işlek bir liman olarak dikkati çekmekteydi (s. 148).
Tarım: 14.200
kg buğday, 18.600 kg arpa, 3.500.000 kg fındık, 315.000 kg portakal, 45.000 kg
patates elde edilmişti…
Matbuat: Cumhuriyetin ilk yıllarında
Giresun’da Şen Yuva Mecmuası, Giresun, Yeşil Gireson Gazetesi yayın hayatına devam
etmekte idi. Daha sonra izler Mecmuası’nın ve Hakikât Gazetesi yayınlanmıştır
(s. 150).
Tirebolulu
Cesur Denizciler
XVI. yüzyılda Tirebolu şehrinde yaşayanlar
ziraatın yanında denizcilikle de uğraşırlardı.
Cuinet, Tirebolu’nun eskiden gemi inşası
ile tanınmış ve işlek bir deniz iskelesi olduğunu anlatır.
19 Eylül 1890 gecesi Japonya’da batan Ertuğrul
firkateyninde on iki; 16 Eylül 1898’de Kozlu yakınlarında kayalara çarparak
batan Peyk-i Meserret korvetinde üç Tirebolulu denizci şehit olmuştu. 12/13
Mayıs 1915 gecesi Çanakkale’de İngilizlerin meşhur “Goliath” zırhlısını batıran
“Muavenet-i Milliye” muhribinin erlerinden biri de Tirebolu’nun Hamam mahallesinden
Cevizoğlu Hüseyin (1891-1973) idi (s. 188).
Karayolu bağlantısının sağlanmasına kadar (1968)
denizle iç-içe tam bir kıyı kasabasıydı.
Deniz ve denizle ilgili olaylar,
folklorumuz için önemli bir malzemedir.
Harşit
Nahiyesinin Tirebolu’ya Bağlanması
Bugün Doğankent denilen ilçe merkezi daha
önce Harşit [Harşid] adıyla anılmakta idi.
XV. ve XVI. yüzyıl tahriri defterlerinde
Harşit adında bir köyün varlığı tespit edilmektedir.
Fındık
ve Tirebolu
Kâşgarlı Mahmûd, Dîvânü Lugâti’t-Türk adlı
ünlü eserinde Orta Asya Türkleri’nin fındığa “kosık” veya “koşuk” dediklerini
söylüyor. Mısır ve Kıpçak Türk kültür sahasında “çetlevük”, Orta Avrupa’da
yaşayan Kuman Türklerinde “çatlavuk”, Orta Asya Çağatay Türklerinde “çatlağuç”
sözü fındık karşılığında kullanılıyordu.
Kelime daha sonra Arap dilinde “bunduk”
tarzında söylenmiş ve yerleşmiştir (s. 223).
Türkiye’den ilk kabuklu fındığın 1732’de
Rusya’ya, 1792’de Romanya’ya, 1851’de İngiltere’ye, 1871’de Belçika’ya
gönderildiği belirtilmektedir.
Halk inanışına göre çiçek makamında olan
“fındık püsü” çok olursa, o sene mahsulün bol olacağına inanılmaktadır.
Tirebolu’da fındıkla ilgili derlenen
manilerden bazı örnekler şunlardır:
Fındık dalda bir sıra
Yârim gitti Mısır’a
Koyun olsam yayılsam
Yârimin ardı sıra
Fındık kırdım iç ettim
Yaylalara göç ettim
Yârim senin yüzünden
Ben bu canı hiç ettim
Gidiyorum yaylaya
İki at bir katırla
Sana fındık yolladım
Ye de beni hatırla (s. 224)
Fındığın iç haline getirilmesi 1905 yılına
kadar tokmakla yapılırdı.
Tirebolu kazasında 1296 (1879) yılında 5576
dönüm fındıklıktan 627.611 okka (805.100 kg) fındık üretilmişti (s. 225).
Tirebolu’da
Eski Ramazanlar ve Bayramlar
(1960’lı yıllar) Ramazan-ı Şerif Tirebolu’ya
gelmeden önce üç elçisini gönderirdi: Bunlar; kuru kayısı, güllaç ile
Vakfıkebir ve Of’tan gelen hocalar idi (s. 231).
Ramazan sofraları hazırlanan yiyecek ve
davetliler bakımından kalabalık olurdu.
İftar vakti top atışıyla duyurulur sahur
vakti ise davulcuların söylediği manilerle duyurulurdu.
İftardan sonra sahur vaktine kadar
uyumayanlar için çeşitli eğlenceler söz konusuydu.
Tirebolu’da
Evlenme ve Düğün Adetleri
Tirebolu’da evlenme görücü usulü ile olur.
Kız tarafı, kızlarını verme taraftarı ise
“kısmet, n’apalım” diye cevap verirler.
Olumsuz cevap verilmesi, ailenin o kızı
istemesine engel değildir. Çünkü “oğlan evi dilenci, kız evi yalancı”dır.
Görücü olarak gelenlere istenilen kız kahve, şeker ikram ederse bu işe olumlu
olarak bakılır.
Kız tarafı usulen “danışalım” diyerek
üç-beş gün mehil ister.
Mehil müddetinden sonra, oğlan evi kız
evine geliyoruz diye haber gönderir. Bu ikinci gidişte mutlaka sözün kesilmesi,
nişan gününün de kararlaştırılması gerekir.
Söz kesme üzerine kızın nüfus kâğıdı bir
mendile sarılır, etrafı kurdelelerle bağlanır ve gelen misafirlere teslim
edilir.
…nüfus kâğıdını alan getirene bahşiş verir
(s. 236).
Nişan öncesinde gerek kız evi, gerekse
oğlan evi birbirlerine “sele" tabir edilen hediyeler gönderirler.
Nişan genellikle evlerde veya salonlarda
yapılır. Kız evinde çalgı olarak ud veya cümbüş bulunur. Esas nişan düğünü kız evinde
yapılır. Oğlan evinde, oğlanın arkadaşları sohbet için bir arada bulunur.
Yüzüğü takacak kimse ortaya gelir, oğlan ve
kıza saadetler diler, yüzükleri her iki aile adına takar, sonra birbirine bağlı
yüzükleri bir makasla keser. Kız, bu kurdeleyi saklar! Yüzük takıldıktan sonra,
kıza takı takılır (s. 237).
Düğün tarihi genelde fındıktan sonradır.
Düğünden bir hafta önce her iki tarafında
akrabaları “çığırıcı” denilen bir kadın tarafından düğüne davet edilir.
Düğünler Pazartesi günü başlar.
…öğleden sonra erkekler “çeyiz’’ almaya
giderler.
“Çeyizin dışında, herhangi bir eşyayı kız evinden
“aşırmak” ve oğlan evine getirmek de maharet sayılır. Kız evinden oğlan evine
getirilen en son eşya bir aynadır. Aynanın
kırılması uğursuzluk sayıldığından dikkatli taşınır (s. 238).
Eşyaların oğlan evinde yerleştirilmesine
Salı günü başlanır.
Aynı gün kız, arkadaşlarıyla beraber hamam
yapar. Hamam, oğlan evi tarafından
kiralanır. “Hamam âdeti” sırasında çalgılar eşliğinde oynanır, eğlenilir. Aynı
gece gece, kız evinden bir grup, oğlan evine bir dostluk ziyaretine gider.
Düğünde bulunanları “askıya çıkarmak” için
ortaya aklı başında iki kadın çıkar. Orada bulunanları ortaya çağırırlar.
Ortaya gelen bu kişi, diğer iki kadın tarafından
havaya kaldırılır, yani “askıya” alınmış olur. Askıya çıkandan düğüne evine
getirmesi için çerez, börek türü bahşişler istenir.
Çarşamba günü oğlan evinde düğün başlar.
Oğlan evinde rakılı, yemekli bir “sofra”
kurulur. Düğün sofrasını, yemek işini en iyi bilen, oğlanın en yakın akrabaları
hazırlar.
Bu sofra için “Gürcüce” tabir edilen, cevizli,
fındıklı, sarımsaklı içki mezesi yapılır.
Çalgı olarak da bağlama ve kemençe vardır
(s. 239).
Tirebolu’nun iyi bir müzik hayatı vardı.
Hemen her evde ud çalınır, çeyiz olarak da kızlara udları verilirdi. Kız
evindeki düğünde çalgı olarak ud, cümbüş, bağlama; oğlan evinde ise bağlama ve
kemençe bulunurdu.
Oğlan evinden kız evine gelirler. Gelin,
evin bir köşesinde, yani “çatma”da ayakta durmaktadır. Oğlan evi geldiğinden
sonra kız, “çatmadan” indirilir.
Gelin, kız arkadaşları tarafından çalgı
eşliğinde türkü söylenerek evin girişine, “afır/ahır”a kadar indirilir ve
tekrar çalgı eşliğinde güveninin önüne getirilir. Güveyi kızın eline kına
yakacaktır.
Güveyi, gelinin elini açtıktan sonra
avucuna kınayı koyar, bahşiş olarak da bir altın veya parayı avucuna bırakır,
mendili ile elini bağlar (s. 240).
Oğlan evinin ziyaretinden sonra, kız evinde
eğlenceler sabaha kadar devam eder. “Işıtma” olarak nitelendirilen bu
eğlenceler sırasında mahallî oyunların yanı sıra “Haşan Oğlum Yetiş, Sarımsak
Satarım, Öze mi Kalsın Üveye mi, Arap Oyunu” gibi seyirlik
oyunlar oynanır.
Gün ışımaya yüz tuttuğunda
“ışıtanların" hepsi, büyük-küçük, gelin-kaynana kim varsa hep birlikte
“atalık horonu"na kalkarlar. Sonra, gelin ve genç kızlar çalgı eşliğinde “marmaraki"ye
çıkarlar. “Marmaraki"ye çıkanlar, nazı geçen komşularına giderler. Bu
komşular da çalgı eşliğinde türkü söyleyerek gelen bu neşeli topluluğa
hediyeler, çerezler verirler. Hep bir ağızdan “marmaraki kozanki/annem evde
yalanuz” nakaratını söylerler.
Perşembe günü “güveyi hamamı" vardır.
Kız evi, güveyinin hamamda kullanacağı bütün eşyayı ipekli bir bohçaya asarmış,
tablaya koyarak oğlan evine gönderir.
“Tıraş Cemiyeti", güveyi ile sağdıcın
bir masanın etrafında tıraşı ile başlar (s. 241).
Gelin almaya, yani “gelinçiye” gidilirken
çalgı kemençedir. Kemençe, kafilenin en önündedir. Kemençenin arkasından “uslular”
yürümektedir. Kemençe, sadece çalar, gelinçiye gidenler şarkı-türkü
söylemezler.
Gelin evden çıkmadan önce kardeşi, kardeşi
yoksa dayısı tarafından beli kırmızı kuşakla bağlanır.
Evden alınan gelinin başına şemsiye
tutulur, iki kişi koluna girer, başında başörtü veya şal vardır.
Kemençeci, gelin evden çıkarken “ge/in
ağlatma havası” çalar. Bu ezgi;
Çevirdim eteğimi... ninem
Bastım belime
Ayrılık yollarını... ninem
Aldım eline
Yolda gidilirken ise kemençeci yol havası
olarak sözsüz “Çarşamba’yı sel aldı” türküsünü çalar (s. 243).
Gelini karşılayanlar gelini öper, kucaklar
“hoş geldim kızım” der, içeriye bir odaya alır.
Yemekten sonra abdest alınarak yatsı
namazına giderler.
Namazdan sonra, güveyiyi topluluk türkü
söyleyerek eve getirir. Bu kafilenin gidişine ve oluşuna “ilahi alayı” derler
Bu “ilahi alayı”nda çalgı yoktur.
Güveyinin eve gelişi sırasında dayak vardır!
Sağdıç, dirayetli, dayağa tahammüllü bir kişi ise, arkadaşlarının önüne geçmek
suretiyle güveyiyi kaçırarak dayağı kendisi yer.
Güveyi eve geldiğinde dinî nikah kıyılır.
Hoca, âmîn dedikten sonra “koltuk adedi” yapılır. Alkışlar arasında güveyi ile
gelin, odasının önüne kadar çıkarılır. Sağdıç, güveyi ile gelinin üzerine
kapıyı kapattıktan sonra “düğün bitmiştir, paydos” diye bağırır (s. 243).
Geçmişten
Cumhuriyete Kadar Görele
Görele adı Eynesil kasabası çıkışında
“Görele Burnu” diye anılan, “Coralla/Koralla” şehrinden gelmektedir.
Coralla’nın anlamını Bilge Umar
“Çıkıntı-lık-çık” olarak, yani küçük çıkıntı şeklinde tarif eder (s. 245).
…gerek I. Mahmud, gerekse II. Mahmud
zamanında çıkan olaylar sebebiyle eski Görele yıkılarak dağılmış ve geriye kalan
halk da o dönemde Elegü/Elevi denilen iskelenin bulunduğu yere taşınmıştır (s.
247).
Görele’de meydana gelen olayların en mühimi
XVIII. yüzyılın ikinci yarısına doğru olan Tirebolu ve Görele çevresindeki
Çepni derebeyleri ile Rize yöresinde Lâz denilen derebeylerin mücadelesidir (s.
249).
Birinci Dünya Harbi’nde (1914-1918) Doğu
Karadeniz halkı gibi Görele halkı da çok acılar çekti.
Ruslar Görele’ye girince zulüm ve işkence
yapmaktan geri durmadılar.
Bilhassa Ermeni asıllı Rus askerleri Daylı
ve Karaburun köylerinde insanları işkence ile öldürüp, parçalayıp teşhir ettiler
(s. 250).
Göreleliler, Millî Mücadeleye (15 Mayıs
1919-9 Eylül 1922) sahip çıkan ilk yöreler arasında yer aldı (s. 252).
1900’lü yıllarda kasaba halkı geçimini
rençperlikle, balıkçılıkla, bakırcılıkla, marangozlukla, demircilikle,
taşçılıkla sağladıkları gibi, birçokları da Batum’a ve Rusya’nın diğer
şehirlerine giderek orada da bu gibi işlerde çalışırlardı. Kasabalılarla
köylüler ekseriyetle Görele’de dokunan bir nevî dokuma ile mayi bezden yapılmış
elbise giyerlerdi.
Görele’den dışarıya fındık başta olmak
üzere yetiştirilen mahsullerin dışında az da olsa bal mumu, balık yağı, tuzlu
bağırsak^ yumurta, ceviz, koyun ve keçi gibi şeyler satılırdı (s. 253).
İlkbahar Görele’de en hüzün ve yeis olan
bir zamandı. Aylarca devam eden kesif sislerden etrafı görmek mümkün olmaz, yaz
gelir gelmez zaten rahatsız eden rutubete bir de “dağ yeli” tabir olunan
rüzgârlar eklenince kasabada durmak, oturmak imkânı kalmaz, bu sebeple herkes
etraf köylere, Görele kazası sınırları içinde yer alan Sis, Alaca, Kızıl Ali ve
Kürtün’ün Kazıkbeli yaylalarına çıkarlardı (s. 254).
Espiye
Adı Üzerine ve 1937’de Espiye Köyü
Espiye ile ilgili bilgiler, bölgenin
Osmanlı idaresine girmesinden sonraki 1486 yıllarına ait belgelerde görülür. Bu
tarihte “Çeptıi Vilâyeti” adlı bölgede mevcut köyler arasında yer alan
Espiye’nin adı “Esbiyelü” olarak geçmektedir.
…ismin sonunda “-lü” eki, buraya mensup olanların
kurduğu yerleşme yeri olma anlamına gelmektedir. “Esb” kelimesi, Farsça “at”
manasına gelir. Espiye’nin bu durumda Türkçe tam karşılığı “at alanı” veya “at
meydanı” anlamına gelmektedir (s. 273).
Tarihten
Bugüne Alucra
Alucra adının kesin olarak nereden geldiği
bilinmemektedir.
Bazı araştırmacılara göre Alucra adı, yörede
çok bulunan Aluç ağacından gelmiştir.
Bölge, Otlukbeli Savaşından sonra
Osmanlıların hâkimiyetine girmiştir (s. 277).
Alucra’nın ekonomisi Osmanlılar devrinde
daha çok ziraata ve küçük el sanatlarına dayanıyordu. Özellikle kilim ve aba
dokumacılığı kaza ekonomisinde önemli bir yere sahipti.
---
Yüksel, Ayhan. (2007), Giresun Tarihi Yazıları, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 3. Baskı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder