4 Ekim 2019 Cuma

Adı Dilimin Ucunda


Pascal Quignard  - Adı Dilimin Ucunda
 
Nerede cehennem? Her nefsin son nefesini verdiği derinlerdeki o kasvetli kıyı nerede?

Normandiya taşrasında, otlar biter her daim; kışlar dondurucu, yollar çukurludur, yağmurların ardı arkası gelmez, ağaç kral olmuştur, elmalıklar pek boldur (s. 15).

Kral Louis le Bègue, 879 yılının Nisan ayında öldü. Yerine Carloman geçti. Anlatacağım hikâye o zamanlarda geçiyor…

Dives adında bir köy vardı. Björn adında bir terzi vardı. Jeûne diye okunurdu adı ve eski dilde ayı demeye geldiği söylenirdi.

Colbrune de ona âşıktı.
Geçinmek için nakış işlerdi. Jeûne'e deliler gibi âşıktı (s. 16).

Terzinin penceresini tıklattı.
"Her şeyini seviyorum senin…”

Onunla evlenmeyi düşündüğünü, ama tek bir şartı olduğunu söyledi. Dedi ki:
"Senin için diyorlar ki Colbrune, nakış konusunda Dives köyünde üstüne yoktur, diyorlar. Bunun kadar güzel bir kuşak işleyebilir misin acaba? Ben şahsen beceremedim?"
Bunları söylerken, belini saran kuşağı çözüp Colbrune'e verdi.

"Deneyeceğim Jeûne, karın olmayı çok istiyorum çünkü. Umarım memnun kalırsın."

Colbrune günlerce çalıştı.
…bu kadar kusursuz bir şey işlemeyi bir türlü beceremiyordu.

Umutsuzluğa kapıldı. Yaşama sevinci uçup gitti. Yemekten içmekten kesildi.

Colbrune hıçkıra hıçkıra ağlarken baktı ki kapı çalıyor.
“Korkmanıza gerek yok. Gecede yolunu yitirmiş bir soyluyum ben…”

Adama bir elma uzattı.
"Ağlıyor musun kızım?" dedi.
"Doğrudur," dedi Colbrune,

Gidip nakışlı kuşağı getirdi ve aynısını işlemek için yaptığı tüm o başarısız denemeleri gösterdi.

Atımın sağrısındaki kesede, buna neredeyse tıpatıp benzeyen bir kuşak olacaktı.

"Eğer istersen, bu kuşağı veririm sana," dedi.
"Karşılığında ne isteyeceksiniz?"

"Karşılığında senden ufak bir söz alacağım," dedi adam.
"Neymiş?" diye sordu Colbrune.
"Adımı unutmayacaksın' dedi adam.
"Nedir ki adınız?"
"Adım Heidebic de Hel."
"Heidebic gibi kolay bir adı nasıl unuturum ki?"

“…bir yıl sonra, aynı gün, tam şu saatte, gece yarısı, adımı unutmuş olursan, benim olacaksın.”

Soylu adam ve atı bir süre sonra nehri saran sisin içinde yok olup gitti…

Jeûne bir anda uyandı.

"Umarım Colbrune'dür bu gelen,"

Sonra da evlendiler.

Dokuzuncu ayın sonunda (...) dilinin ucundaydı adamın adı ama bulamıyordu işte (s. 25).

Uykuları kaçtı.

Dehşet içinde, yitirdiği adı aramakla öylesine meşguldü ki, yemek yapmayı unuttuğu bile oluyordu.
Kocası öfkelenmeye başladı.

Terzi karısına yaklaştı, kuşağı aldı, sarıldı ona.
"Ağlama sen," dedi. "Seni seviyorum. Ya o adı bulurum. Ya o adamı."

Bir anda (…) bir ada tavşanı bitti önünde.
"Beni izle," dedi adatavşanı.

Yeraltına indi. Karanlıkta parıldayan devasa, beyaz bir şato gördü.

Dörtgen avlunun orta yerinde, hizmetkârlar kocaman, altın bir arabayı hazırlıyor, kimileri de kapılarını siliyordu.

"Bu arabayı niçin parlattığınızı sorabilir miyim?"
"Efendimiz evlenmek için genç bir nakışçıyı aramak üzere yeryüzüne çıkacak da ondan," dedi hizmetkârlar.

Heidebic de Hel'in arabası bu.

Jeûne tavşanın yuvasından yeryüzüne çıktı.

Heidebic de Hel adını tekrarlayıp duruyordu.
Tekrarlarken adı aklında tutabiliyordu. Bu adı sürekli mırıldanmaya çalışıyordu.

Ama karısına söyleyecekken, ad aklından uçup gitmişti.

On birinci ay geldi çattı. Jeûne yine yollara düştü…

Denize uzanan, dalgaların dövdüğü bir kayarım ucuna oturup ağlamaya başladı.
Derken deniz yüzeyinde bir dilbalığı belirdi.

"Beni izle," dedi suya dalan dilbalığı.
Jeûne kalkıp hayvanın peşinden gitti. Okyanus sularına dalıverdi.

Yosundan duvarın ardında, karanlıkta parıldayan, devasa, beyaz bir şato gördü.

Heidebic de Hel…

Tekrarlarken adı aklında tutabiliyordu.
…karısı adı bulup bulamadığını sorduğunda, o da söylemek istediğinde, soylu adamın adını çıkaramadı bir türlü…

On ikinci ay geldi çattı. Jeûne evden çıktı. Nehir boyunu izledi. Köprüden geçti. Ormana daldı…
…bir şahin belirdi.
Şahin kanatlarını açarak dağdaki yarığı gösterdi terziye.

(Colbrune) Ölmek için biledi kılıcı. Soylu beyefendinin karısı olmak istemiyordu. Bir tek Jeûne'ün olsun istiyordu.

Jeûne bağırdı:
"Heidebic de Hel, adı bu işte!"
Yere yığıldı. Colbrune döndü. Ayağa kalktığında çanlar on ikiyi vurmaya başladı…
…kapı açıldı, soylu Hel kapı pervazında belirdi.
"Adımı hatırlıyor musun Colbrune?"
"Adınız Heidebic de Hel, efendim," dedi usulca.
Bunun üzerine adam haykırdı. Her şey karanlığa gömüldü. Konuşurken üflediğim şu mum gibi söndü her şey.
Her kim ki konuşur, ışığı söndürmüş olur.
Gecenin içinde yalnızca dörtnala giden bir atın sesi duyuldu.

Colbrune kocasının elini tutup doğrulması için kendine çekti. İkisi de yanan mumun önünde diz çöktüler.

Bir an titrediler, sonrasında hayat boyu mutlu oldular (s. 40).
Medusa üstüne kısa inceleme
L'Eure'den ve Avre kıyısından ayrıldık. İki yaşındaydım. Normandiya'ya, Le Havre'a taşındık.

Bir sözcüğü arıyor olurdu annem.
Dalıp gider, uzaklaşır, ışıldayan bakışı bir yerlere odaklanır, dilinin ucundaki sözcüğü bulmaya çalışırdı. Bizler de dudaklarının kenarında gezinirdik, onun gibi bizler de pusuya yatıp beklerdik. Suskunluğumuzla destek olurduk ona (s. 43).

Tıpkı Medusa'yla göz göze gelip taşlaşanlar gibi, çıkaramadığı sözcükle karşı karşıya kalanlar da bir heykel görünümü alırlar.

Dil yetisini edinmişsek eğer, anlamı şudur: Bizi terk edip gidebilir. Bu ayrılığa maruz kalmamızın anlamıysa, dile ait ne varsa dilimizin ucundan çekilebileceğidir.

İki kez yuttum dilimi.

Yaşayabilmek için yazdım. Yazdım, çünkü susarak konuşmanın tek yolu buydu.

On altı yaşıma geldiğimde yine susmak zorunda kaldım. Ne diye susuyorum. Adı Dilimin Ucunda başlıklı bu masaldadır benim sırrım.

1
Unutma, bellek yitimi değildir. Unutma, geçmişteki gövdenin ruha geri dönüşüne hayır demektir.
Unutma
Dayanılmaz olanın gömülmesine meydan okur (s. 50).

Bellek, öncelikle unutulacaklar arasında yapılan bir seçimdir, sonrasındaysa, temelindeki unutuşun etkisinden korunacakları biriktirmektir, hepsi bu. Ezber denen de başka nedir ki?

Dilimizin ucuna gelmek istemeyen sözcükler (…) Başa çıkamayacağımız bir heyecanı ya da korkuyu yüceltirler, çünkü yokluklarını hissedelim diye unutulmuşlardır…

Unutma yaradılıştan gelir. Çocukluğa özgü bellek yitimidir.
İki bellek yitimi vardır içimizde: Yaradılış ve çocukluk (s. 51).

(üç bellek türü)
Hiç varolmamış olanın belleği (fantazma);
varolmuş olanın belleği (gerçek);
fark edilememiş olanın belleği (hakikat).

Üstelik her söz, her daim eksiktir.
Bir kez eksiktir çünkü öteden beri varolmamıştır (dil yetisi kazanılır). Ve yine eksiktir çünkü göndergenin göstergede yeri yoktur (dil yetisidir çünkü).
Dilin ucundaki ad, dilin kucaklayamadığı şeye duyduğu özlemdir.

2
Sigmund Freud: Düşünce, sanrılı arzunun taklidinden başka şey değildir.
Düşünce ister istemez kurmacaya gelip dayanır, var olmayanı yadsımaya yargılıdır. İnsan düşüncesini oluşturan iki gereç yokluk -gerçekten sapma- ve yadsımadır - yokluktan sapma.
Yaradılışımızda bir boşluk var. Olanaksız bir köken düşüncesine dalarak, kendi hakkımızda olanaksız bir düşünceye gömülüyoruz. İçinde yer almadığımız, ama arzumuzun temsil ettiği, düşlerimizin ürettiği bir sahnede kökenimiz (s. 55).

Ölüm nerede gösterir yüzünü, mutlulukta değilse eğer, insanlarda mı? Haz sürerken eritir uzuvları, sonu geldiğindeyse hepsini tüketir.

"Doyuma ulaşmak istiyorum, ölmek istiyorum."

Dille tek vücut olmak, şiirdir.
Şiir, dilin ucundaki adın tam tersidir.

Dille hakikat arasında kalan gözyaşının tükenmesi olanaksızdır, der Budistler. Ganj nehridir gözyaşı.

3
Medusa, insan yüzünü maske olarak taşıyan tek tanrıça. Medusa'nın maskesi, önden bakıldığında, kocaman açılmış ağzıyla bir kadının çehresi. Dehşet çığlığında, ölümün çehresi (s. 64).

4
Uzak Batı'da, dünya sınırlarının ötesinde, Karanlıklar Ülkesi'nde üç canavar yaşarmış. Canavarların ikisi, Sthenno ve Euryale ölümsüzmüş. Üçüncü canavarsa ölümlü, Medusa'ymış adı. Hepsinin saçları yılanlarla örülüymüş.
Tanrılar bu canavarlardan sonra peydahlanmış. İster tanrı olsun, ister insanoğlu, her kim ki bu canavarlarla göz göze gelir, taş kesilirmiş (s. 69).

Perseus kalkanını cilalamış.
Gecenin karanlığında kalkanını bir ayna gibi kullanmış. Kalkandaki yansımasını gören Medusa dehşete düşmüş, ve demiş ki:
"Görmedin beni. Hile yaptın, yine de teşekkür ederim sana. Öldüğümde, yüzüm gücünü korumakla kalmayacak, beni öldürmekle gücüne güç katmış olacaksın. Yüzüm onu görenler için ölümdür, bir de ona kendi ölümümün gücünü yükleyeceksin. Bu davranışından pişmanlık getirebilirsin. Düşün bir. Kadınların yüzüyüm ben ve onu asla tanıyamayacaksın. Bak bana!"

Üç peri var, çünkü üç ölümcül buyruk var. Ve üç fata (yazgı) var, üç zaman var çünkü.
Geçmiş, iğden bırakılan ipliktir. Şimdiki zaman parmaklardaki iplik. Gelecekse örekede kalan yün.
Niçin hepsi de kadın? Çünkü erkekler kadın doğurmaz. Çünkü kadınları da erkekleri de kadınlar doğurur (s. 71-72).

Anneler kuşaklar zincirinde ölümü ötelere savuşturmak için çocuk yapar.
Babalar kendi başına hiçbir anlam taşımayan bir ad bırakırlar. Dili başkasına aktarırlar. Kadınlar ölümün ağırlığını, ıstıraplar içinde, ağızları açık, uluyarak yarattıkları çocukların omuzlarına bırakırlar.

Yazmak, yitirilen sesi duymaktır.

5
Her düş olanaksızdır; olanaklı düş var mıdır sanki...

Bilinç, akıl ve yaşayan dil, sonsuz özen isteyen, durmaksızın can veren çalılardır, içimizde bir parçacık toprak bulamazlar çünkü. Çölde el yordamıyla kök arıyoruz, bu hep böyle. Hep böyle zafiyet gösteriyoruz. Suyun hendeklere varması gibi, hep böyle geceye, suskunluğa kavuşuyoruz.

Le nom sur le bout de la langue
Türkçeleştiren: Esra Özdoğan
Sel Yayıncılık, 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder